Özlem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özlem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2017 Cuma

Güzele bakmak yaradır

Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)

Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:

"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:

Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.

Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.

Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."

Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.

İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.

Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.

Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!

Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.

Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Özlemek de sonsuzluğun delilidir

Bence özlemek de sonsuzluğun delilidir. Varolmayan can acıtamaz. Gidenler bu yüzden canımızı acıtır. Yokolsalardı canımız yanmazdı. Yokun acısı da yoktur çünkü... 'Gitmek' ile 'yokolmak' arasında farklar var. Kanaatimce yokolmak, bıraktığın izlerle birlikte yokolmaktır. Hiç varolmamış gibi olmaktır. Onun dışında 'yokolmak' olarak andığımız herşey aslında sadece 'gitmek'tir. (Mutlak bir yokoluştan ziyade 'bir yanıyla/yönüyle yokoluş' denmeli ona. Belki yalnız 'azalmak' denmeli.) Yani diyebilirim ki: Bir kere varolan birşey asla tam anlamıyla yokolmaz. Bıraktığı izlerle varlığı devam eder. Suya atılan taşın, tam da atıldığı yerde varlığı son bulmuş olsa da, suda yaptığı artış ve oluşturduğu dalga ile varlığı devamlıdır. Demek varlığı yokolmamış, ancak başka şekle girmiştir.

Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.

Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.

O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.

Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Cehennemi tanıştırıldığımız cennetlere borçluyuz

Arkadaşım, kalbime böyle geldi, hakverirsen sen de kalpceğizinde tutuver: Fakrın cennetinin detaylarını bilmendir. Aczinse o cenneti yaratamayacağını farketmendir. Başkalarının da aynı cennete ihtiyacını görmende görünür şefkatin. Tefekkürün herkes için cennetin yolunu aramandır. Yani ki: Bu dördünün ‘dört hatve’ içinde zikri aralarındaki şu irtibattan ötürüdür. (Allahu’l-a’lem.) Hatveyi tamamlarsan tavafını da tamamlarsın. Marifet dairesini dönersin. Hem kalbine bir nur yağar hem de başkalarına ışık saçarsın. İnşaallah. Âmin.

Hatırlarsan "Cennet olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı. Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik. Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.

“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet bırakıyor. Ayrılığından  çektiğimiz herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı. O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?

Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık. Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata. Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.

Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi, 6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması, aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği şekliyle:

"O, 'Ben senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."

Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...