22 Aralık 2017 Cuma
Güzele bakmak yaradır
Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:
"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:
Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.
Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.
Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."
Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.
İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.
Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.
Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!
Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.
Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Özlemek de sonsuzluğun delilidir
Dedemin dedesinin adını hatırlayanın kalmaması, onun benimle varolmasını engellemez. Benim varlığım onun varlığının devamı ve delilidir. Meyve ağacın delilidir. O olmasa ben de varolamam. Tıpkı torumun torununun bensiz varolmaması gibi... O halde kim diyebilir ki: "Deden yokolmuştur." Dedemin yokluğu bütün varlığın yokolmasıyla mümkündür ancak. (Varın yokolmasıyla yokluk varolur.) O varlık denizine atılmış bir taştır. Bu taşın dalgalarının varlığın nerelerine kadar gittiğini ancak onu yaratan bilir. Dedemin dedesinin varlığın içinden mutlak bir şekilde çekilip alınması, yani gitmesi değil de yokolması, şu an varolmayan yeni bir düzenin varlığını gerektirecektir. İçine taş atılmış deniz, atılmamış denize benzer, fakat kesinlikle aynısı değildir. O halde taş yokolmamıştır.
Demek biz birşeyin yokluğundan bahsederken bile aslında varlığına yaslanıyoruz. 'Daha az var' olana, 'daha çok var' olana kıyasla 'yok' diyoruz. (Yakındığımız aslında varlığının yokluğudur.) Onun mutlak bir şekilde yokolması ise, bıraktığı her izle birlikte yokolmasıdır ki, o zaman bu yokluktan da bahsedilemez. Mutlak yokluk 'hakkında konuşulamaz' birşeydir. Çünkü farkına varılamaz birşeydir. Farkındalık bir bilgiye/kıyasa dönük olarak yaşanır. Biz ancak varlık mertebeleri arasında kıyaslamalarla bir kısmî yokluk (hakikatte sadece azlık) tahayyül ederiz ve ondan korkarız. Mutlak yokun bilgisi bizde yoktur ki, hakkında konuşalım veya ondan korkalım. Yokla tanışmak mümkün değildir. İz bırakmayanın hatırası da olmaz.
O halde bizde iz bırakan hiçbirşey hakkında yokolmuştur diyemeyiz biz. Dedemin dedesinin varlığının bende devam etmesi gibi, bizde yer tutanın varlığı da bizde devam eder. Bizi etkileyenin varlığı daima bizimledir. "O benim için artık yok!" diyen insan, aslında hiçbirşeyi yokedemediğinin farkındadır. Çünkü yokluğundan bahsettiği şey varolmadan bu yokluk vurgusu mümkün değildir. Hatta bunu söylediği muhatap için de o şey varolmamışsa bu yokluk bahsi saçma olur. "Benim hayatımda artık 'filanca' yok!" diyen kişi, 'o filancanın varlığını bildiğimi bildiği için' bunu söyler. 'Yok' der, ama bir varlık bilgisini kasteder. Bana anlatmak istediği varlığının şiddetini azalttığıdır.
Ateistin bahsettiği yokluk da bir varlık bilgisi olmadan konuşulabilir mi? Eğer mutlak bir yokluktan bahsediyor olsaydı ateist, bunu zaten konuşmuyor/konuşamaz olurduk. Konuşuyor olabilmemiz, bir 'ilah' varlığını kabul ettiğini, ancak bunu benim tarif ettiğim şekilde etmediğini gösterir. Bediüzzaman'ın 'bir ilahın inkarının her bir zerreye bir ilahlık payesi vermeden mümkün olamayacağını' söylemesi altını çizmeye çalıştığım şeye işaret eder. 'Nasıllık' taşınır, ama 'olmalılık' baki kalır. Düzen ortamızda durmaktadır. Düzenin bize dayattığı/öğrettiği varlık bilgisi ortamızda durmaktadır. Biz bu varlık bilgisi üzerinden ancak onun varlığına işaret ettiği şeyleri konuşabiliriz. Allah mutlak bir şekilde yokolsaydı, hakkında konuşamıyor olurduk, o halde vardır. Bizim girdiğimiz tüm tartışmalar bu varlığın 'nasıllığına' dair tartışmalardır. Nihayetinde mürşidimin dediği gibi derim: "Çünkü Allah'ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar."
11 Mayıs 2016 Çarşamba
Cehennemi tanıştırıldığımız cennetlere borçluyuz
Hatırlarsan "Cennet
olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla
katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız
cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı.
Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü
tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu
maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik.
Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve
Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.
“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet
bırakıyor. Ayrılığından çektiğimiz
herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı.
O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce
tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle
diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle
tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi
yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?
Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda
bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya
ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık.
Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi
gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne
süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle
tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata.
Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu
tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini
farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından
da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.
Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi,
6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan
ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka
sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor
ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması,
aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip
olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği
şekliyle:
"O, 'Ben senin
Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir
bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani
fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."
Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...