Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde Talak sûresinin 2. ayetinde geçen "Kim Allah'tan ittika ederse (Ona karşı gelmekten sakınırsa/korkarsa) Allah ona bir çıkış yolu nasip eder..." mealini izah sadedinde 'günümüz insanın psikolojik problemlerine' değiniyor ve onlardan da çıkışın ancak 'takva' ile olacağı vurgusunu yapıyor. Hayatın modern insan için giderek daha boğucu/bunaltıcı bir hale gelmesinin halihazırdaki günahkârlığıyla da bir ilgisi olduğunu, bu halinden uzaklaştıkça, yani takvaya çalıştıkça, dertlerinin de gideceğini ders veriyor. (Merak edenler için: https://www.youtube.com/watch?v=tCkDNRyULOg)
Bu tesbite can u gönülden katılıyorum. Hatta şimdi, şu yazıda, mürşidimin birkaç cümlesinin hayatımda gördüğüm yansımalarını aynı sadedde paylaşmak istiyorum. İstiyorum. Çünkü belki Ebubekir Sifil Hoca'nın izahına bir delil/dayanak oluşturacak. Anlamayı kolaylaştırıcı bir yol açacak. O cümle de Lemeat'ta geçer. Şudur:
"Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir. Hem müthiştir tesiri. Memnu heykel, suretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habis ervahları..." Cümleler bunlar. Hissettiğim ise şudur:
Varması helal olmayan şeylere temayül göstermek veya (en somut haliyle) bakması helal olmayan güzelliklere hasr-ı nazar etmek, ele geçmeyecekleri için, ruha bir çizik atıyor. Bir yara bırakıyor. Bir iğne batırıyor. Velev (Allah saklasın) haram-helal hassasiyeti gözetmeyen, takvadan nasipsiz, fasık birisi olsun bahse konu olan kişi. Yine de kaçınamıyor. Bu yaralar insaniyetinde açılıyor. Çünkü o da her tanıştığına erişemez. Eriştiğine kavuşamaz. Kavuştuğuna sahip olamaz. Sahip olduğunu elinde tutamaz. O da en az dindar bir birey kadar heveslerinin zararlarına maruzdur. Kavuştuğunun zahiren fazlalılığı yaralarını gidermez. Ayrılıklarının sayısını ve/veya miktarını arttırır.
Şunu demek istiyorum: İmansızlık, fısk veya gaflet bu türden kesikleri kesinlikle gidermiyor. Sadece önemsetmiyor. Acısını bir süre hissettirmiyor. Önemsememek ise etkiye engel birşey değildir. Anestezi ameliyata engel olmaz. Size atılan kurşunu "Aman canım boşver!" demekle durduramadığınız gibi harama temayülü de 'önemsememekle' etkisizleştiremiyorsunuz. Ancak 'nazarımda yoktur'laştırabiliyorsunuz.
Cesaretle yüzleşelim: İnsan şahit olduğu her güzelliğe bir açlık duyuyor. Bu açlıkların herbirisi bir tür yara. Bir tür ihtiyaç. Bir tür özlem. Bir tür kavuşma isteği. Bir tür yokluk acısı. Hatta yine mürşidimin tabiriyle: "Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir."
Bu eşikte durup diyebilirim ki: Takvasız bir yaşam sürekli yara alınan bir yaşamdır. Süregiden bir ayrılıktır. Hele hele benim gibi kendini korumayı beceremeyenler için gözden dahi ruha uzanan kesikler vardır. Bu pencereden bakınca; her yeni bakış, yeni bir farkediş ve yeni bir yoklukla tanışmadır. Ve yitirişin, şuurunda olunsun-olunmasın, sancısını çekmedir.
İnsan büyük bir acıyla yüzleştiğinde onu tam yaşar. Tesirini tam hisseder. Çözümünü tam arar. Yaşadıklarını ondan bilir. Fakat küçük küçük acıların 'insanı uyandırmayan' bir gerginliği vardır. Üstelik böylesi gerginlikler, doğru adresleri bilinmediği için, başka adreslere de yansıtılır. Zararı giderek katlanır.
Hafiften devam eden bir dişağrısını (veya kaşıntısı demeli) çektiğim günlerde nasıl gergin olduğumu hatırlarım. Dişçiye gitmedim. Çünkü dayanabiliyordum. Ancak etkilenmediğim konusunda kendime dahi yapmacıktım. Çünkü geriliyordum. Çabuk kızıyordum. Konsantre olamıyordum. Dikkatimi veremiyordum. Kanaatimce günümüz insanı takvadaki eksikliği nedeniyle böyle bir 'yoksunluk stresi' yaşıyor. Her gün bin Leyla'yı teklifsiz gönlüne sokuyor ve aynı anda bin Leyla'nın yokluğunu taşıyor. Bu bizi her gün biraz daha denizin dibine çekiyor. Mecnun olmadığımıza şükretmeli.
Mürşidimin 'bu asrın hırçın yüzünde' suretperestliğin izini görmesi boşuna değil. Artık sayamayacağımız kadar çok Leyla var. Hepsi de bir 'tık' uzağımızda. Cep telefonunda her an taşınır/ulaşılır halde. Afişlerde, posterlerde, reklamlarda, her yerde!
Gönlümüzden içeri girenlerin sayısını arttıran şu 'perestlik' belalı birşey. Hayatın sabit fon müziği gibi sürekli yokluk şarkıları söylüyor. Gıptamızı arttırıyor. Özlemimizi körüklüyor. Yoksunluk yarasını büyütüyor. Ve bazen hasetle söylettiriyor. (Hatta isyan ettiriyor.) Yani: Hayatı 'sürekli kaybeden olarak yaşadığımızı' fısıldıyor bu yara.
Müslümanın takvaya sarılması bu açıdan, tam da Ebubekir Sifil Hoca'nın kastettiği şekilde, bir korunmadır. Önleyici tedbirdir. Ruh sağlığını korumasını da sağlar. Psikolojimizi düzeltir. Yaralarımızın çoğalmasını engeller. 1. Lem'a'nın verdiği ders ile düşünürsek: Her günah içinde küfre giden yolun 'yoksunluk kapısını' daha sık kullanmasını engellemez mi takva? Ne diyelim: Allah bizi günahlarıyla yoksunluk yarasını büyütenlerden eylemesin. Firavun'unu şükrüyle ezenlerden eylesin. Âmin.
Gıpta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gıpta etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Aralık 2017 Cuma
23 Şubat 2013 Cumartesi
Bir tebliğ hatası olarak: Gıpta damarını tahrik ede ede tebliğ...
Mahrem kelimesinin sözlük anlamına baktığınızda küçük nüanslar dışında fark göremiyorsunuz. Genelde; ‘başkalarına söylenmeyen, gizli’ gibi anlamlara geliyor. Risale-i Nur içindeki kullanımlarında da benzer şeyler var: Her nerede bir ‘mahrem’ ifadesi geçiyorsa, hemen anlıyorsunuz ki; o mesele biraz özel/içsel bir meseledir. Her yerde bahsi uygun değildir. O meseledeki hakikate ulaşmak için metinlere belli bir yakınlığın—ve belki muhabbetin—hasıl olması gerekir. Yoksa yine doğru olur, fakat hikmetli olmaz. Ki belagat de hakikatin, muhatap ve zamanla uyumlu dile getirilmesidir.
Bugünlerde Barla Lahikası’ndaki “Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken de bunlar aklımdaydı. Orada, ‘bir talebesinin’ sorusuna cevap veren Bediüzzaman da mektubunun başına bu kaydın düşülmesini istemişti.
Damağımda aynı lezzeti bıraktı cevap ve soru... Fakat mahrem kavramı üzerine düşününce, yeni soru işaretlerim oldu bu sefer. Öyle ya, ben şimdiye kadar bu mahrem kaydını devrin idaresinin sakıncalı gördüğü eserlerin ‘daha tedbirli’ bir şekilde ulaştırılması için konulan birşey olduğunu düşünüyordum. Yani her ne ki, mahremdi; bir zamanlar yasaklı/siyasi bir eserdi. (Örneğin: 5. Şua ve Kevser tefsiri...) Şimdi şartlar değişmiş, mahremiyetten eser kalmamıştı. Peki kayıtlar hâlâ neden duruyordu? Ve daha önemlisi: Böylesi siyasetle alakasız bahislerde neden bu kayıt vardı?
Biraz sonra, yaşadığım örneklerden hareketle şuna uyandım: Böylesi mahrem kaydı olan bahisler, ne zaman her sınıftan insanın dahil olduğu bir platformda konuşulsa; orada bir rekabet hissi uyanıyordu. Risale-i Nur’un böylesi bahisleri, biraz daha yakınlık gerektirdiği için, yeni tanışanlarla (veyahut tanıyan ama muhabbeti yeterli seviyeye gelmeyenlerle) konuşulsa, onların bir kısmında arıza yapıyordu. Hatta çokları Risaleleri sevdikleri halde bunların konuşulmasından sıkılıyorlardı. Gönüllerindeki mürşidin üstünde bir makamı Risalelere atfetmemiz, onları rahatsız ediyordu.
Burada bir yanlışı daha tanımladım: Bazı acemi ama samimi talebeler, Risale-i Nur’a daha çok talebe kazandırmak için uğraşırlarken; eğer karşılarındaki dinî arkaplana sahip birisi ise, önce böylesi bahislerle tebliğe girişiyorlardı. Risale-i Nur’un faziletlerinin yüksekliğini, diğerlerini nasıl geride bıraktığını medar-ı bahis yaparak tebliğe başlıyorlardı. Bu yöntem, kalp kazanmaktan ziyade, kaybettiriyordu.
Mesela bu “Mahrem bir suale cevaptır” bahsi... Neredeyse bütün Hizmet Rehberleri’nde bulunan bu bahis, üzerindeki mahrem kaydı unutularak bir tebliğ aracı olarak kullanılıyordu. Ve belki çoklarda da aksi netice veriyordu. Risale-i Nur’u sevdirelim derken, soğutuyordu. Halbuki bizzat müellifinin kaydıyla bu, dairenin zaten içinde olanlara yapılan bir açıklamaydı. Dışarıdakilerle bu dille konuşmak doğru değildi. Hatırlarsak, böylesi bir amaçla yazdığı İhlas Risalesi’nde şöyle diyordu: “(...) kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”
Böylece, bu bahisten hareketle bir hatamı daha teşhis etmiş oldum. Risale-i Nur’u anlatmaya bizzat Risale-i Nur’un ‘diğerlerinden yüksekliğini’ konuşarak başlamak, diğerlerine muhabbeti olanlar için ciddi bir yaralamaydı. Apaçık bir şekilde gıpta damarını tahrikti. Mahrem, mahrem olanlarla konuşulmalıydı. Ve mahremin bir diğer manası da ‘en yakın insanlar dairesi’ demekti.
Bugünlerde Barla Lahikası’ndaki “Mahrem bir suale cevaptır” bahsini okurken de bunlar aklımdaydı. Orada, ‘bir talebesinin’ sorusuna cevap veren Bediüzzaman da mektubunun başına bu kaydın düşülmesini istemişti.
Damağımda aynı lezzeti bıraktı cevap ve soru... Fakat mahrem kavramı üzerine düşününce, yeni soru işaretlerim oldu bu sefer. Öyle ya, ben şimdiye kadar bu mahrem kaydını devrin idaresinin sakıncalı gördüğü eserlerin ‘daha tedbirli’ bir şekilde ulaştırılması için konulan birşey olduğunu düşünüyordum. Yani her ne ki, mahremdi; bir zamanlar yasaklı/siyasi bir eserdi. (Örneğin: 5. Şua ve Kevser tefsiri...) Şimdi şartlar değişmiş, mahremiyetten eser kalmamıştı. Peki kayıtlar hâlâ neden duruyordu? Ve daha önemlisi: Böylesi siyasetle alakasız bahislerde neden bu kayıt vardı?
Biraz sonra, yaşadığım örneklerden hareketle şuna uyandım: Böylesi mahrem kaydı olan bahisler, ne zaman her sınıftan insanın dahil olduğu bir platformda konuşulsa; orada bir rekabet hissi uyanıyordu. Risale-i Nur’un böylesi bahisleri, biraz daha yakınlık gerektirdiği için, yeni tanışanlarla (veyahut tanıyan ama muhabbeti yeterli seviyeye gelmeyenlerle) konuşulsa, onların bir kısmında arıza yapıyordu. Hatta çokları Risaleleri sevdikleri halde bunların konuşulmasından sıkılıyorlardı. Gönüllerindeki mürşidin üstünde bir makamı Risalelere atfetmemiz, onları rahatsız ediyordu.
Burada bir yanlışı daha tanımladım: Bazı acemi ama samimi talebeler, Risale-i Nur’a daha çok talebe kazandırmak için uğraşırlarken; eğer karşılarındaki dinî arkaplana sahip birisi ise, önce böylesi bahislerle tebliğe girişiyorlardı. Risale-i Nur’un faziletlerinin yüksekliğini, diğerlerini nasıl geride bıraktığını medar-ı bahis yaparak tebliğe başlıyorlardı. Bu yöntem, kalp kazanmaktan ziyade, kaybettiriyordu.
Mesela bu “Mahrem bir suale cevaptır” bahsi... Neredeyse bütün Hizmet Rehberleri’nde bulunan bu bahis, üzerindeki mahrem kaydı unutularak bir tebliğ aracı olarak kullanılıyordu. Ve belki çoklarda da aksi netice veriyordu. Risale-i Nur’u sevdirelim derken, soğutuyordu. Halbuki bizzat müellifinin kaydıyla bu, dairenin zaten içinde olanlara yapılan bir açıklamaydı. Dışarıdakilerle bu dille konuşmak doğru değildi. Hatırlarsak, böylesi bir amaçla yazdığı İhlas Risalesi’nde şöyle diyordu: “(...) kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.”
Böylece, bu bahisten hareketle bir hatamı daha teşhis etmiş oldum. Risale-i Nur’u anlatmaya bizzat Risale-i Nur’un ‘diğerlerinden yüksekliğini’ konuşarak başlamak, diğerlerine muhabbeti olanlar için ciddi bir yaralamaydı. Apaçık bir şekilde gıpta damarını tahrikti. Mahrem, mahrem olanlarla konuşulmalıydı. Ve mahremin bir diğer manası da ‘en yakın insanlar dairesi’ demekti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...