Hatırlarsan "Cennet
olmasa cehennem tazip etmez!" diyor mürşidim. Tüm katmanlarıyla
katılıyorum bu söze. Nitekim biz de cehennemlerimizde yanmayı ‘tanıştırıldığımız
cennetler’ sayesinde öğrendik. Öyleydi. Var yokken yokun varlığı anlaşılmazdı.
Bu yüzden önce varı gördük. Dilimiz tanışınca balıyla peyderpey alındı. Çünkü
tadımlıktı. Ayrıldık. Yokluğunu da öğrendik. Yandık. Yakıldık. Arkadaşım şu
maceramızda bana öyle geliyor ki: Biz aslında yokluğu öğrenmeye gelmiştik.
Varlık yalnız bir berzah idi. Bir eğitimdi. Tedristi. Ara devreydi. Ezelî ve
Ebedî olanı bilmeye en çok lazım yokluğun bilgisiydi.
“Keşke!” diyen herbirimiz ardında bir küçük cennet
bırakıyor. Ayrılığından çektiğimiz
herşey numune-i Firdevsimiz. O gözler olmasaydı bu firkatli sancı olmayacaktı.
O sözleri duymasaydık kulaklarımız özlemek nedir bilmeyecekti. Daha önce
tadılmış bir mutluluktu hayatın geri kalanını arayış kılan. Bu nedenle
diyebilirim ki artık: Allah, yanmayı öğrenebilmemiz için, bizi önce cennetimizle
tanıştırıyor arkadaşım. Çünkü cenneti bilen için ancak cehennem bir tazip. Alternatifi
yokken, yani ki seçmeye mecburken, hangi seçenek 'yanlış' olur?
Mesela: Çocukluk bir cennet idi. Büyüdük. Ardımızda
bıraktık. Hatırlıyoruz. Özlüyoruz. Âşık olmak bir cennetti. Kavuşamadık. Veya
ayrıldık. Şimdi tahayyül tahayyül dersimizi ezber ediyoruz. Veyahut da sağlıklıydık.
Hastalandık. Sıhhatin hasretini çekiyoruz. O halde yokluğun acısını öğrenmesi
gereken herşey önce varlıkla tanıştırılmalı. Zaten Âdem aleyhisselamdan bugüne
süren insaniyet yolculuğumuz da bu döngüde tekrar ediyor hep. Herkes önce cennet(çik)lerle
tanışıyor. Sonra bir yasak meyve süreci. Belki fıtrat. Belki iradî. Bir hata.
Bir neden. Sebepler içinde bir sebep. Araya giriyor. Perde çekiyor. Yokluğunu
tattırıyor. Sonra o yokluğu insan ‘insan başına’ varlığa dönüştüremediğini
farkediyor. Uyanıyor. Ki bu da yukarıda dediğimiz işte: Aczin bilgisidir. Ardından
da o yokluğun sancısından Şafî-i Hakiki’ye koşuyor. “Fe firrû ilallah!” öğretiliyor.
Her yokluk eğitimi öncesiyle bir varlık eğitimi. Allah bizi,
6. Söz'de anlatıldığı gibi, emanet verdiği cennetleri geri almakla imtihan
ediyor. İmtihanın esası şu dediğim. Geri kalanlarsa detayları. Başka başka
sûretleri. Farklı farklı görünüşleri. Bu pencereden bakınca bana öyle geliyor
ki arkadaşım: İnsanın dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiş olması,
aynı zamanda, dağların tanışmaktan korktuğu kadar bir 'yokluk' acısına talip
olmasıdır. Bediüzzaman'ın Mevlana Hazretlerinden alıntıladığı yerde denildiği
şekliyle:
"O, 'Ben senin
Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet!/Bela!' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir
bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani
fakr u fena dergahında halkaya katılmaktır."
Emanet veriliyorsa demek ki geri de alınacak. Çünkü varlığının kıymeti yokluğuyla anlaşılacak. Dağlar ilerisini gördüler. Taşınmaz dertlerden çekindiler. Ayrılık acısı korkuttu belki de onları. (Allahu’l-a’lem.) Ama insan bu endişeyle vazgeçmedi yüklenmekten. Ne cehaletten ne zulmetten. Demek bu alışverişe razı oldu başlarken. O halde şimdi şikayetçi olmak niye? Arkadaşım, en iyisi biz, acının sevkettiği 'euzü sırrını’ okumaya çalışalım. Şeker için ağlamayı bırakıp ana kucağına koşalım. Fanileri yerine bâkileri toplayalım. Cennetçiğinden mahrum kalmayan cennetini arar mı hiç? İşte bin dermana değişilmeyecek dert de budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder