Türban etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türban etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2014 Pazartesi

Neler oluyor şu mesture bacılara?

"Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun onlardan!' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i İmran sûresi, 173)

Kafanızı mümkün olduğunca az şişirmeye çalışarak anlatacağım derdimi. (Beni düşününce, biraz zor birşey vadettiğim anlaşılır.) Şöyle bir noktadan başlayayım konuşmaya: Bediüzzaman'ın, akaid-i imaniyeden ve namazdan sonra metinlerinde en çok neye temas ettiğini soracak olsanız, duraksamadan: "Ümit!" diye cevap veririm. Hutbe-i Şamiye'de "Yeis (ümitsizlik) en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın kalbine girmiş..." deyişinden tutun, Divan-ı Harb-i Örfî'de "Yeis, mâni-i herkemâldir..." demesine; sonra Lemaat'ta "Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi..." diyerek başlayan kısımdan tutun Hakikat Çekirdekleri'nde "İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir..." demesine kadar, Risale-i Nur'da örtülü/açık pek çok şekilde ümit aşılanır, yeis/ümitsizlik kötülenir.

Bediüzzaman, "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i Kur'anisini, hem ümit kesmemek hem de ümit kestirmemek olarak anlamıştır kanaatimce. Bunlardan en beğendiğimi; okurken, sanki Üstadın ağzından değil, kendi ciğerimden gökyüzüne savuruyormuşum gibi hissettiğimi ise Münazarat'ta bulurum ben.

O eserde, Kürt aşiretleri içinde muhavere ederken, birisi itirazkârane der: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun. Bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Bediüzzaman'ın bu itiraza cevabı işte benim kalbimi de kendisine âşık eden meziyeti saklar içinde: "Neden dünya herkese terakki (yükselme/gelişme/ilerleme) dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî (düşüş/alçalma/gerileme) dünyası olsun?" Biraz cüretkâr konuşayım: Aslında bu cevabın altında bir 'hüsnüzan' da vardır. Allah hakkında bir hüsnüzan. Bu kelimeyi kullanmam ne kadar doğru, bilemiyorum ama; hadis-i kudsîde beyan edilen "Ben kulumun zannı üzereyim" ifadesi ile bir cesaret buluyorum istimaline: Evet, Bediüzzaman'ın bu cümlesinde yalnız ümit değil, bir adım evvelinde, marifetiyle orantılı 'Allah'a dair bir hüsnüzan' da vardır.

Öyle ya, bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah, müminleri bu dünyaya 'kaybetmeleri' için mi getirmiştir sadece? Hep acı çeksinler, hep ezilsinler, hep zulme uğrasınlar, hep güçsüz olsunlar diye mi dünyaya atmıştır? 'Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun'dur? Bu cevapla Bediüzzaman aslında kevn ile vahyin uyumu da koyar ortaya. Kevnin, kainatın, kanunların, fiziğin, kimyanın, biyolojinin, bilimin sahibi, aynı zamanda vahyin de sahibidir. Elbette vahye tutunanlara kevnin içinde tuzaklar kurmamış; iki kitap arasındaki çelişkilerle, başarısız olmalarını kaçınılmaz hale getirecek bir kainat yaratmamıştır. Sorun kevnin ve vahyin uyumsuzluğunda değil, müminin vahye ve kevne uyumsuzluğundadır. Başarısızlık, kalpteki imanın hayata yüklediği, mecbur ettiği bir kader değildir.

Buna benzer bir düşüncemi, yıllar önce, "Çürümüş Kalpleri Kim Diriltecek?" isimli yazımda şöyle dile getirmiştim:

"Bazen 'Kur’an’daki ayetleri çok mu kendimden ötekileştirerek okuyorum?' diye soruyorum kendime. Mesela; Yasin sûresinde geçen 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' sorusunu, nüzul sebebine bağlayarak yalnız Übey b. Halef’in üzerine yıkmak o baki kelama haksızlık mı, diye soruyorum. Bazen cevabım; 'Evet, haksızlık' şeklinde oluyor. Çünkü ben de umutsuzluğa düştüğüm anlarda, özellikle kendimden umudu kestiğim anlarda, günahlarımdan artık iyice daraldığım anlarda soruyorum: 'Çürümüş kalpleri kim diriltecek?' Kalbimi kim diriltecek? O zaman Yasin sûresi bana da cevap veriyor: 'De ki; kim onları ilk başta yaratmış ise, o diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.'"

Kur'an da pek çok ayetinde örtük/açık ümit ekiyor yüreklerimize. Yalnız "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" emr-i nuranîsi değil; biraz o gözle baksanız, bütün vahiy ümit çiçeğidir gönüllerimize ekilen. Hatta "Bismillah..." bile, Birinci Söz'deki ifadeleri bu gözle okuduğunuzda görürsünüz ki, bir cesaret/ümit dersidir: "Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları 'Bismillâh' der, sert taş ve toprağı deler, geçer. 'Allah namına, Rahmân namına' der; herşey ona musahhar olur." Bu ve benzeri ifadeleri içeren Birinci Söz'ün; yazıldığı dönemin salabeti, harareti hesaba katılırsa, her yanı ümitsizlikle, korkuyla, acizlikle sarılmış mümin kalplerine; "Bismillah deyin, başlayın; karşınızdaki taş olsa deler geçersiniz!" dediği, cesaret ve ümit aşıladığı apaçık anlaşılır: "En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar..."

Sizin de dikkatinizi çeker mi bilmem: Teknolojik her gelişmenin veya atılımın, ülkemize önce 'korkusu' ithal edilir. Örneğin: Nükleer santral yapımı gündeme gelir gelmez, önce muhtemel felaket senaryoları tartışılmaya başlar medyada. Ceptelefonları 'önce' kanser yapar. Hızlı tren 'önce' kazaya çok müsait bir taşıma aracıdır ve Türkiye coğrafyasına uygun değildir. İnternet, 'önce' ahlakımızı bozar. Facebook, twitter vesaire 'önce' kimlik bilgilerinizi sürekli birilerinin çalmaya, sizi dolandırmaya çalıştığı bir platformdur, öcüdür. Takip ederim teknolojiyle ilgili haberleri. İletişim ve ulaşımla ilgili neredeyse her yeni buluşun veya ürünün ülkemize gelişi öncesinde böyle korkutucu haberler duymuşumdur. Belki bu felaket senaryolarının gerçekleşebilme ihtimali, Bediüzzaman'ın, kayığa binmeye korkan dostuna çıkardığı ihtimal hesabından daha da zor ihtimallidir; ama yine de korkulur, korkutulur.

Tek bu da değil: Yine örneğin yeraltından, hatta denizaltından metro veya tüpgeçit yapılacaksa, önce korkuları ekilir yüreklere. "Başarılması zordur, mümkün değildir, kesin kaza olur..." vesaire. Küresel dengelere rağmen mazlumları savunacak bir siyaseti yürütecek olsanız bile korkusu hazırdır: Yalnızlaşmaktasınızdır ve bunun bedeli ülkenin karışması olacaktır. Bu da tutmazsa; üçüncü köprü veya havaalanı inşaatlarına girdiğinizde bir başka korku salınır yüreklerinize: O kadar yeşillik yok olmaktadır ve bu yeşilliklerin yok olması çok büyük bir çevresel felakettir. Bir noktada doğru, bu bir çevresel felakettir, fakat İstanbul şartlarında üçüncü bir köprünün olmayışı nasıl bir felakettir, bu pek masaya yatırılmaz. İlaveten; yokedilmeye mecbur olunan bu alan yerine başka bir bölgenin yeşillendirilmesi tezini bile düşünmeden çöpe atar muhatabınız. O bunu asla telafi edemez. İyi de ağaç bir hayır olduğu kadar müminleri birbirine kavuşturan yol da, köprü de, havaalanı da, tüpgeçit de bir hayır türü değil midir?

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abi, bir sohbet esnasında iki dalda yaşanan her gelişmenin ister istemez müslümanların yararına olacağını söyledi: 1) Ulaşım 2) İletişim. Öyle ya; Lemaat'ta da haccın ehemmiyetine dikkat çeken Bediüzzaman, zaten onun bir müminler arası iletişim platformu olduğunu söylemiyor muydu? Ulaşımın da aynı şekilde (tıpkı iletişim gibi) birbirimizden haberdar ve daha sıkı bağlara sahip bir müminler duvarı haline gelmemize katkısı yok muydu? Hatta Cemil Ertem, Markar Esayan'la birlikte kaleme aldığı Dünyayı Durduran 60 Gün kitabında double yolların dahi bugün devam etmekte olan barış sürecinin zeminine büyük katkı yaptığına dikkat çekiyordu. Eğer o yollar vasıtasıyla ulaşım ve dolayısıyla etkileşim artmasa, bugün bir barış süreci devam ediyor olamazdı. Belki Bediüzzaman'ın yine Lemaat'ta yer alan; "Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek..." ifadesi de iletişim ve ulaşım imkanlarının bu artışıyla ilgiliydi. Evvel girecek olanlar, zaten etkileşim içinde uygun zamanın gelmesini bekliyor olanlar olacaktı. Mısır, Filistin, Gazze gibi meselelerde özellikle sosyalmedya sayesinde sıkı bir etkileşim içine giren ve başlarındaki iktidarlardan bağımsız bir bütün oluşturabilen halklar bu baharın habercisiydi.

Metin abinin o sözünü hatırlayınca, bu tarz korkuların da ekilmesini boşuna bulmuyorum. Herhalde bizim gördüğümüz kadar onlar da görüyor olacakları. Fakat engel olamıyorlar. Bilgi öyle bir hale geldi ki, elde tutulmaz; hava gibi, su gibi, nur gibi; zaptedilmez. Amerika dün üretilen, bugün Türkiye'de veya Çin'de. Geride kalmak artık güçleşiyor ve sanki dünya bilgi konusunda da homojen bir zemine yürüyor. İletişim ve ulaşımda homojenleşen bir dünyada hakikaten neden dünya bizler için tedenni dünyası olsun? Neden yeis ekilsin yüreklere? Kalbindeki imandan emin olan, önündeki yoldan telaş etmemeli.

Bitirirken bir not: Aslında yazıyı bu notta anlatacağımı kaleme almak için yazdım. Ama yazarken koyacak yer bulamadım. Kısacık değineyim bari: Âlâ dergisi veya mesture ablaların yaşadıkları kimi hadiseler üzerinden bize aşılanan bir korku daha var. O korku da şu: "Müslümanlar eğer gücü, iktidarı ve parayı elde ederlerse, kesin bozulurlar! Ne mestureleri ahlaklı olur, ne iktidarları dindar olur, ne de zenginleri adam olur" tarzında (zalim bir genelleştirme de içeren) bir korku bu.

Bu korku çok sinsi. Şeytanın sağdan yaklaşması gibi birşey. Fakat aslında yapmak istediği dindarlar ile güç, para ve iktidarın arasına mesafe koymak. Onları bu üçünden kaçmaya ve onların tamamını sekülerlere devretmeye bir temayül oluşturmak. Bir nevi neo-zahidlik. Ezik, parasız, güçsüz, özenilmez müslümanla sorunları yok. (Hatırlarsanız, dizilerde bile evdeki hizmetçinin başının kapalı olması dokunmaz senaristlere, ama evin hanımı tesettürlü olamaz. Hastabakıcı tesettürlü olabilir, ama doktor olamaz.) Bu yüzden, bana öyle geliyor ki; farzdelim, bir mesturenin yaptığı kötü bir işten, bir dergiden veya bir müstakil olaydan tırnaklamalar yapıp; "Bakınız, müslümanlar giderek dindarlıklarını kaybediyorlar!" korkusu ekmek/üretmek, Bediüzzaman'ın suratına cevabını çarptığı korkuyu uyandırmaya çalışmaktır: "Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak." Hayır efendim, hayır! İmtihan elbette devam ediyor ve hatalarımız da olacak. Bunu biliyoruz. Fakat asla 'karamsar cerbezenin' oyununa gelmeyeceğiz. Bizim cevabımız hazır: "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?"



Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...