Tereddüt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tereddüt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Kork bayramdan korkmayandan!

"En korkulacak an, zafer anıdır."
Napolyon Bonapart

Ümit Meriç Hocanın kendi seyr-i sülûkunu tarif ettiği İçimdeki Cennete Yolculuk kitabını yıllar önce okumuştum. Hem de bir kez değil iki kez. Yine de her yanını tam bir uyanıklıkla hatırlayamıyorum. Ahirzaman çocuklarının en güvenilmez yanları hafızaları. (Bu konuda her güzel duaya muhtacım.) Fakat kitabın içinden bir sahneyi unutamam. Benzerlerini defalarca hissettiğim için belki. Orası hafızama kazınmıştır. Meriç Hocanın uzun bir süre oruç tuttuktan sonra (iki yıla yakın bir süre diye anımsıyorum) bir piknik esnasında mürşidi tarafından oruç tutmayı bırakmaya teşvik edildiği yerdir orası. Peki, bir mürşid, oruç tutmayı neden bıraktırır?

Kitapta anlatıldığına göre; müridinin, oruç tutma sıklığından dolayı, o ibadete karşı ülfet peyda ettiğini düşünüyordu merhum Muzaffer Ozak. Meriç Hoca, o gün orucunu ısrarlar eşliğinde bozduğunda, nefsinin varlığını yeniden nasıl hissettiğini şuna benzer bir şekilde anlatıyordu: (Kitap elimde olsaydı alıntılayacaktım. Netten de bulamadım. Kendi cümlelerimle yazıyorum.) "Sanki kafeste uzun süredir uyuyan bir aslan (kaplan da olabilir), aniden dışarıya çıkmak için saldırdı."

Ben de aynısını her Ramazan arkasında yaşarım. Ramazan boyunca (bir ölçüde) köşesine sindirdiğim nefsin, bayramın birinci günü kafesine saldırıp ve parmaklıkların sağlamlığını yoklayan aslan kadar istekli olduğunu görürüm. Bu beni korkutur. Kederin fazlalığı gibi neşenin fazlalığı da ürkütücüdür. Yeis, "Allah'tan ümidinizi kesmeyin!" emriyle yasaklandığı gibi, akıbet noktasında endişesiz bir neşe de; "Dikkat edin de şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek ayartmasın!" emriyle yasaklanmıştır. Hadd-i vasatta, yani ortayolda/dengede/adalette, kalmaktır bu ümmetin imtihanı.

Çılgınlıklarla değil çıldırmamakla imtihan oluyoruz. İfrat ve tefritimize değil itidalimize sevap yazılıyor. Gevşekliğimiz uyarıldığı gibi ibadette aşırıya gitmemiz de uyarılıyor. Hem de bizzat Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarafından Osman b. Maz'ûn'a (r.a.) yapılıyor bu uyarı: "Ben senin için güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahu Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.”

Dedim ya. Korkarım bu yüzden bayramlardan. Hem sadece bayramlardan mı? Bayram kokulu zamanlardan da korkarım. Mesela: Nasr sûresinde; "Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et; O'ndan bağışlama dile, çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir..." denilmesi endişelendirir beni. Fethin ve istiğfarın birbirine bağlanması dokunur yüreğime. Zafer zamanlarının aynı zamanda gaflet ve ifrat zamanları olabileceği düşüncesi sarar her yanımı. Ya "Ramazan'da sırtını yere getirdim!" derken, arkamı döndüğümde, sırtı yere getirilen ben olduysam/olursam?

28. Lem'a'ya gider aklım: "Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle, gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. (...) Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır."

Sizce çok mu vehimliyim? Fazla mı abartıyorum herşeyi? Peki o zaman Tabiat Risalesi'nin başındaki şu ifade neyin nesi: "1338'de Ankara'ya gittim. İslam Ordusunun Yunan'a galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm." Bir zındıka fikri? İçine girmek? Bozmak? Zehirlendirmek? Dessasane çalışmak?

Hadi hepsi tamam da, peki bu 'neşe alan'ı nasıl açıklayacağız? Niye söylüyor bunu Bediüzzaman Hazretleri? Neşe zamanlarının arkayı dolaşanlara kör olduğumuz vakitler olduğuna dikkat çekmek için olabilir mi? Böylesi vakitlerde akla karayı ayırma teennisini yitirme durumları yaşamamızdan mı? Her neyse... Asıl ben şey diyecektim size: Ramazan'dan sonra Şevval'in altı günü oruç tutmakla ilgili konuşacaktım.

Hani hadis-i şerifle övülen ve teşvik edilen Şevval'in altı gün orucu. Sakın o da Ramazan'dan birden çıkmamak için olmasın? Kafese saldıran aslana karşı kapıyı hemen bırakmamak? Ramazan'a iki mübarek ayla kontrollü bir şekilde girdiğimiz gibi yine kontrollü bir şekilde ayrılmak? Kazandım sanarken kaybetmemek? Hikmeti böyle birşey olabilir mi? Kur'an'dan, sünnetten ve mübarek mürşidlerden aldığımız dersler bize hep 'kıymetli bir temkin' öğütlüyor. Bu kıymetli temkini yitirmekten korkmalı. Bayramları hem sevmeli hem onlardan korkmalı.

7 Mart 2014 Cuma

İnsanî bir ‘tereddüt’ olmalı

Taberanî'de nakledildiğine göre; İbn Sa’d es-Saidî (r.a.), Resulullah aleyhissalatu vesselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. Münafığınsa; ameli, niyetinden daha hayırlıdır.” Abdurrahim b. Yahya el-Esved, bu hadisi izah sadedinde der ki: “Müminin ameldeki ihlası, amelinden daha hayırlıdır.” Ebu Talib el-Mekkî aynı hadisi şöyle yorumlar: “Niyetler gizlidir ve gizli amellerin sevabı kat kat verilir. (...) Aynı zamanda Allah Teala, bir kula niyeti bahşettiği zaman ihlası da bahşeder ve o kişiyi niyetine gelebilecek afetlerden korur.”

Daha bunlar gibi pek güzel izahlar var. Bir tanesini de ben işitmiştim. Diyordu ki: Mümin, bir amele niyet ettiğinde, niyetinde bir saflık vardır. Ama o niyetle amel ettiğinde, işlediği amel, niyetindeki kadar saf kalmayabilir. Örneğin: Bir insan, tam bir ihlas ile cihada niyet edebilir. Ama cihad ederken yaptığı kahramanlıkların ardından, insanların muhtemel iltifatları karşısında (kendi nefsinin beğenisi de dahildir buna) ihlasını aynı saflıkta koruması zordur. Yine mesela; Allah rızası için sadaka vermeye niyet eden adam; niyeti, amel oluncaya kadar safiyetini bihakkın koruyabilir. Ama amel ortaya döküldüğünde, şahid olanların kendisine göstereceği teveccüh/iltifat karşısında, riyakâr bir tereddüte düşmesi muhtemeldir.

Bütün bu insanî endişelerin yanısıra arkadaşım, 'kusur' insanın imzasıdır. Yaptığı her amele atar onu. Kendisinin olduğunu belli eder. Bu sebeple; niyetken, hayalken veya tasavvurken sorunsuz olan kimi düşler, sahada tamamen insanî vartalarla kusurlu hale gelebilirler. Sen cihad diye kılıcını sallarken, Allah korusun, belki önüne bir masum denk gelir, incinir. Yahut sadaka niyetiyle bağışta bulunurken, takındığın kem bir tavır, bir fakirin gönül sarayını incitir. Veyahut namaz kıldığın yer necistir, dikkat etmemişsindir, namazına zarar gelir, vesaire...

İnsan olduğunu hiç unutmamasından dolayı, bana öyle geliyor ki; mümin, ameli ve niyeti arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, oyunu mutlaka niyetinden yana kullanır. Güvenmez yani amellerine. Hadiste kendisine nasihat edildiği şekilde 'daha hayırlı olanın' niyet olduğunu bilir.

Böyle bir bakış sahibinin, zararlı amelini terketmesi kolaydır. "Niyetim iyi idi. Fakat ne de olsa insanım. Belki de yanlış yaptım/yapıyorum" demesi kolaydır. Çünkü söylem ile eylemin, niyet ile amelin birebir ölçüşmediğini, hadis-i nebeviden güzelce ders almıştır.

Mümin, evet, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır. Fakat aynı mümin, diğer bir yönüyle, asla kendisinden ve akıbetinden veya amellerinden emin olmayandır. Ömerî bir tereddüt taşır içinde her zaman. "Bütün insanlar cennete, bir tek kişi cehenneme gidecek olsa, korkarım ki ben olayım!" der. Zaten onu diğerleri için zararsız hale getiren de bu insanî tereddüdür. "Ya ben yanlıştaysam?" sağlıklı endişesidir. Bu endişe onu, masivaya karşı daha merhametli, Rabbine karşı daha tevbekâr ve hakikate daima aç bir hale getirir.

Buharî'deki meşhur fitne hadisinde bahsedilen 'koşanı yürüten, yürüyeni durduran, ayakta olanı oturtan, oturanı yatıran, yatanı uyutan... ' müminane tereddüt budur. "Hatalı olan ben miyim?" sorgulamasıdır.

Fakat münafıkta, hadisin de altını çizdiği gibi, işler böyle yürümez. Münafık ahlakının bir yanı ikiyüzlülükse, diğer yanı amelini sorgulatmamaktır. Evet, münafık, konuştuğumuz örneklerden hareketle izah edersek, "Elinden ve dilinden emin olunamayan, ama kendisi her işinin doğru olduğundan kesinlikle emin olan..." insandır. Kalbini de amellerini de sorgulatmaz bu yüzden. İyi niyetli olmasının(!) amellerinin iyi olması için yeterli olduğunu düşünür. Temiz kalbine(!) o kadar inanmıştır ki, elinden yanlış işler sudur edebileceğine ihtimal vermez, verdirmez. İhtar edenleri tekdir, hatta tekfir eder. Bakara sûresinde şöyle anlatılır onların bu hali:

"Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki, asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değillerdir. 'Siz de herkesin inandığı gibi inanın' dendiğinde, 'O beyinsizler gibi mi inanalım?' derler. Oysa beyinsizlerin tâ kendisi onlardır; lakin bunu da bilmezler."

Görüyorsunuz ya, ne kadar açık. Amellerinin sahada sorunlar çıkardığı, bozgunculuk yaptıkları, yanlışta oldukları kendilerine hatırlatıldığında nasıl da daha hayırlı buldukları amellerinin yanında yer alıyorlar! O kadar kendilerinden ve yaptıklarının doğruluğundan emin bir halleri var ki.

"Bakın bütün insanlar sizden farklı bir şekilde düşünüyor. Onların sözlerine kulak verin. Onlar gibi bakın/düşünün/iman edin!" denildiğinde de tepkileri nasıl oluyor? "Yahu acaba biz mi yanlıştayız?" diyeceklerine, farklı düşünenleri aşağılamayı seçiyorlar: "O beyinsizler gibi mi inanalım?"

Halbuki aslında bu 'seçilmişlik algısıyla' aptallıklarını ortaya koymuş oluyorlar. Tıpkı otobanda ters yönde giden Temel gibi: Radyoda "Bir araba ters yöne girmiş. Otobanı birbirine katıyor!" diye duyduğunda "Kardeşum ne bir tanesu? Ha bunlarun hepisu ters yolda!" diyebiliyorlar. Halbuki Bediüzzaman demiyor mu: "Gayr-i meşru tarik ile bir maksada giden zat, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat." Bunların da gayrımeşru tarikleri/yolları, onları en nihayet hezimete götürüyor.

O yüzden sen sen ol arkadaşım. Amellerinden o kadar da emin olma. İnsanî bir tereddüt hep bulunsun yüreğinde. "Ya ben yanlışsam?" de. "Ya ben yanılıyorsam?"



Bu Cenab-ı Hakkın bir lütuf olarak kalbimize bıraktığı, bizi insan kılan, insanî bir tereddüttür. Empatiyi ve merhameti arttırır muhataplarımıza karşı. İtirafa ve tevbeye kapı açar. O münafıklara ahlakça benzeme ki; küçük bir zümredirler, ama doğru yolda yalnız kendilerini bilirler, kendi doğrularına uymayan herkesi de tıpkı ayette geçtiği şekilde aşağılarlar. "Ümmetim dalalet üzerine birleşmez" buyuruyor Allah Resulü. Sen küçük grupların, cemaatlerin değil; ümmetin adamı ol. Ümmetle birlikte yürü. Sıradanlığın içinde huzuru bulursun. Bu arada, cadde-i kübraya bir tarif arıyorsan, belki son paragrafı tekrar okumalısın.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...