Senai Demirci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Senai Demirci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2021 Cumartesi

Senai Demirci nereye düşüyor?

"Narsizm, kişinin ilgisini kendisine yöneltmesinin karanlık yüzüdür, ancak çoğunlukla özsaygıyla karıştırılır. (...) Günümüzde herşeyi kendimiz için yaptığımızı söylemek istiyoruz. Başkaları için fedakârlık yapmak istiyorsanız, hele de kadınsanız, bu bir çeşit zayıflık olarak görülüyor. (...) Bütün yaşamları boyunca kendilerine 'çok özel' oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor. (...) Ben Nesli aşırı övgüyle büyüdü. Bu nesil sorumluluk duygusu ile motive olmaz. Çok çalışmak kendi içinde bir erdem değildir. Ancak toplumda onları diğerlerinden ayırıyorsa o zaman uğraşmaya değer." 

Jean M. Twenge, Ben Nesli kitabından...  


İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin ehl-i bid'a hakkında bir sözü vardı. Ebubekir Sifil Hoca'nın kaleminden okuduğumu anımsıyorum. Aynıyla ezberimde değil maalesef. Manaca nakledeceğim. Diyordu ki merhum: Bir insan ehl-i sünnetten ayrılan görüşlere sahipse illa bir yerde kendisiyle, söylemiyle, iddiasıyla, kurgusuyla, uydurmasıyla çelişkiye düşer. Bizcesini söylersek işin: Saçmalar. Tutarsızlığını açığa vurur. Rezil olur. Hakikaten de gün geçtikçe bunun misallerini daha bir sıklıkla görüyoruz. İşte onlardan bir tanesini de Senai Demirci vasıtasıyla gördüğümüzü düşünüyorum. 

Mevzu nedir peki? Efendim, mevzu aslında göründüğünden derindir, hazindir. Ahirzamanda insanlar üzerine çevrilen manipülatif dümenlerin tezahürüdür. Düğümlere üflemektir. Evet. Bu asır, Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, 'enaniyet asrı'dır. Benliklere öylesine kitlesel/bireysel mağduriyetler-üstünlükler fikri aşılanmaktadır ki artık hiçbirisi ele-avuca sığmamaktadır. (Jean M. Twenge "Ben Nesli" eserinde hastalığın kökünü birkaç nesil öncesine kadar taşır. Yani bugün görülen arızalar yüzyıllara yayılmış bir tahribatın sonuçlarıdır. Kitabın altbaşlığıysa bu noktada çok ilginçtir: "Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli, iddialı fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?") Faşist ekollerin ırkçılık zemininde yücelttikleri 'toplum'la Liberal çizginin övgüsüyle yükselttiği 'birey' aynı 'ben'e hizmet ederler. Birincisinde "Ben üstünüm!" daha bir "Biz üstünüz!" sosuyla süslenmişken ikincisinde anamesaj daha ortadadır. Ancak, Bediüzzaman'a göre, ikisiyle de aranılan aynı şeydir: 

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

İşte, bugün, ister 'feminizm'in bizzat kendisi ister daha 'modernist İslamî' versiyonları olsun,  aynı manipülasyona çalışmaktadırlar: Kadın üzerinden bir mağduriyet edebiyatı/zemini oluşturup bu mağduriyetin mesuliyetini yükledikleri geleneksel/kimliksel her öğeyi 'enaniyetin intikamcı coşkusuna' dövdürmek. Zincirlerinden boşanan bu duygusallıkla yerli-yerleşik olanın konumunu elverdiğince geriletmek. Gözden düşürmek. Ezdirmek. 'Kadına şiddet-kadın cinayeti' konulu haberlerin 'erkeğe şiddet-erkek cinayeti' (zaten böyle başlıklar yoktur) mevzulu haberlerden daha belirgin şekilde basında yeralmasından tutun, benzer kurgudaki sanatsal ürünlerin medyada 'egemen/tekil söylem' haline gelmesine kadar, her noktada bu manipülasyonun izlerine rastlamak mümkündür.

Eh, evet, küresel zeminde hal böyleyken Senai Demirci gibi İslam modernistlerinde de benzer söylemlere rastlamak normal karşılanmalı artık. Ki kendisi twitterda sormuş: "Hiç merak ettiniz mi cennetle müjdelendiği söylenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?" Böyle bir muğalatayı Demirci'ye sorduran nedir? Hakikaten bilmiyor mu? Hayır. Doğrusu buna inanmayı 'kendimi aptal yerine koymakla' eşdeğer sayıyorum. Senai Demirci elbette cerbezesinin cevabını biliyor. Fakat o böyle argümanları dillendirmekle altyapısı olmayan sevenlerinde bir algı operasyonunu başarabileceğini düşünüyor. Nedir? Belki böylelikle o kitlede hadis-i şeriflere karşı bir önyargı inşa edebilecektir. Madem ki, 'sadece erkekleri' cennetle müjdeliyordur, o halde bir kadın hadislere nasıl inanır? Öyle ya. Taktik taktiktir efendim. Mü'minler olmasa da mü'mineler belki bir parça gaza gelirler.  Ya Nasib.

Bir takipçisinin itirazı üzerine de iddialarını şöyle genişletiyor: "1) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 2) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 3) Hadi bunu da anladık diyelim, hiçbir kadın cennetle müjdelenmeyi haketmez mi?" Doğrusu bu cümleleri okuyunca kendimi "Bir insan giderek cahilleşir mi?" sorusu karşısında buldum. Neyse. Takipçilerine hürmeten kısaca cevaplayalım:


1) Cennetle müjdelenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok? 

Çünkü 'cennetle müjdelenen on sahabe' rivayeti bu kadarcıktır. Tam liste açıklaması değildir. Hem zaten, standart bir müslümanın bildiği üzere, cennet müjdeleri bu hadisten ibaret değildir. Kişilerin kimliği ve de sayısı ise bu müjdeyi paylaştığı şartlarla ilgilidir. Sözgelimi: 'Cennet hanımlarının efendileri' hadisinde de hiç erkek yoktur. Yine münhasıran bir hanımın veya erkeğin cennetle müjdelendiği hadislerde de o hanım veya erkekten başkası yoktur. Bu tarz hadislere sanki Aleyhissalatuvesselamın hasmıymış gibi "Gördün mü bak şunları anmadı!" imâsıyla bakılmaz. Bu fitne/husûmet imâsıdır. Çirkefçe açık aramaktır. Ben eminim ki: Medine münafıkları bu hadis-i şerifi Demirci kulağıyla işitseler, böyle bir manipülasyonun iş yapacağını da düşünseler, aynı şeyi salyalar akıtarak dillendirirlerdi. Onlara da bu çok görülmezdi. Meslekleri budur. Fitne çıkarmaktır. Ya Senai Demirci'ninki nedir? Demirci Bektaşî misali rivayetlerin yarısını yutarak neyi amaçlamaktadır?

2) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 

Aleyhissalatuvesselamın mizac-ı beyanına aşina olmayan birisi böyle şeyler söylese denir ki: Bilmiyor. Cahil. Yazık. Halbuki Demirci bu konularda malumatlı birisi. Hadi, kendisi okuduğunu-yazdığını unutacak bir yaşa geldi diyelim, çevresinden de mi uyaran olmuyor? Elbette Efendimiz aleyhissalatuvesselam cennetliktir. Bütün peygamberler cennetliktir. Kendisi de vaad-i ilahî ile cennetlik olduğunu bilmektedir. Hakkın bildirmesiyle haberdardır. Bunda şüphesi olan mı vardır? Onun endişe bildiren hadis-i şerifleri öncelikle 'irade-i cüziyesine' sonra da 'tedris-i ümmete' bakar. Yani kul nefsi/sa'yi üzerinden cenneti garantileyemez. 

Bu ucbdur. Manevî bir hastalıktır. Ancak Allah lütfederse cennete girer. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz lütf-i ilahî ile cennete gideceğinden haberdar edilmiştir. Lakin bunun kendi iradesinde olmadığını beyan sadedinde, hem de ümmetine ders olması için, endişe arzetmiştir. Yani birisinin mevzuu 'fıkh-ı bâtın'dır. Diğerinin mevzuu 'fıkh-ı zâhir'dir. Sözgelimi: Bir insan şartlarına riayet ederek zekatını verse, sonra ona sorulsa, "Zekatın oldu mu?" Elbette zâhire göre "Oldu!" diye cevap verecektir. Fakat bu şartların ötesinde "Allah bu amelinden razı oldu mu?" diye sorulsa nasıl "Evet!" diyecektir? Bunu bilemez ki. İşin bu tarafı iç terbiyeye dönüktür. İçin tekinliği amelinden emin olmamaktadır. Dışın tekinliği şartlarına uyulan amelden şüphe etmemektir. Dönüp iade etmemektir. Tevekküldür. Ötekinde aksidir. Birisinin makamı havftır/korkudur. Diğerininki recadır/ümittir. Eskilerin tabiriyle manevî alanda "Oldum!" demek "Öldüm!" demektir. İç-dış şartları birbirinden başkadır.

Millete çarşaf çarşaf 'esma' öğrettikten sonra tutup kendinde unutmak taaccüb edilecek bir iştir. Elbette Cenab-ı Hakka kullukta birçok ismin gölgeleri bulunmaktadır. Bu gölgelerde haller başka başka olmaktadır. Allah'ın Sadıku'l-Vaad isminin tecellisinde beyan edilen hakikatle ism-i Ğâfûr'un secdesinde edilen dua bir olmaz. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın cennet için edeceği şefaat de haktır akıbeti için duyduğu endişe de... Hiçbirisi diğerine nakise getirmez. Kemal katar. Senai Demirci bunları unuttuysa mahallesindeki çocukların ellerinden tutsun da camilerdeki Elif-Bâ derslerine devam etsin. Belki eksiklerini tekmil eder.

3) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 

Bunu Senai Demirci değil de din düşmanlığı açık birisi dese ağzımın dolusuyla "Alçaaak!" diye bağırırdım. Çünkü buradaki alçaklık pek açıktır. Azıcık hadis-i şerifleri karıştırmış herkes bilir ki: Medinelilerden de cennetle müjdelenen çoktur. Hatta onlara dair iltifatları toplansa kitap olur. Senai Demirci, haydi bütün bunları unuttu diyelim, Hz. Hasan ile Hüseyin'in (radyallahu anhum ecmain) Medineli olduklarını da mı bilmez? Evet. Onlar Medine'de doğmuşlardır. Ve cennet gençlerinin efendileridirler. Ha, yok, iş daha da çirkefleşiyor da bu hadislerde bir 'kabilecilik' güdüldüğü imâ ediliyorsa, buna da ancak gülerim. Kabileciliği (bir fitne aracı olarak) dibine kadar kullanmaya çalışan Medine münafıklarının o gün bulup gösteremediklerini Demirci bugün mü bulup göstermektedir? 

Dördüncü soruya değinmeyeceğim. Çünkü cevabını birinci soruda verdik. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hanımları da cennetle müjdelediği pekçok hadis-i şerif bulunmaktadır. Senai Demirci'nin burada yaptığı bir markette manav reyonunun önünde durup "Burada et düşmanlığı yapılıyor!" diye bağırmak kadar saçmadır. Şarlatanlığı kesip azıcık ilerlese kasap reyonuna gelecektir. İddialarının ne kadar boş olduğunu görecektir. Ama elbette 'görmek isteyen' görecektir. Bile-isteye kör olanın kalbi mühürlenmiştir. Allah onlara hakkı göstermez. Güneşe baksalar da ışıktan hisseleri olmaz.

En başa dönersek, arkadaşlar, ahirzaman fitnesi 'enaniyet/benlik' üzerine çalışıyor. Herbirimizi 'benbenci' bir hale getirmeye gayret ediyor. Irkçılık bunun bir versiyonu. Feminizm başka bir versiyonu. Modernizm daha başka bir versiyonu. Liberalizm bambaşka bir versiyonu. Hangisinin arkasına düşseniz kendini 'en doğruyu bilen' ve 'en az kıymeti bilinen' olarak görüyor. Varlık hiyerarşisinin zirvesinde kendisini konumlandırıyor. Dışındaki âleme de parmak sallıyor. İş öğretiyor. Din öğretiyor. Oradan aldığı enerjiyle başka herşeyin üzerine gidiyor. Bediüzzaman'ın ahirzaman terbiyesinde acz/fakr bilincini en başka koyması belki de biraz bundan ötürü. Çünkü ilk önce 'benlik bilincinin' doğru yerde konumlanması lazım. Bozulma oradan başladı. Düzelme de ancak oradan olacak. Cenab-ı Hak ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Âmin. Âmin.

15 Aralık 2019 Pazar

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'dan neyi terketti?

Zaman zaman dönüp dolaşıp önüme düşen bir iddia var. Hakkında kısa da olsa birşeyler karalamayı kaçınılmaz kılıyor. Efendim tekrar eden iddianın özeti şudur: Bediüzzaman, İşaratü'l-İ'caz'da başka birşey yapmıştır, Risale-i Nur'da başka birşey yapmıştır. Yani eskisiyle yenisi, her ikisi de aynı Üstadın tefsirleri olmasına rağmen, apayrı şeylerdir. Hatta Bediüzzaman'ın Yeni Said dönemi klasik tefsir usûlünü terkettiği(!) bir dönemdir. Senai Demirci abinin bunun için Zaman Aynası Namaz'da bir tabiri de vardı: 'Vahiyle yüzleşme.' Yani Bediüzzaman Yeni Said'le daha önce yapmadığı(!) bir şekilde vahiyle yüzleşmiştir.

Hey mübarek. At aforizmayı kurtarsın karizmayı. İşin bu yanını daha önce irdelediğim için tekrar dönmeyeceğim. Zaten şu var: Bu iddiayı, farklı düzeylerde olmakla birlikte, tek dilegetiren Senai abi de değil. Daha başkaları da az-çok böylesi şeyleri imâ ediyorlar. Büsbütün haksızlar mı peki? Hayır. Değiller. Hakikaten de İşaratü'l-İ'caz külliyatın genelinden bir miktar farklı duruyor. Kur'an'ın mushaf sırasına göre bir tefsiri olmak üzere başlanması ilk alamet-i farikası olarak hemen göze çarpıyor. Mevzuun bu kadarını reddeden yok zaten. Evet. Öyledir. Kabulümüzdür. Bediüzzaman yani Yeni Said döneminde tefsirini daha bir konu bazlı olarak şekillendirmiştir. Kendisinin tarifiyle bu metodun ismi 'hakikat tefsiri'dir.

Müellifin terkettiğinin sadece bu olduğunu söylesek, Allahu'l-a'lem, hakikate isabet de edeceğiz. Ancak orada kalmıyor ki. Kimileri Bediüzzaman'ın ehl-i sünnet tefsir usûlünü bir ayakbağı gibi görmeye başladığına kadar vardırıyor işi. Yani onlara göre Risale-i Nur'un tefsir usûlü yine ancak Risale-i Nur'dan çıkarılabilecek yepyeni bir usûldür. Ey, vay, tamam. Çıkaran var mıdır peki? Cık. Yok. Sıfır. Zero. Böyle bir usûl çıkarıp karşımıza koyabilen yok.

'Karşımıza' derken neyin ehl-i sünnet usûlünden farklı olduğunu gösterebilecek bir babayiğit yok demek istiyorum. Sağda-solda gezinen söylentiler var. Bunların da şöyle delilli/burhanlı birşey olup sınanmaya niyeti yok. Ancak aforizma. Kur'aniyyun taifesinin senelerdir ortaya Kur'an ilmihali koyamamaları türünden, bu tarz iddia sahipleri de, ağızlarının yanlarıyla fısfıslandıktan sonra "Hadi aslanım!" diyenlere "Nanik!" çekiyorlar.

Bunun bir level üstü de, hâşâ, Bediüzzaman'ın Yeni Said döneminde Kur'an lisanının anlam imkanlarını/sınırlarını öğreten ilimleri/usûlleri terkederek Risale-i Nur'u yazdığı. Kanıtı ne peki? O da şu: Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz'da hakikatleri anlatırken ayetin hangi harfinden/kelimesinden hangi manaya ulaştığını, bu tarz ilimlerdeki dayanaklarını da göstererek, uzun uzun izah ediyor. Risale-i Nur'da ise bunu çok az yapıyor. Genelde ayeti anıyor. Sonra doğrudan izahlara başlıyor. Demek ki bu şekilde anlam çıkarmayı terketmiş.

Bir yanık "Yaaaa!" çekiyorsunuz çenenizi ayağınıza değmesin diye tutarak. Çünkü büyük bir boşluğa düştünüz. Eh, o boşluğun da doldurulması lazım, nasıl olacak bu? Soruyorsunuz: "Peki Risale-i Nur'da verdiği anlamları nereden buldu?" Arkadaşlar şuna dair aldığım cevapları bencileyin birkaç başlıkta topladım. Şöyle: 1) Bunlar ona ilhamen bildirildi. Yani ayetle izahın ilişkisinden ilhamla haberdar edildi. O da nakletti. 2) İzahları aslında mahza kendi tefekkürlerinin sonuçlarıydı. İlgili gördüğü ayetleri ise yeri geldikçe sarfetti. 3) Bediüzzaman ayetin, bir kısa mealcik kadar olsun, ne dediğini bilmeyi tefsiri için yeterli görüyordu. Yani, Yeni Said döneminde, aşağı-yukarı mealcilik akımının tezlerine hakverdi.

Dördüncü cevap ise bizimkisi. Daha doğrusu hâdisenin fotoğrafını doğru çekenlerin görüşü. O da şudur: Bediüzzaman, ne böylesi ilimlerden, ne de ehl-i sünnetin tefsir usûlünden hiçbirşeyi terketmedi. Risale-i Nur'da böylesi izahların az bulunması, onların kullanılmamalarından değil, okura nakledilmemelerindendi. Yani Risale-i Nur'daki bu durum tıpkı şuna benziyordu: Hesaptan hiç anlamayan bir işçinin muhasebe bölümüne uğrayarak 'bu ay ne kadar kâr edildiğini' sorduğunu düşünün. Muhasebeci bu elemana karşı nasıl bir tavır takınır? Neyi/nereden çıkardığını uzun uzun izah eder mi? Yoksa hesaplamaları kendisi yapıp sonucu mu aktarır? Bence genelde ikincisi olur. Çünkü anlatsa fehmi kısa muhatabının kafası karışacaktır. Sabrı azalacaktır. İzahlar içinde boğulacaktır. Ona rakamı söyler geçer.

Fakat bir de aynı muhasebeciye patronun bu soruyu sorduğunu düşünün. Hemen raporlar alınır. Alım-satımlar, giderler-gelirler, akarlar-kokarlar listelenir. Hepsi patronun huzurunda geniş izahlarla delillendirildikten sonra denir: "Kârımız bu kadar oldu."

İşte, arkadaşlar, Risale-i Nur'da Bediüzzaman'ın bu tarz izahları terketmesinin özü budur. Yani avam-ı nâsın eserlerinden daha fazla istifade etmesine imkan sağlamaktır. Yoksa, hâşâ, kullanmaması/önemsememesi diye birşey sözkonusu değildir. Metinde nasıllığının detaylandırılmaması bir usûlden veya ilimden istifade edilmediği anlamına gelmez. Zaten tefsir ilmine aşina olanlar da Bediüzzaman'ın atlatığı kısımları bulabiliyorlar. Bağları kurabiliyorlar. Biz bulamıyoruz. Kuramıyoruz. Çünkü cahiliz. Bu ilimlerden haberimiz yok. Ama bizim habersizliğimiz Bediüzzaman'ın terkettiği anlamına gelmiyor. Uçmayalım.

Ahmed Hamdi Tanpınar Beş Şehir'de basitleştirmenin Bektaşî mesleği olduğunu söyler. Bence burada da böylesi bir Bektaşîlik var. Ahirzaman çocukları olarak bu ilimlere sahip olmak gözümüze o kadar zor görünüyor, onlarsız cahilliğimiz de o kadar kanımıza dokunuyor ki, küçük bir bahaneyle inkârına cür'et ediyoruz. Teselli arıyoruz. Bediüzzaman'ın Yeni Said'de kuşandığı hakikat tefsiri metodu da hilal arayanlara takavvüs etmiş beyaz bir kıl etkisi yapıyor. Görüşlerini yanıltıyor. Daha doğrusu onlar bizzat bile-isteye kendilerini aldatıyorlar. Böylece hiç emeksiz/okumasız 'Pıııııır!' diye müfessirler kervanına katılıyorlar. Ne diyelim? Hak Teala ayaklarımızı kaydırmasın. An olsun kendimize bırakmasın. Âmin.

15 Temmuz 2016 Cuma

Zaman Aynası Namaz Eleştileri (4): Bediüzzaman Allah'tan korkmaz mıydı?

"Allah Teala'ya korku, ümit ve sevgi hislerini cem ederek ibadet eden kimse, gerçek tevhid eridir." Mekhûl ed-Dimeşkî (r.a.)

Ali Mermer ve Senai Demirci'nin beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz (Nesil Yayınları) isimli kitabı tetkik etmeye devam ediyoruz. Bu yazıda 16. sayfada yeralan 8 numaralı dipnotu konuşacağız. Önce dipnotu alıntılayalım: "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir."

Doğrusu (bu kitapta veya Senai abinin diğer bazı yazılarında karşılaştığımız üzere) artık bir 'gelenek eleştirisi' duyduğumda bu eleştirinin tam olarak nereye veya neye yapıldığını bilmek arzu ediyorum. Gölge boksu yapmak istemiyorum. Evhamı tartışmak arzu etmiyorum. Evhamı tartışmak 'tuzak' gibi geliyor. Hayallerle kavga etmeye benziyor. Hemen soruyorum: 'İbadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayış' tam olarak kim veya kimlerdir?

Bediüzzaman'ın 'mürşidim' dediği Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazalî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın rehberi gördüğü Gavs-ı Âzâm Abdulkadir-i Geylanî (r.a.) midir gelenek? Bediüzzaman'ın hepsinden sitayişle bahsettiği ve 'yolunun evvelleri' olarak zikrettiği İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşibendî, İbn-i Arabî, Mevlana Celaleddin-i Rûmî, Mevlana Halid-i Bağdadî, Fahruddin-i Râzî (r.a.e.) vs... midir bu gelenekle kastedilen? Eğer bunlar gelenekte değiller ise şu 'gelenek' demekle kastedilenler kimlerdir? Bu geleneğin kadrosu kimlerden oluşmaktadır? Konuşan dilleri kimdir? Yazılan metinleri kimindir? Şu ekibi şahıs be şahıs sayabilecek bir aslan yürekli 'gelenek eleştirmeni' var mıdır acaba?

Öyle ya! Gelenek denilen şey çılgın hayallerin mahsulü değilse bir yerlerden gelmiş olmalıdır. Bediüzzaman'ın kendinden öncesinde görüp telafi ettiği bu boşluğu/eksiği temsil edenler kimdir? Bununla kastedilen kişilerin de, eleştirilmeye değer bulunduklarına göre, ümmette bir kesret veya kesrete sirayet etmiş bir tesiri ifade etmeleri zaruridir. Sarı Çizmeli Mehmed Ağaların sözü kayda değer bulunmaz. Onların ümmet üzerinde 'eleştirilmeye değer' bir etkisi de olmaz. O halde mutlaka müelliflerin bu gelenek denilen cisimsiz mücrimi temsil eden kişiler/eserler üzerine tesbitleri vardır veya olmalıdır.

Böyle gölge boksu yapar gibi ortaya bir gelenek eleştirisi bırakıp "Peki, kim bu eksikler bakalım?" diye sorulduğunda verecek bir cevabı olmamak modern zamanlarda rastladığımız "Saldım çayıra, Mevlam kayıra..." tarzı gelenek eleştiri metodudur. Gücünü ve etkisini belirsizlikte bulan mezkûr metod, birebir teşhis istendiğinde ise, 'kem-küm' etmekten başka köşeye kaçamaz. Yahut da şöyle yapar: Nurcuların yanındayken Bediüzzaman bu gelenek eleştirisinden hariçte olur. Nakşilerin yanındayken İmam-ı Rabbani bu gelenek eleştirisinden hariçte tutulur. Mevlevîlerin yanındayken Mevlana Celaleddin'e kesinlikle gelenekten leke kondurulmaz. Kime tesir etmek istiyorsa onu hariçte tutarak, ama aslında bütün İslamî mirası parça parça töhmet altında bırakarak, ilerler bu sinsi eleştiri.

Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim: Birisi size "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Âzâm'ı (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, iliklerinize kadar emin olun ki, Bediüzzaman'ı sevdiği yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Şafii'yi (r.a.) sevmiyorum!" diyorsa, zerrelerinize kadar iman edin ki, yalandır. "Bediüzzaman'ı seviyorum, ama İmam-ı Rabbanî'yi sevmiyorum!" diyorsa, yüzüne tükürün ki, o sevgisi yalandır.

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat âlimlerinin nurlu çizgisi, tıpkı peygamberlerin nurlu nübüvvet çizgisinde olduğu gibi 'muhabbetleri birbirini iktiza eder/gerektirir' bir çizgidir. Allah'ın, mü'minleri sadece Kur'an'a ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselama değil, ondan önceki peygamberlere ve kitaplara da imana çağırması bu 'birisi birisiz olmaz' halin tezahürüdür. Onlar öyle bir silsiledir ki, birisi sevilince hepsi sevilir, çünkü aynı sesin yankılarıdır hepsi.

Bu yüzden Bediüzzaman'ı kenara çekip 'gelenek' dediği muhayyel cemaati kışkışlayan bu eleştiri tarzına mesafeliyiz. Ya bize isim isim kimi kastettiğini ve metin metin neleri eleştirdiğini söyleyecek; yahut da biz ona 'gölge boksu' yaptığını, asıl yapmak istediğinin ise modernizme/reformizme Bediüzzaman üzerinden bir yol bulmak olduğunu söyleyeceğiz. İbadetleri salt bir mecburiyet olarak tarif eden bu geleneksel anlayış eğer 'birisi' veya 'bazı metinler' değilse, o halde bu eksiklik tanımlaması nasıl bir gerçekliğe büründürülebilir? Ben diyebilirim ki hatta; eğer teşhis yok ise, bu algı komple bir evhamdan ibarettir. Delil yoktur. Evham vardır. Belki de 'öğretilmiş öcüler' mevcuttur.

Sonraki aşamaya geçelim: İbadetleri 'mecburiyetler' olarak tanımlamak yanlış veya eksik midir? Biz biliyoruz ki; başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere birçok İslamî metin, insana, ibadet yapması konusundaki mecburiyetini hatırlatır. "İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım!" diyen Zariyat sûresinin 56. ayeti başta olmak üzere, daha birçok ayet-i celile, ibadetleri 'yapmamız zorunluluğu ile' bize öğütler. Acaba kitabın müellifleri geleneğin 'mecburiyet' vurgusunu eksik/yanlış bulurken Kur'an'daki bu vurguları nasıl yorumlamaktadır? Vazifenin terkine karşılık yapılan azap tehditleri acaba "Canınız isterse ibadet edin!" demek için midir? Yani vahyin kendisi bizzat bizi 'ibadetlerden sorumlu' veya 'ibadete mecbur' tutmaz mı? Böyle bir eleştirinin ucu nereye gider?

"Elbette yanlış değildir, ama ibadetleri sevdirmek de gerekir!" denilirse, deriz ki: Gelenek dediğimiz nurlu mirasın şunu da yapmadığını nereden biliyoruz? Muhatabımız bir delil gösterebiliyor mu? Haydi, onu çok sıkıştırmayalım, biz soralım: Tasavvuf denilen öğretinin en temel kodlarında zaten bunun tedrisi yok mudur? İslam, Kur'an'dan ve sünnetten süt emen ve büyüyen bir delikanlı olarak, acaba hiç mi ibadetleri sevdirmeye çalışmamış, hep mi "Mecbursunuz ulan! Ne sevgisi? Sevmeden yapacaksınız!" demiştir? Vallahi, azıcık Kur'an, azıcık hadis-i şerif, azıcık tasavvufî metin karıştıran der ki: Bu iddia yalandır. Salih seleflerimiz, asfiyamız ve evliyamız, Cenab-ı Hakkın hem celaline hem cemaline istikametli bir şekilde vurgu yapmışlardır. Kişinin meşrebine ve mesleğine uygun olarak ağır basan renkler olduğu söylenebilir, ama 'gelenek' diye tesmiye edilen yekûnden böyle bir tek renklilik okuması yapan ya insafsızdır yahut da suçladığı şeyi hakikatte bilmiyordur.

Hazır bu konuya değinmişken şu noktaya da dokunmadan geçemeyeceğim: Son zamanlarda yeni bir moda başladı. "Allah güzeldir. Allah'tan korkulmaz. Ancak sevgisini kaybetmekten korkulur..." tarzı Cemal Uşşak'tan bizzat duyduğum, başkalarından da bazı bazı okuduğum birşey bu. Söyleyenlerin kalbini itham etmemekle birlikte istikamet adına derim ki: Bu sözde ifrat var. Bizim Halık'ımız hakikaten kendisinden korkulmaya layık bir Halık'tır. Ki korkalım diye bizzat Kur'an'da bize celalinin tecellilerini anlatmıştır.

Evet, Allah'tan yalnız korkulmaz. Ama Allah'tan kesinlikle korkulur. Bu 'Korkmaya gerek yok!' veya 'Azaptan değil sevgisizlikten kork!' damarı iyi bir damar değil. İfratı da iyi bir yere gitmiyor. Fâtır sûresinde buyrulan "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler hakkıyla korkar..." hakikati ve "Hikmetin başı Allah korkusudur..." (Beyhakî, Şu'abu'l-İman, II, 202) hadis-i şerifi bize Allah'ın 'korkulası bir Allah' olduğunu da hatırlatıyorlar. Hatta İmam-ı Gazalî (r.a.), İhya-i Ulumi'd-Din'de, tabiunun büyüklerinden Mekhûl ed-Dimeşkî'nin (r.a.) şöyle dediğini naklediyor: "Allah Teala'ya (yalnız) korkuyla ibadet eden Haruridir (Haricidir.). (Yalnız) ümitle ibadet eden Mürciidir. (Yalnız) muhabbetle ibadet eden ise zındıktır."

Hikemiyat'ta bu sözün izahı sadedinde Ebubekir Sifil Hoca şunları söyler: "Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Teala'ya sadece O'ndan, O'nun azabından korkarak ibadet eden kimse Haricidir. Zira mü'minde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır. (...) (İkinci) sözüne gelince şu anlamdadır: Allah Teala'ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o Mürcie taifesine benzemiş bulunmaktadır. (Üçüncü) sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Teala'ya azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın sırf 'Allah sevgisi' hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terketmiş demektir." (Hikemiyat, 244-247)

Hal böyle olunca, salt Bediüzzaman değil, hangi hakikatli âlim, Ali Mermer ve Senai Demirci'nin söyledikleri gibi "Risale-i Nur, ibadeti yatayda bir mecburiyet olarak tarif eden geleneksel anlayışın yerine, ibadetin (YN: doğrusu 'ibadeti' olmalı) dikeyden bir gerekçeyle gerekçelendirir. Hep bilinen, hep yinelenen ibadet hareketlerine yeni ve taze bir gerekçe bulur, gösterir. İbadetin gerekçelerini yeniler, ibadetin varlık sebebini tazeler. Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden alır, abdin Rabbiyle dinamik ilişkisine yükseltir..." diyebilir? Allah'a kulluğu emir-yasak ekseninden almaya cür'et edebilecek bir âlim var mıdır? Kur'an'da emir buyrulan emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker hakikati öylece dururken ve Risale-i Nur'da da şu tesbiti destekleyecek hiçbir cümle yokken, vallahi insan bu cesarete şaşıyor, şaşmaktan dilini yutacağı geliyor. Ne diyelim? Allah istikametten ayırmasın. Âmin.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (3): Tefsir geleneğinin dışı neresi?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz kitabını incelemeye devam ediyoruz. Bugün dikkatinizi kitabın önsözünden bir bölüme çekeceğim. Deniliyor ki: "Okumalarımdan çıkardığım sonuç; Nursî'nin, Rumî'nin FiHiMaFih'te zarifçe işaret ettiği, 'vahiyle yüzleşme' diye adlandırabileceğim özel bir çabaya niyetlenmesi oldu. Bu niyetin farklılığını Said Nursî'nin tek parti rejimine tehlikeli görünmesinden anlamak mümkündür. Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, belli ki hiç de rahatsız edilmeyecekti."

Birkaç aydır (Risalehaber'de) yayınladığı yazılarına dikkat edenler, Demirci'nin küçük küçük darbelerle 'tefsir geleneği' ile Risale-i Nur'un arasını açmaya çalıştığını farkedeceklerdir. Çekiç küçüktür. Darbeler ufaktır. Sesi üstünkörü dinleyenler için azdır. Fakat tam da bu küçüklük, ufaklık ve azlıktır ki, çekici/darbeleri hissedilmez ve daha tehlikeli yapmaktadır.

Peki, Demirci bu çabadan ne ummaktadır? Meselenin bu kısmına dair bazı 'suizanlarım' var. Ama ondan önce şu yukarıdaki tesbiti bir tahlil etmek ihtiyacı duyuyorum ben. Özellikle son cümlesini: "Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, belli ki hiç de rahatsız edilmeyecekti."

Bu cümleden doğal olarak çıkarılacak sonuç: Sabık düzenin klasik tefsirlerle ve müellifleriyle hiç uğraşmadığı ve/veya sadece Bediüzzaman Said Nursî ile uğraştığıdır. Peki, hakikatte böyle midir? Dönemin uygulamalarına dair üstünkörü bir bilgi sahibi olanlar bile bunun böyle olmadığını bilirler. Bediüzzaman, sabık düzenin düşman olduğu tek kişi/âlim değil, âlimlerden bir kişidir. Arapça harfleri/yazmayı yasaklayan, tüm medrese ve tekkeleri kapatan, ezanı Türkçeye çeviren, nice camileri ahır yapan bir düzen; acaba Bediüzzaman'a sadece 'tefsir usûlünden' dolayı mı düşmandır?

Bediüzzaman'la birlikte veya ayrı hapis yatmış, sürgün veya idam edilmiş daha nice isim vardır ki, sâbık düzene karşı ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını korumaya çalıştıkları ve bid'alara müsaadekâr davranmadıkları için tehdit olarak görülmüşlerdir. Kemalist rejimin bu mevzudaki 'tehlike algısını' salt bir 'tefsir üslûbuna' indirgemek, hem Bediüzzaman'ın aslında yaptığı şeyi anlamamaktır, hem de onunla aynı dönemde bu davaya omuz vermiş birçok değerli ismi yokluğa mahkûm etmektir. Biz bu noktada Zaman Aynası Namaz'ın düştüğü hatadan kendimizi sakınır, o zor zamanlarda bu davaya omuz vermiş ve bedel ödemiş her âlime Allah'tan rahmet dileriz.

Peki, azıcık yakın tarih bilgisine sahip herkesin yakalayabileceği bu hataya Demirci neden düşmektedir? Bu üstü kapalı övgü, sâbık düzenin uğraştığı tek adam olma övgüsü, yapılacak saptırmadan önce nurcu kapılara sürülen yağdır. Yağlı kapı gıcırdamaz. Biz nurcuların en büyük zaafı bu bence. Bediüzzaman övüldü mü ardından ne gelecek hiç bakmıyoruz. O söz nereye varacak, Bediüzzaman nereye konacak, kollamıyoruz. Ona edilen iltifatla hemen tav oluyoruz. Arkasından ehl-i sünnet âlimi Bediüzzaman, modernist Fazlurrahman'a dönüştürülse de sesimiz çıkmıyor. Bir iltifat yetiyor.

Bence Demirci, Bediüzzaman'ı getirmek istediği yere getirebilmek için bu zorlu tevillerle uğraşmaktadır. Gitmek istediği veya okurunu sürüklemek istediği 'tefsir geleneğinden kopuk yolu' Bediüzzaman ismiyle açmaktadır. 'Tefsir geleneği' dediği şeyle Bediüzzaman'ı ayrı yerlere koymak, bunu okurlarına/nurculara bir şekilde kabul ettirmek veya en azından 'kulaklarını alıştırmak' için vurulmuş darbeleridir bunlar... Tam burada şu soruyla da yüzleşelim: Bediüzzaman'ın tefsir üslûbunda bir orijinallik var mıdır? Elbette vardır. Tarzında bir başkalık var mıdır? Elbette vardır. Peki, bu orijinallik Bediüzzaman'ın tefsir geleneğinden koparılmasını zorunlu/gerekli kılar mı? Vallahi kılmaz.

Tefsir ilmine dair okumaları olanlar bilirler ki; rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, bilimsel tefsir vs... gibi birçok tefsir metodu İslam'ın tefsir geleneği içinde zaten ve halen bulunmaktadır. Bunlar tabii olarak birbirlerinden farklı usûl ve yöntemler de içermektedirler. Peki, sahip oldukları bu usûl/yöntem farklılıklarına rağmen, bunların tefsir geleneğinden koparılmasına ihtiyaç duyulmuş mudur? Duyulmamıştır. Çünkü bu yolda emek sarfeden herkes kendisini bir bütünün parçası olarak görür. Hepsi aynı 'tefsir' duvarına tuğla koyar. 'Dava değil, dava içinde burhan' üretirler. Bediüzzaman da tefsir tarzını tam böyle konumlandırır:

"Tefsir iki kısımdır. Biri ibaresini izah eder, biri de hakikatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna, ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin muhakkik âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik edip ilişmemeleri ve Said'in müddet-i hayatında mantıkî ve galibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder."

Ne kadar ilginçtir! Bediüzaman Hata-Savap Cetveli'nde savcının eserlerini tefsir geleneğinin dışına itmeye çalışmasına "Hayır, ben de o geleneğin içindeyim!" demek için bu cevabı verirken; Zaman Aynası Namaz müellifi "Hayır, öyle değildir!" demek için musırrane çabalamaktadır. "Ben uçmam!" diyen şeyhe, "Şeyhim halt etmiş" diyen mürid meselini hatırlatmaktadır bu durum.

Üstelik Bediüzzaman 'hakikat tefsiri' dediği ekolde kendisini yalnız da görmemektedir. İddiası, yalnızlığı değil, eserlerinin bu tarz tefsirler içinde 'en kıymettarı' olduğudur. Peki, Demirci nasıl Bediüzzaman'ı tefsir geleneğinden kopararak 'vahiyle yüzleşme' dediği, (Kur'an'la Yüzleşme şeklini Hilal TV'de program adı olarak hatırladığımız) ne olduğu meçhul, usûl ve üslûbu muğlak bir kategoriye sokmaktadır? Bunun, en azından Bediüzzaman'ın metinlerine bakılarak, izah edilebilir bir tarafı var mıdır?

Bir ikinci komiklik de şurada karşımıza çıkıyor: Bediüzzaman'ın bu yeni üslûbu geliştirmesi Eski Said Dönemi'nde değil, Yeni Said Dönemi'nde olmuştur. Yeni Said Dönemi ise kemalist düzenin onu rahatsız ettiği zamanla başlar. Miladı, Van'dan alınıp Barla'ya sürülmesidir. Dönüşümün en kıymetli eşiği odur. Yani Bediüzzaman, hakikat tefsiri yazdığı için rahatsız edilmemiştir. Rahatsız edildikten sonra hakikat tefsiri yazmaya başlamıştır. Eski Said Dönemi'nde telif ettiği İşaratu'l-İ'caz'ın bir klasik tefsir olduğunu Demirci yazılarında kendisi de vurgular. Hal böyleyken önsözdeki yeralan mantık karşısında mantığın kendisi de şaşırıp kalır... Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak diğer yazılara bırakıyorum. Allah bizi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli yolundan ayırmasın. Amin.

16 Haziran 2016 Perşembe

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (2): 'Ona' mı başlamalı yoksa 'onla' mı?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz isimli eseri incelemeye devam ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî'nin Sözler isimli eserinin 9. Söz'ünü şerh amaçlı yazılan bu eser, tıpkı 9. Söz'ün başladığı gibi, Rûm sûresinden iki ayet-i kerime ile başlıyor. Daha doğrusu, bu ayetlerin mealleriyle başlıyor:

"Tesbih edin Allah'ı akşama eriştiğinizde ve sabaha eriştiğinizde; semâlarda ve arzda her türlü hamdin O'na mahsus olduğunu (görerek) öğle vaktinde de sonrasında da." Sûrenin 17 ve 18. ayetlerine ait olan bu kısa anlamın Diyanet İşleri Meali'ndeki karşılığı ise şöyle:

"Öyle ise akşama girdiğinizde, sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih edin." Bu nakilden sonra diyor ki müellifler: "Dokuzuncu Söz, her Söz gibi, ayetle başlıyor. Birinci Söz'den hareketle söylersek-ayetle değil-ayete başlıyor. Dokuzuncu Söz, ayetin anlamıyla buluşma çabasıdır. Bu bahse, 'Rabbimiz bize ne diyor?' diye bakmamız gerekiyor."

Bu 'ayetle' değil 'ayete' hatırlatması Demirci'nin sair yazılarında da sık vurguladığı birşeydir. 1. Söz bağlamında hakikati de vardır bunun. Fakat 1. Söz'ün kapısından çıktıktan sonra Risale-i Nur'daki her metnin böyle olduğunu söylemek mümkün müdür?

Doğrusu, bunu kabul edebilmek için müellif-i muhteremin 'hep böyle yaptığına' dair ikinci bir delile ihtiyaç duyarım ben. Hem kanaatimce Risale-i Nur'un tamamını böyle okumaya çalışmak bir körleşmeyi de beraberinde getirebilme tehlikesine sahiptir. Kur'an'ın sair ayetlerinin ve hadislerin o Söz'deki yerine dair bir körleşmedir bu kastettiğim. Ki, incelediğim kadarıyla bu körleşmeyi Zaman Aynası Namaz da yaşamış. Peki, nedir bu körleşme?

Öncelikle şunu soralım: Bediüzzaman, "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız..." ifadesini kullandığı Birinci Söz dışında başka hangi metinde böyle bir kullanımda bulunmuştur? Eğer yazarların iddia ettiği gibi her eserin başındaki ayet 'onunla başlanılan' değil 'ona başlanılan' ise Bediüzzaman neden aynı metnin içinde birçok ayete atıflar yapmakta ve alıntılarda bulunmaktadır? Bediüzzaman'ın Kur'an'ın ve sünnetin tamamına gidip gelmeler ile kanaviçe gibi ayet ayet-hadis hadis ördüğü bu düzen bir ayete veya ayetlere başlanılarak mı, yoksa bir ayetle veya ayetlerle başlanılarak mı kolay izah edilir? Ben ikinci şıkkı daha muteber görüyorum.

Eğer bu şık kabul edilmezse müellifler de metinde tefsir edilenin sadece Rûm sûresi 17-18 olduğunu savunmak zorunda kalacaklardır ki, bu, 9. Söz için tutarlı bir iddia sayılmaz. 9. Söz'ün içeriği 'başlanılan/izah edilenin sadece bu ayetler olduğu' iddiasını bizzat yalanlar. Nitekim, bu ayetlerin mealinden 9. Söz'ün geneline dair çıkarımlar yapmakta yazarlarımız da zorlanmışlardır ki, metin içinde tekrar bu 'kısa anlamlara' yapılan atıflar azdır. Bu açıdan bakınca kitap bize der ki: "9. Söz, bu ayetlerle Kur'an'ı, sünneti ve kainatı okumaya başlamıştır. Salt bu ayetlere başlamamıştır." Çünkü 'ona başlamak' bir açıdan 'onda kalmak'tır. 9. Söz'ün salt bu iki ayetin tefsirinde kaldığını elimizdeki malzemeyle nasıl söyleyebiliriz?

Hem söylenemeyeceğine öyle bir delilim de var ki, bence 9. Söz üzerine yazılmış bir şerhin bunu ıskalamış olması başlıbaşına bir sorundur. 9. Söz, Rûm sûresi 17-18'i başta alıntılar, ama aslında tefsire bakış açısını veren üçüncü ayet hemen o ikisinin arkasında gizlidir. "Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Siz de (mezarlarınızdan) işte böyle çıkarılacaksınız." İşte, 19. ayetin bu kısa anlamını 17-18'in mealleri arkasına eklediğinizde ancak 9. Söz'ün hangi taslak üzerine oturduğunu farkedebilirsiniz.

17-18 namazın dönüşüm vakitlerini anlatır. 19 ise kainatın dönüşüm vakitlerini anlatır. Bediüzzaman 17-18'in ardından gelen bu 19'u hikmet penceresinden okuyarak bize 'namazın vakitleri' ile 'kainattaki dönüşümler' arasındaki paralellikleri görmeyi öğretir.

Tehlike vurgumu tekrar hatırlatayım: Salt 17-18'i okursanız ve 9. Söz'ü salt onlarla bağlarsanız bu sırrı anlayamazsınız. 9. Söz içinde haşre ve bahara yapılan atıflar da benim bu düşüncemi isbatlamaya yeter: "Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp başında olduğu ve büyük inkılâpları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır."

Daha fazla uzatmayayım. Derdimi anladınız. Bediüzzaman'ın bir eserinde besmele özelinde söylediği birşeyi, müellifin o yönde bir vurgusu olmamasına rağmen, bütün eserlerine teşmil ederseniz, o zaman 17-18'i başta alıntılayan, ama içerisinde daha birçok ayete/hadise ve özellikle hemen arkalarındaki 19'a atıfta bulunan 9. Söz'ü anlamakta zorlanırsınız. 'Ona başladığınızı' sandığınız ayetlerle bağ kurmak da mümkün olmayınca metin ayetten kopar. Geriye zorlama ilgiler ve hakikati vuramamış aforizmalar kalır. Eğer müellifler metnin başında 'ona başlarız' daralmasına kendilerini mahkûm etmeselerdi, belki 19. ayetin sırrını farkedeceklerdi. Fakat lazım-ı mezhepleri olarak bu hataya düştüler. Yollarını elleriyle daralttılar. Halbuki müellifin onları böyle birşeye zorladığı yoktu.

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (1): Hicr sûresi 99'u doğru anlamak...

Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.

İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."

Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.

Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.

Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.

Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.

Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?

Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?

'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?

Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.

Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.

Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."

Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (6) Bediüzzaman'ın 'peygamberi' mi, Senai Demirci'nin 'elçisi' mi?

"Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali." Lemeat'tan.

Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.

Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.

Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."

Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:

"Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o 'Lâ ilâhe illâllah' der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen 'Sadakte ve bilhakkı natakte!' derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"

Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."

Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:

Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."

Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!

Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."

Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?

9 Nisan 2016 Cumartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (5): Bir de şu derse biz bakalım

Birinci Söz'ün hikayeciği içinde besmelenin "Allah'ın adını anmak" olarak değil de "Allah'ın ismini almak" olarak tarif edilmesi ayrıca anlamlı geliyor. Bu şekilde bakıldığında besmele 'denilip bırakılacak' birşey değil 'alınıp yaşanılacak' birşey. Hep tutulacak birşey. Zaten 'zikr' ile 'anma' arasındaki en büyük fark, kanaatimce, zikrin andığı şeyi arkasında bırakmayışıdır. Eskitmeyişidir. (Zaman hurdayı gözden düşürür, fakat antikayı ancak kıymetlendirir.) Bırakmama kastıyla diline mıhlayışıdır/ballayışıdır. Asla arkada kalmamacasına ve kalmasın diye anar zâkir, zikrettiğini.

Zaten vird 'hep anılana' denilir. 'Aman gönlümden çıkmasın!' diye telaşlandığınızdır virdiniz. Sık andığınız için dünyanızdan çıkmaz. Demesi böyle bir demedir. Sair 'demeler' veya 'anmalar' böyle değil. Sair 'demeler' veya 'anmalar' bir yönüyle arkada bırakmadır. Tekrar etmeye mecbur edildiğimizde kızarız/güceniriz hatta. "Kaç kere söyledim!" deriz. Sitem ederiz. Sıkılırız. Bıkarız. Yenilik ararız. Fakat besmele arkada bırakılamaz. Birinci Söz, bize, besmelenin arkada bırakılacak birşey olmadığını da hatırlatıyor.

"BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Sadece bu mu? Bence mürşidim besmeleyi 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtunca ehl-i zikrin her evradını da (ve ehl-i ilmin her ilmini de) aynı şekilde 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtur. Zaten esasında zikr 'anmayı' 'almaya' dönüştürmek içindir. Tasavvuf ehlinin virdlerini salt bir 'tekrar'dan ibaret görenler, küçümseyenler, tekrarat-ı Kur'aniyeyi nasıl konumlandırırlar acaba? Halbuki zikrin membaı, mehazı, meşruiyet kaynağı önce tekrarat-ı Kur'aniye ve sonra da sünnet-i seniyyedir. Mürşidim şu hikmeti bize şöyle izah eder:

"Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor."

Hakikat yolculuğu dikey değil daireseldir. 'Almak' için yapılır tüm 'anış'lar. Çünkü anmak, dolayısıyla tekrar hatırlamak; hatırlamak, dolayısıyla onunla işaret edilen manayı tekrar dünyana dahil etmektir. O isim/vird ile gezmektir. O nam ile hürmet görmektir. Biz 'gaflet'i de şöyle tarif etmez miyiz: "Allah'ı hesaba katmadan kainata bakmak." Yani; bir an veya daha uzun bir zaman için olsun, onun herşeyi kuşatan varlığını unutmaktır gaflet.

Allah'ı unutmak az fakirlik değildir. Bu fakirlik, onun esma, sıfat ve şuunatından oluşan anlam/anlamlandırış dünyasından mahrum kalmaktır. Gaflete düştüğünüz zaman, Allah tasavvurunuzun dünyanıza kattığı zenginlikten mahrum kalarak, kainata 'nesne-nesne' düzleminde bakarsınız. Allah'ı hatıra getirmek varlığa dair her yorumunuzu 'mahluk-mahluk' düzlemine çeker. Tevhid ile bakmak rahatlatır. Size düşman görünenin sahibi de sizin merhametli sahibinizdir çünkü. Sahibi dost olunca mülkü de dostunuz olmaz mı?

"Hattâ bir adam, ('Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder...') âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.' Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."

Yeni olanın 'sınamaya tâbi tutulmadan' iltifata mazhar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hatta denilebilir ki: Modern medeniyetin yaptığı en büyük yıkım bu körkütük 'sıradışılık' aşkından kaynaklanıyor. Kemalin Allah'ın fıtratına aykırılıkta değil, uyumda olduğunu unutturdu yenilik tutkusu. 'Harika belagatlar' gözden saklandı. Virdleri gözden düşürdü. Ahirzaman çocukları için tekrar bir yük, bir karanlık, bir yanlış. Asla düşülmemesi gereken birşey tekrar. Her yapılanın/yazılanın/söylenenin bir öncekinden daha sıradışı olması lazım. Aynı hakikatin altını çizmek çoktan gözden düştü.

Felsefenin canı bu çünkü. Felsefî düşünce bir öncesiyle kapışmak üzerine kurgulu. Sütannesinden emdiği süt onun 'eyleyişine de' sirayet ediyor. Bir ismi yanına almakla ilgilenmiyor modern medeniyet. 23. Söz'de mürşidimin tarif ettiği gibi 'demirciler çarşısı' burası. Ustanın ismi kıymetsiz. Antikanın geçmişi önemsiz. Gelenek geçersiz. Herşey dönüştürülebildiği kadar önemli. Yeni birşey çıkıyor mu ondan, onda kemal var! 'Yeni fetişizmi' bu zamanın hastalığı.

Peki, modern zaman çocukları virdlere bu kadar düşmanken yanlarına nasıl isim alacaklar? 'Ona başlamanın' bir açıdan 'Onda kalmak...' anlamına geldiğini hatırlıyorlar mı? Besmele, vird-i zeban olmadan nasıl alınır? Kalmak da bir tekrar-ı vücud değil midir?

İnsan hakikaten şaşırıyor. Birinci Söz üzerine yazılmış bir yazıda ondan şu mana nasıl çıkarılır: "Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..." Halbuki Söz'ün sahibi selef-i salihinin tefsirleri hakkında der: "Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar." Ezber olmadan söylenenin 'yeni' olduğu bile farkedilmez ki! Ezberi olmayan dün ne yediğini/söylediğini bile unutur. Kendi sözü bile nakledilse kendisine, yeni gelir. Ezberi olmayanın sistemi olmaz. Ezberi olmayanın usûlü olmaz. Ezberi olmayanın prensibi olmaz. Ezberi olmayan tekrara veya çelişkiye düşse de farketmez. Hey 'Demirci'ler çarşısı düşkünü! Kendi malını orada kaça satarsan sat. Karşılığında ne alırsan al. Bize ne? Fakat, insaf et, Nur'dan antikamızı çarşına sürükleyip harap etme...

5 Nisan 2016 Salı

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (4): Bediüzzaman'a rağmen Bediüzzaman

Öncelikle şunu itiraf etmek zorundayım belki: Ben Senai abiye karşı temkinliyim. Çünkü tanımıyorum. Kendisiyle birkaç kez karşılaşmışlığım ve yine birkaç kez de arkasında namaz kılmışlığım var. Ancak bütün hukukum bu kadar. (Birkaç kez mailleştiğimizi de unutmayayım.) Yazılarıma bakanın, bunları yazanın Senai Demirci'nin kırk yıllık tanışı olduğunu düşünmesini istemem. Öyle değilim. Bazı kitaplarını okumuşluğum var. Sohbetlerini dinlemişliğim var. Onunla tanış olan bazılarını tanırım. Hepsi bu kadar. Peki, bu bilgi bize ne sağlayacak?

Bu bilgi öncelikle yazılarımın 'muhatabını neden netleştirmek istediğini' anlamanızı sağlayacak. Farzedelim ki; ben, başka bir gezegende yaşıyorum ve Senai Demirci'yi tanımam ancak metinlerinde kendini ifade edişiyle mümkün olacak birşey. Benim hakkım olmaz mı o zaman metinlerinde bir netlik görmek istemem? Hakkım değil midir, bana kalbinden haber verecek tek yolda, "Öyle de olabilir. Böyle de olabilir..." cümleler görmek yerine "Ben buyum!" diye haykıracak ifadelerle muhatap olmam? Ben bunun tastamam hakkım olduğunu düşünüyorum ve şahsıma yapılan tüm 'niyet okuma' suçlamalarına 'Senai Demirci hakkında hüsnüzan edecek kadar onu tanımadığımı' ve 'müdakkik bulmadığım zanlarınızı da delil olarak kabul etmediğimi' ifade ederek karşı koyuyorum.

Üstelik benim gezegenime bazı söylentiler de ulaşıyor. Mesela; epeyce bir süre Senai Demirci'nin ahbabı olmuş, hatta bu ahbablıklarının hoca-talebe ilişkisine çalındığı söylenmiş, bir başka ismin savurduğu herzelerin nerelere ulaştığını görüyorum. (Bunları siz de görüyorsunuz.) Korkuyorum ki; bu kadar yanında kalmakla Senai Demirci'nin zihnine de onun çamurlarından bulaşsın. Ve o da o bulanık ekran ile Risale-i Nur'u okumaya ve anlatmaya başlasın. (Zira bazı sözleri sözlerine benziyor.) Üzerine şüphe bina edilecek kadar endişelerim var ve ben de avam-ı müslimindenim. Hakkım değil midir, Senai Demirci'den metinlerinde ondan etkilenmediğini gösterir netlikler görmek istemem? Bunu sadece kendi adıma da istemiyorum üstelik. Diyor ki mürşidim:

"Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki eder."

Siz şimdi bana diyorsunuz ki: "Yahu bu adam makbul şahıstır. Niye böyle şeyler yazıyorsun?" Ben de diyorum ki: "Derdim o zaten..." Siz bu insanın 'makbul şahıslığını' sorgulamaya açmıyorsunuz ki, hakikat ortaya çıksın. Önümüzde görünüyor. Adımıza konuşuyor. Her yerde dolaşıyor. Dilinden sâdır olan herşey Risale-i Nur'un ve Nurculuğun malı sanılıyor veya sanılabilir. "Bediüzzaman böyle diyor..." dediğinde, demediğini de onun mübarek diline koyabilir. Ben de bir Nur talebesiyim. Üstadıma 'demediğini dedirsin' istemiyorum. Hakkım değil midir bunun sınamasını benim onda yapmam ve onun bana cevap vermesi?

Üstelik hakikati ortaya koyması için ona fırsatlar da veriyorum. Birkaç cümleyle, hatta salt bir alıntıyla, istikametli bir duruş beyan edip benim işimi bitirebilir. Zaten çok açtığım ağzımı kapayabilir. Hakkında bulandırdığım suyu bir kaşık sallamayla temizleyebilir. Ama yapmıyor. Yapmadığı için endişemin üzerine kat çıkılıyor.

Şimdi, yapmanız gereken zaten çapı/etkisi boyunu geçmeyen Ahmet'i durdurmak mıdır? Yoksa endişemin giderilmesinde bana yardım etmek midir? Ben birincisine destek beklerken bazınızda ikincisini buluyorum. Örneğin: Bediüzzaman'ı parlatmak için geleneği tozlandırdığı yazıları boyunca, Allah aşkına, neden ikincil yorumlarla sözüne getirdiği "Bismillah her hayrın başıdır..." veya "Biz de ona başlarız..." gibi cümleler yerine, zannını besler sarih alıntılar yapmıyor? Neden Bediüzzaman'ı tarif ederken Bediüzzaman'ın metinlerinden doğrudan istifade edemiyor? Ben nedenini söyleyeyim: Çünkü üzerine fikrini bina edeceği sarih bir metin yok. (Çünkü Bediüzzaman'ın öyle bir iddiası yok.) Onun yok, ama benim var mesela. Birkaçını bir önceki yazımda kullanmıştım. Birini de buraya koyayım:

"Kur'ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar, diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir. Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: Kur'ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.

Evet, zaman geçtikçe Kur'ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur'âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat'îdir, esastırlar, temeldirler. Kur'ân ("Bu Kur'an'ın lisanı apaçık Arapçadır...") fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.

Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur'ân'ı, muan'an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.

İkinci taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor; veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur'ân-ı Hakîmin—senin tabirinle—birer polat kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler—hâşâ—hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işâa ediyorlar."

İşte ben diyorum ki: Senai abi, birinci taife gibi değil, ikinci taife gibi konuşuyor. Gömleği genişletmiyor, yırtıyor! Bediüzzaman'ın tefsirini 'tetimmat' gibi değil, 'gelenekten kurtarmış' gibi tarif ediyor. 'Dava içinde burhan' gibi değil 'yeni bir dava' gibi anlatıyor. Bediüzzaman sağ olup işitse bundan teberri eder. Biz de onun talebeleri olarak Bediüzzaman'ın eserlerini böyle bir tevilden koruyalım istiyorum. Ama heyhat! Yazdığı metinlere bir tane Risale-i Nur'dan fikrini destekler alıntı yapmayan Senai Demirci anlaşılması gereken oluveriyor. Ahmet'in bahtına da 'niyet okumacılığı' düşüyor. Acaba sizin lügatta 'feraset' nedir? Mü'min iki kere ikiye 'dört' derken matematiğin niyetini mi okur, yoksa eldeki delil bu sonucu mu gösterir?

"Ebnâ-yı mazi'den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben 'mazi' ile tabir ederim, ondan sonra 'müstakbel' derim..." diyen Üstad'ın geleneğe bakışı hakkında şunları yazan doğru mu söyler:

"Nakil geleneğinin bıraktığı tozları süpürürken, vahye ilk muhatap olma anının çıplak ve tanımsız heyecanına taşır bizi. (...) Tefsir diye yazılan kitapların, zaman içinde saydamlığını kaybetmesine karşı ustaca bir yaklaşım sergiler. Adeta kataraktlaşan tefsirin merceğini yeniler. (...) Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Âdiyat’ın at ve deveye hamledilen yorumlarını aşmak ister. Tekrarlara bağlanmaz. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..."

Veya şunları söyleyen:

"(...) Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Belki de Senai Demirci hakkında siz fazla iyimsersiniz ha?

26 Mart 2016 Cumartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor (3): Kimdir asıl gömlek yırtan?

"Onlar sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilene de..."
(Bakara sûresi, 2)

Senai Demirci'yi ve yazdıklarını önemsemek lazım. Ben önemsiyorum. Dikkatimi çeken detaylara nur talebesi kardeşlerimin de dikkatini çekmeye çalışıyorum. Her ne kadar bu yaptığımdan dolayı eleştirilsem de vazgeçmeyeceğim. Çünkü Senai Demirci'nin kaleminden dökülenler kesinlikle onda başlayıp onda biten birşeyi değil, bir kayışı veya 'kaydırma planını' deşifre ediyor. Bu noktadaki endişelerimi daha evvel birkaç yazıda dile getirmiştim. Risale-i Nur ve Bediüzzaman, niyetini çözemediğimiz bazı eller tarafından, ehl-i sünnet ve'l-cemaat kodlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Bu koparış, yani Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki ucu gibi değil de bir ada gibi gösterme çabası, metinlerinin spesifikleşmesine neden oluyor.

Bediüzzaman'ın Kur'an'la tevhid-i kıblesini 'hadis inkarcılığına' karine yapabileceğini sanıyor kimileri. Bediüzzaman'ın âlem-i İslam'ın bin senedir barındırdığı sorunlara yaptığı atıfları ehl-i sünnetin 'uydurulmuş din' oluşuna tevil ediyor yine başkaları. Öyle şeyler okuyorum ki, işitseniz, şaşarsınız. Evet, bunların hepsi oluyor. Peki, neden oluyor? Çünkü biz nur talebeleri Bediüzzaman'ı bir dağ silsilesinin bu zamandaki zirvesi gibi tarif edemedik. Zirveyi ardındaki dağdan ayırdık.

Muhabbetimiz ifrat etti. Mübalağayı caiz zannettik. İhtilalci mübalağa 'hakikati incitici' oldu, ama zevkinden farkına varamadık. Hakkında yapılan her övgüyü de, ifrat/tefrit tartmadan, öpüp başımıza koyduk. Teenninin hakkını veremedik. Kendimizi İslamî gelenekle yeterince referanslandıramayışımız ve Bediüzzaman'ı yetiştiren kaynaklara hâkim olamayışımız, kullandığı kavram ve kelimeleri 'onda başlayan onda biten tarifler'le ele almamıza neden oldu. Sonra bu yol dahi terkedilmeye başlandı. Zamanın ilcaatı ve konjonktür efendinin buyruğu ile Bediüzzaman'ın kavramları doldurulmaya başlandı.

Göremedik ki, Bediüzzaman'ı ehl-i sünnet ve'l-cemaatin mensubiyeti üzerinden okumazsak, nerede/ne söylediğini yeterince anlayamayız. Müellifin ifadesiyle: Risale-i Nur medresenin malıdır. O kökle bağı koparsa bu çınar yaşayamaz. Müceddidlik veya asfiyalık veya evliyalık... Bunların her birisi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Everest'inden nefes alan sıradağlardır. Her birisinin dediğini bir diğerinin söylediği besler veya bağlar. Bediüzzaman'ı daha şiddetli ve çok göstermek gayretinden sıradağı ada ettik. Ada olunca belki haşmeti daha şiddetli göründü, ama arkasındaki silsile görünmez oldu. Üstelik o dağ silsilesini sevenler de bize kısmen küstüler.

Daha açık nasıl söylenir bilemiyorum: İslam geleneğini bilmeye Bediüzzaman'ın ilk dönem talebelerinden daha fazla muhtacız. Onlar, Osmanlı'dan miras kalan bilgileriyle ve itikaddaki salabetleriyle bizim Risale metinleri üzerinde düşebileceğimiz hatalardan daha korunaklı bir haldeydiler. Biz öyle değiliz. Bilmiyoruz ki, Eş'arî geleneğini, Bediüzzaman'ı onun içinde konumlandıralım ve sözlerini o çizgiden okuyalım. Bilmiyoruz ki; İmam Gazalî Hazretlerinin, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin, Abdulkadir-i Geylanî Hazretlerinin çizgisini, Bediüzzaman'ı onların sözleriyle birlikte hıfzımıza alalım. Bu bizim ayaklarımızı kayganlaştırıyor. Sonra modernistin/reformistin/ehl-i bid'anın birisi ortaya çıkıyor. Bediüzzaman'ın sözlerini istediği gibi eğip büküyor. Birisi Bediüzzaman'ı Calvinist ediyor, öteki Liberal, diğeri Hümanist, beriki Sosyalist, ileriki Modernist... Senai Demirci bu kırılmanın çatlaklarından birisi sadece.

Onun da büktüğü kavram 'müceddid.' "Özür dilerim Üstadım" yazısını okuyun Allah aşkına, orada Bediüzzaman'a çizilen alanın reformistten/ehl-i bid'adan ne farkı var? Geleneği böyle kırdıktan, yırttıktan, kötüledikten sonra Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu ne olabilir? Yeni bir itikadî ekol mü kurdu? Yeni bir mezhep mi inşa etti? Yeni bir fırka-i dâllenin mi başına geçti Üstad, hâşâ!

"Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi' değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler."

Bu ifadeleri Şualar'ına koyduran müellif, acaba Senai Demirci'nin bahsettiği kişi midir? İçtihad Risalesi'nin yazarı, yani "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid'aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir..." sözlerinin sahibi güzel Üstad mıdır bu 'gömlek yırtan?'

"Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk-i hakikat alan o seyyah-ı talip, enbiya aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat'î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (aleyhimüsselâm) dâvâlarını ispat eden ve asfiya ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerce müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesâil-i imaniyeyi ispat ediyorlar..." diyen güzel Üstad mıdır geleneğe kullanılmış mendil muamelesi yapan?

Bu Üstad mıydı Senai Demirci'nin şöyle tarif ettiği:

"(...) Bu cümle, İslam düşüncesinin tüm kazanımlarını yenileyerek önümüze koyan, geleneğin tekrarlarından bizi sıyırmak için zindanlara razı olan, ülfetle olağanlaştırdığımız ayetlerin anlamını taze bir heyecanla kanatlandıran, zahir ulemasının tarihe hapsettiği vahyin her hecesiyle şu anımızı inşa eden, sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dilini ağzımızda tazeleyen, her an yeniden yaratılışın heyecanını çiçek çiçek bize duyurarak, yine yeni yeniden iman etmeye çağıran, bir tomurcuğun açılışında, bir baharın dirilişinde esma-i hüsnanın anlamlarını saf bir canlılıkla okuyan sen sevgili Üstadımın adına kurulmuş bir cümle…
Bu cümle, benim de talebesi olduğum ‘müceddid’in yanında kalarak yazılmış bir cümleydi. (...) Sen 'yenileyici' iken, sen tortulaşmış kalıpları kıra kıra konuşurken, sen zihnimizi şablonların zincirlerinden özgürleştirirken, bizi kalıplara çağıran, şablonlara zincirleyen bir cümleydi. (...)
"Bu cümleyi, bu cümlenin mümasillerini, bunun misali cümleler üzerinden bizi Kur’ân’a muhatap etmeye çalışan akademik ilahiyat dilini, soğuk kelam üslubunu, kalbimize emanet ettiğin sahabe mesleği adına reddediyorum. Sen bizi geleneğe yaslanmamayı öğrettin. Sen bize 'böyle gelmiş böyle gider' diye diye nakilcilikle bulanmış o nehirden kıyıya çekmek için ter döktün. Sen bize 'şaz' yorumlara gözü pek bakmayı telkin ettin. Seni ‘şaz’ görmeyen taleben, seni nasıl ‘müceddid’ kabul eder ki? Tecdid ‘şaz’ değil midir? Yenilemek, geleneğin gömleğini yırtmak değil midir?"

Değildir de, sana nasıl anlatacağız abi? Kemali 'yırtmakta' arayanlara İslam'ın üzerine inşa edildiği şeylerden birisinin de bu ilmî/amelî silsileye hürmet olduğunu nasıl öğreteceğiz? Eline geçen toz zerresi kadar yorum gücüyle baştan çıkarak mestolduğunda; dilinden, bağlamından ve sosyolojisinden ışıkyılları kadar uzaklaştığın Kur'an'ı anlamada selef-i salihinin senin için 'olmazsa olmaz' olduğunu, sen, nasıl anlarsın? Bediüzzaman'ın, küçümsediğin sarf ve nahiv ilmiyle İşaratü'l-İ'caz'da neler başardığını nasıl idrak edersin?

'Yırtmayanda' kemal aramıyorsun ki sen? Asıl kemalin 'uyumda' olduğunu görmüyorsun ki. Metnin içinde Üstad'ı övmek için kullandığın her ifade aslında bir sonraki cümlende yapacağın yönlendirme için kapı yağlama. Nurcu kalplerin kapıları gıcırdamasın diye yağlıyorsun. Ki senden önce de çokları böyle böyle nur talebeleri arasına sızdılar. Sonra da birer canlı bomba gibi kendilerini patlattılar. Fethullah Gülen öyle, Mustafa İslamoğlu öyle, Emre Dorman öyle, Caner Taslaman öyle... Sahi, övmek anlamaktan sayılır mı?

Şimdi ben sana desem ki: Tecdid 'yeni birşey ihdas etme' değil, 'tazeleme'dir. Tazeleyicinin birşeyleri 'yırtması' gerekmez. Geleneğe sövmesi, kızması, bağırması gerekmez. Bağlamı, selefinin de kendi zamanlarında yaptığı gibi, zamanına hatırlatması ve yaşatması onun müceddid olması için yeterlidir. Sen bunu anlayamazsın. Modern zaman çocuğusun. Göğü delen göktelenler, Hâmân'a Musa aleyhisselamın Rabbine ulaşmak için yaptırılan kuleler, 'yırtıcı dikkat çekicilik'ler zamanının çocuğusun. Sıradışılığın rağbetli olduğu zamanlar yetiştirdi seni. Senin zamanında itibar 'incitmemekte' değil 'yırtmakta' aranır. 'Parçası olmakta' değil, 'önüne geçmekte' aranır. 'Uyum'da değil 'bozmakta' görülür.

Bediüzzaman, salt bir 'hatırlatıcı' iken hoşuna gitmez/gidemez senin. Çünkü sana yapmak istediklerinin yolunu açamaz o haliyle. Bediüzzaman bir reformist olmalıdır ki, geleneğe kızmalıdır ki, sen de yırtmak istediklerinin gömleklerini yırtasın. Sonra da gömleği yırtılanın üzerine atasın suçu. Züleyha'nın Yusuf aleyhisselama yaptığı gibi... Bunca geleneğe kızmanın bundan başka sebebi ne ola ki? Arzusu gerçekleşmemiş nefsin iffete öfkesi bu. Züleyha'nın günahına cevaz vermeyen Yusuf'a öfkesi... “Bin dört yüz yıldır hiçbir müfessirin aklına gelmemiş yorumları ben Risale-i Nur’da okudum, okuyorum, okuyacağım...” demeye devam et. Biz 1400 yıllık balı Bediüzzaman kaşığından tekrar be tekrar tadacağız.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...