Toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Toplum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Eylül 2021 Cumartesi

Senai Demirci nereye düşüyor?

"Narsizm, kişinin ilgisini kendisine yöneltmesinin karanlık yüzüdür, ancak çoğunlukla özsaygıyla karıştırılır. (...) Günümüzde herşeyi kendimiz için yaptığımızı söylemek istiyoruz. Başkaları için fedakârlık yapmak istiyorsanız, hele de kadınsanız, bu bir çeşit zayıflık olarak görülüyor. (...) Bütün yaşamları boyunca kendilerine 'çok özel' oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor. (...) Ben Nesli aşırı övgüyle büyüdü. Bu nesil sorumluluk duygusu ile motive olmaz. Çok çalışmak kendi içinde bir erdem değildir. Ancak toplumda onları diğerlerinden ayırıyorsa o zaman uğraşmaya değer." 

Jean M. Twenge, Ben Nesli kitabından...  


İmam Zahid el-Kevserî Hazretlerinin ehl-i bid'a hakkında bir sözü vardı. Ebubekir Sifil Hoca'nın kaleminden okuduğumu anımsıyorum. Aynıyla ezberimde değil maalesef. Manaca nakledeceğim. Diyordu ki merhum: Bir insan ehl-i sünnetten ayrılan görüşlere sahipse illa bir yerde kendisiyle, söylemiyle, iddiasıyla, kurgusuyla, uydurmasıyla çelişkiye düşer. Bizcesini söylersek işin: Saçmalar. Tutarsızlığını açığa vurur. Rezil olur. Hakikaten de gün geçtikçe bunun misallerini daha bir sıklıkla görüyoruz. İşte onlardan bir tanesini de Senai Demirci vasıtasıyla gördüğümüzü düşünüyorum. 

Mevzu nedir peki? Efendim, mevzu aslında göründüğünden derindir, hazindir. Ahirzamanda insanlar üzerine çevrilen manipülatif dümenlerin tezahürüdür. Düğümlere üflemektir. Evet. Bu asır, Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, 'enaniyet asrı'dır. Benliklere öylesine kitlesel/bireysel mağduriyetler-üstünlükler fikri aşılanmaktadır ki artık hiçbirisi ele-avuca sığmamaktadır. (Jean M. Twenge "Ben Nesli" eserinde hastalığın kökünü birkaç nesil öncesine kadar taşır. Yani bugün görülen arızalar yüzyıllara yayılmış bir tahribatın sonuçlarıdır. Kitabın altbaşlığıysa bu noktada çok ilginçtir: "Bugünün gençleri niçin bu kadar özgüvenli, iddialı fakat bir o kadar da depresif ve kaygılı?") Faşist ekollerin ırkçılık zemininde yücelttikleri 'toplum'la Liberal çizginin övgüsüyle yükselttiği 'birey' aynı 'ben'e hizmet ederler. Birincisinde "Ben üstünüm!" daha bir "Biz üstünüz!" sosuyla süslenmişken ikincisinde anamesaj daha ortadadır. Ancak, Bediüzzaman'a göre, ikisiyle de aranılan aynı şeydir: 

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

İşte, bugün, ister 'feminizm'in bizzat kendisi ister daha 'modernist İslamî' versiyonları olsun,  aynı manipülasyona çalışmaktadırlar: Kadın üzerinden bir mağduriyet edebiyatı/zemini oluşturup bu mağduriyetin mesuliyetini yükledikleri geleneksel/kimliksel her öğeyi 'enaniyetin intikamcı coşkusuna' dövdürmek. Zincirlerinden boşanan bu duygusallıkla yerli-yerleşik olanın konumunu elverdiğince geriletmek. Gözden düşürmek. Ezdirmek. 'Kadına şiddet-kadın cinayeti' konulu haberlerin 'erkeğe şiddet-erkek cinayeti' (zaten böyle başlıklar yoktur) mevzulu haberlerden daha belirgin şekilde basında yeralmasından tutun, benzer kurgudaki sanatsal ürünlerin medyada 'egemen/tekil söylem' haline gelmesine kadar, her noktada bu manipülasyonun izlerine rastlamak mümkündür.

Eh, evet, küresel zeminde hal böyleyken Senai Demirci gibi İslam modernistlerinde de benzer söylemlere rastlamak normal karşılanmalı artık. Ki kendisi twitterda sormuş: "Hiç merak ettiniz mi cennetle müjdelendiği söylenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok?" Böyle bir muğalatayı Demirci'ye sorduran nedir? Hakikaten bilmiyor mu? Hayır. Doğrusu buna inanmayı 'kendimi aptal yerine koymakla' eşdeğer sayıyorum. Senai Demirci elbette cerbezesinin cevabını biliyor. Fakat o böyle argümanları dillendirmekle altyapısı olmayan sevenlerinde bir algı operasyonunu başarabileceğini düşünüyor. Nedir? Belki böylelikle o kitlede hadis-i şeriflere karşı bir önyargı inşa edebilecektir. Madem ki, 'sadece erkekleri' cennetle müjdeliyordur, o halde bir kadın hadislere nasıl inanır? Öyle ya. Taktik taktiktir efendim. Mü'minler olmasa da mü'mineler belki bir parça gaza gelirler.  Ya Nasib.

Bir takipçisinin itirazı üzerine de iddialarını şöyle genişletiyor: "1) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 2) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 3) Hadi bunu da anladık diyelim, hiçbir kadın cennetle müjdelenmeyi haketmez mi?" Doğrusu bu cümleleri okuyunca kendimi "Bir insan giderek cahilleşir mi?" sorusu karşısında buldum. Neyse. Takipçilerine hürmeten kısaca cevaplayalım:


1) Cennetle müjdelenen on sahabe içinde neden hiç hanım yok? 

Çünkü 'cennetle müjdelenen on sahabe' rivayeti bu kadarcıktır. Tam liste açıklaması değildir. Hem zaten, standart bir müslümanın bildiği üzere, cennet müjdeleri bu hadisten ibaret değildir. Kişilerin kimliği ve de sayısı ise bu müjdeyi paylaştığı şartlarla ilgilidir. Sözgelimi: 'Cennet hanımlarının efendileri' hadisinde de hiç erkek yoktur. Yine münhasıran bir hanımın veya erkeğin cennetle müjdelendiği hadislerde de o hanım veya erkekten başkası yoktur. Bu tarz hadislere sanki Aleyhissalatuvesselamın hasmıymış gibi "Gördün mü bak şunları anmadı!" imâsıyla bakılmaz. Bu fitne/husûmet imâsıdır. Çirkefçe açık aramaktır. Ben eminim ki: Medine münafıkları bu hadis-i şerifi Demirci kulağıyla işitseler, böyle bir manipülasyonun iş yapacağını da düşünseler, aynı şeyi salyalar akıtarak dillendirirlerdi. Onlara da bu çok görülmezdi. Meslekleri budur. Fitne çıkarmaktır. Ya Senai Demirci'ninki nedir? Demirci Bektaşî misali rivayetlerin yarısını yutarak neyi amaçlamaktadır?

2) Peygamberimiz bile cenneti garanti görmezken 'cennetle müjdelenmek' nasıl mümkündür? 

Aleyhissalatuvesselamın mizac-ı beyanına aşina olmayan birisi böyle şeyler söylese denir ki: Bilmiyor. Cahil. Yazık. Halbuki Demirci bu konularda malumatlı birisi. Hadi, kendisi okuduğunu-yazdığını unutacak bir yaşa geldi diyelim, çevresinden de mi uyaran olmuyor? Elbette Efendimiz aleyhissalatuvesselam cennetliktir. Bütün peygamberler cennetliktir. Kendisi de vaad-i ilahî ile cennetlik olduğunu bilmektedir. Hakkın bildirmesiyle haberdardır. Bunda şüphesi olan mı vardır? Onun endişe bildiren hadis-i şerifleri öncelikle 'irade-i cüziyesine' sonra da 'tedris-i ümmete' bakar. Yani kul nefsi/sa'yi üzerinden cenneti garantileyemez. 

Bu ucbdur. Manevî bir hastalıktır. Ancak Allah lütfederse cennete girer. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz lütf-i ilahî ile cennete gideceğinden haberdar edilmiştir. Lakin bunun kendi iradesinde olmadığını beyan sadedinde, hem de ümmetine ders olması için, endişe arzetmiştir. Yani birisinin mevzuu 'fıkh-ı bâtın'dır. Diğerinin mevzuu 'fıkh-ı zâhir'dir. Sözgelimi: Bir insan şartlarına riayet ederek zekatını verse, sonra ona sorulsa, "Zekatın oldu mu?" Elbette zâhire göre "Oldu!" diye cevap verecektir. Fakat bu şartların ötesinde "Allah bu amelinden razı oldu mu?" diye sorulsa nasıl "Evet!" diyecektir? Bunu bilemez ki. İşin bu tarafı iç terbiyeye dönüktür. İçin tekinliği amelinden emin olmamaktadır. Dışın tekinliği şartlarına uyulan amelden şüphe etmemektir. Dönüp iade etmemektir. Tevekküldür. Ötekinde aksidir. Birisinin makamı havftır/korkudur. Diğerininki recadır/ümittir. Eskilerin tabiriyle manevî alanda "Oldum!" demek "Öldüm!" demektir. İç-dış şartları birbirinden başkadır.

Millete çarşaf çarşaf 'esma' öğrettikten sonra tutup kendinde unutmak taaccüb edilecek bir iştir. Elbette Cenab-ı Hakka kullukta birçok ismin gölgeleri bulunmaktadır. Bu gölgelerde haller başka başka olmaktadır. Allah'ın Sadıku'l-Vaad isminin tecellisinde beyan edilen hakikatle ism-i Ğâfûr'un secdesinde edilen dua bir olmaz. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın cennet için edeceği şefaat de haktır akıbeti için duyduğu endişe de... Hiçbirisi diğerine nakise getirmez. Kemal katar. Senai Demirci bunları unuttuysa mahallesindeki çocukların ellerinden tutsun da camilerdeki Elif-Bâ derslerine devam etsin. Belki eksiklerini tekmil eder.

3) Hadi bu mümkün diyelim, listeye Mekkeliler girer de, Yesriblilerin girmemesi nasıl açıklanır? 

Bunu Senai Demirci değil de din düşmanlığı açık birisi dese ağzımın dolusuyla "Alçaaak!" diye bağırırdım. Çünkü buradaki alçaklık pek açıktır. Azıcık hadis-i şerifleri karıştırmış herkes bilir ki: Medinelilerden de cennetle müjdelenen çoktur. Hatta onlara dair iltifatları toplansa kitap olur. Senai Demirci, haydi bütün bunları unuttu diyelim, Hz. Hasan ile Hüseyin'in (radyallahu anhum ecmain) Medineli olduklarını da mı bilmez? Evet. Onlar Medine'de doğmuşlardır. Ve cennet gençlerinin efendileridirler. Ha, yok, iş daha da çirkefleşiyor da bu hadislerde bir 'kabilecilik' güdüldüğü imâ ediliyorsa, buna da ancak gülerim. Kabileciliği (bir fitne aracı olarak) dibine kadar kullanmaya çalışan Medine münafıklarının o gün bulup gösteremediklerini Demirci bugün mü bulup göstermektedir? 

Dördüncü soruya değinmeyeceğim. Çünkü cevabını birinci soruda verdik. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hanımları da cennetle müjdelediği pekçok hadis-i şerif bulunmaktadır. Senai Demirci'nin burada yaptığı bir markette manav reyonunun önünde durup "Burada et düşmanlığı yapılıyor!" diye bağırmak kadar saçmadır. Şarlatanlığı kesip azıcık ilerlese kasap reyonuna gelecektir. İddialarının ne kadar boş olduğunu görecektir. Ama elbette 'görmek isteyen' görecektir. Bile-isteye kör olanın kalbi mühürlenmiştir. Allah onlara hakkı göstermez. Güneşe baksalar da ışıktan hisseleri olmaz.

En başa dönersek, arkadaşlar, ahirzaman fitnesi 'enaniyet/benlik' üzerine çalışıyor. Herbirimizi 'benbenci' bir hale getirmeye gayret ediyor. Irkçılık bunun bir versiyonu. Feminizm başka bir versiyonu. Modernizm daha başka bir versiyonu. Liberalizm bambaşka bir versiyonu. Hangisinin arkasına düşseniz kendini 'en doğruyu bilen' ve 'en az kıymeti bilinen' olarak görüyor. Varlık hiyerarşisinin zirvesinde kendisini konumlandırıyor. Dışındaki âleme de parmak sallıyor. İş öğretiyor. Din öğretiyor. Oradan aldığı enerjiyle başka herşeyin üzerine gidiyor. Bediüzzaman'ın ahirzaman terbiyesinde acz/fakr bilincini en başka koyması belki de biraz bundan ötürü. Çünkü ilk önce 'benlik bilincinin' doğru yerde konumlanması lazım. Bozulma oradan başladı. Düzelme de ancak oradan olacak. Cenab-ı Hak ehl-i sünnet ve'l-cemaat istikametinden ayaklarımızı ayırmasın. Âmin. Âmin.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Yüreklendirici kutuplaşmalar...

"İnsanlar onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun' dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'" (ÂL-İ İMRAN/173)

Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar'da, Dr. Israel Shahak adında bir arkadaşından bahseder. 1940 öncesi Polonyasında Yahudi olmak ve kimliğinin arkasında durmak ne kadar zorsa, bu zorlukları yaşamış birisidir Shahak. Pek çok yıkım görmüştür. Pek çok acı çekmiştir. Bir gün, gündem itibariyle içine düştükleri ateşli tartışmalar hakkındaki fikrini sorduğunda verdiği cevap şöyledir bu arkadaşının: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."

Bu yanıtın anlamını okurlarına izah etmek için şunları söyler Hitchens: "Bu ifadesinde saygısızlık sayılabilecek hiçbir şey yok. Uzun ve tehlikeli bir hayat onu, fikir ve prensipler açıkça çatıştığı zaman netliğin söz konusu olabileceğine inandırmıştı. Çatışma sancılı olabilir, ama hiçbir durumda sancısız çözüm olmaz ve bunu aramak bizi akılsızlık ve anlamsızlık gibi sancılı koşullara, yani 'deve kuşunun tanrılaştırılmasına' götürür."

Okuduğum hiçbir kitabı tesadüfen okuduğuma inanmıyorum. Risale-i Nur'u elime aldığım ilk günden beri benim için kainatta tesadüf yok, tevafuk var. Herşey büyük uyumun parçası. Ve gözümüze görünenler, kulağımıza işittirilenler, o büyük ahengin bizimle konuşan dilleri. Eğer görebilirsek. Eğer arıyorsak...

Genç Felsefeciye Mektuplar, itiraf edeyim, kütüphaneden öylesine aldığım bir kitaptı. Arka kapağını bile okumamıştım. Ama hayatımın hiçbir dönemi, bugünler kadar onu okumamı anlamlı kılamazdı. Malum, büyük siyasi gerilimlerin ortasındayız. Türkiye, Yeni Türkiye'ye dönüşürken sancılar yaşıyor. Hem öyle böyle de değil, evimizin içine kadar giren şeyler bunlar. İnsan, tuttuğu parti yüzünden kardeşiyle konuşamaz hale gelebiliyor. Bunlar kötü şeyler mi? Belki evet. Ama diğer yandan, ister istemez heyecanlanıyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."

Allah Resulü aleyhissalatu vesselamı, amcası Ebu Talib'e şikayete giden heyetin söyledikleri geliyor aklıma: "Yeğenin aramıza ihtilaf soktu. Babayı oğuldan, kardeşi kardeşten ayırdı!" suçlamaları vardı orada da. Neydi Allah Resulünün yaptığı? Bir kutuplaşma! Mekke'nin şirk toplumu, ortaya çıkan yeni sınıf yüzünden, ortasından çatlıyor ve saflara ayrılıyordu. Daha doğrusu kastını yitiriyordu. Yani Allah Resulü bir kutuplaşma vesilesiydi Mekke önderleri için. Onu, tam da bu yönüyle, amcasına şikayete gelmişlerdi.

Sonra nedense Bediüzzaman'a gitti zihnim. Ankara'ya gelişi, karşılanışı; ilk mecliste yaptığı namaza dair konuşma, dağıttığı metin ve ardından Mustafa Kemal'in ona sert çıkışı: "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilaf verdin!" Peki, Bediüzzaman'ın bu ihtilaf ithamına karşı cevabı ne olmuştu? "Allahım, ben ne yaptım? İnsanları kutuplaştırdım! Tüh, tüh!" demek mi? Kaynaklar hiç de böyle bir tutum içinde olmadığını söylüyor. Bilakis, kutuplaşmanın arkasında bir duruşu var.

Hasılı arkadaşlar, bugünlerde de en çok bizi kutuplaştırmayla itham ediyorlar. Hatta durun, ne bizi? En başta Erdoğan'ın en büyük kutuplaştırıcı olduğunu söyleyenler var. Yaptığı hizmetler bir yana, zaten onları hatırlamanız katiyen istenmiyor, sırf oluşturduğu bu kutuplaşma için gitmesi gerektiğini dillendirenler var. Zahiren çok da tatlı konuşuyorlar, öyle değil mi? Niyetleri ne kadar da iyi! Pek şekerler...

Hatta Gezi'de kaldırım taşlarını söküp polise atarken de aslında bunu söylemeye çalışmışlar. 17 Aralık'taki darbe girişimleri bile aslında bunu bize anlatmak içinmiş, öyle diyorlar. Yani onlar asla ve asla ortam germemişler. Hiç saldırmamışlar. Hiç hakaret etmemişler. Kalpleri temizmiş. Kirlenen bizmişiz ve halen de kirlenmekteymişiz. Herkesi kucaklayan bir hükümet lazımmış bu yüzden. (Erdoğan düşmanlığı dışında hiçbir ittifakı bulunmayan %55'in de gönlünü hoş eden.) Hatta bu hükümetin öyle bir kucağı olmalıymış ki; Batı'yı bile sarıp sarmalı, İsrail'i bile ıskalamamalıymış. (İslam coğrafyası mı? Boşver onları!) Erdoğansa kesinlikle bu hükümette olmamalıymış. Çok geriyormuş insanları.

Hiçbir gün, hiçbir siyasi lidere küfürlü birşey yazmadım. Hiçbir siyasi parti mensubuna hakaret ettiğimi anımsamıyorum. Gezicilere bile (bile diyorum, çünkü çok kızdırmışlardı) ağır birşey söylediğimi hatırlamam. (Yalnız iyi dalga geçtim.) Gülen Örgütüne bile en fazla işte böyle örgüt demişimdir. Ondan alınırlar. Fethullah Gülen'e Ceofendi dediğim oldu, bilmem hakaretten sayılır mı? Böyle küçük küçük arızalarım var. Kusuruma bakılmasın, insanım nihayet. Kaldırım taşı sökemem ama, dudaklarımı ısırma kabiliyetine sahibim.

Çevremde, AK Parti seçmeni olarak bildiğim insanlardan da galiz küfür edeni henüz şu kulaklarımla işitmedim. İki kez mitinge gittim. Hem de ikisi de çok gergin zamanlardaydı. Orada bile küfürlü slogan atıldığını anımsamıyorum.

Neyse... Bütün bunları neden anlattım ben? Ha, tamam: Ülkeyi bu şekilde gerdiğimiz için özür dilememiz gerektiğini düşünenler var. Kutuplaştırdığımız için. Atarlarına atar, giderlerine gider yaptığımız; altta kalmadığımız, sandıkta şaşmadığımız, nihayet izzetle oyumuzu savunabilen Türkiyeliler olduğumuz için; kutuplaştırma özrü dilememiz gerektiğini düşünüyorlar. Ben de öz abisiyle bile bu noktada arası bozuk olan birisi olarak, her nedense şöyle düşünüyorum: "Bazı yüreklendirici kutuplaşma belirtileri var."

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...