Nesil Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nesil Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2016 Pazartesi

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (3): Tefsir geleneğinin dışı neresi?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz kitabını incelemeye devam ediyoruz. Bugün dikkatinizi kitabın önsözünden bir bölüme çekeceğim. Deniliyor ki: "Okumalarımdan çıkardığım sonuç; Nursî'nin, Rumî'nin FiHiMaFih'te zarifçe işaret ettiği, 'vahiyle yüzleşme' diye adlandırabileceğim özel bir çabaya niyetlenmesi oldu. Bu niyetin farklılığını Said Nursî'nin tek parti rejimine tehlikeli görünmesinden anlamak mümkündür. Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, belli ki hiç de rahatsız edilmeyecekti."

Birkaç aydır (Risalehaber'de) yayınladığı yazılarına dikkat edenler, Demirci'nin küçük küçük darbelerle 'tefsir geleneği' ile Risale-i Nur'un arasını açmaya çalıştığını farkedeceklerdir. Çekiç küçüktür. Darbeler ufaktır. Sesi üstünkörü dinleyenler için azdır. Fakat tam da bu küçüklük, ufaklık ve azlıktır ki, çekici/darbeleri hissedilmez ve daha tehlikeli yapmaktadır.

Peki, Demirci bu çabadan ne ummaktadır? Meselenin bu kısmına dair bazı 'suizanlarım' var. Ama ondan önce şu yukarıdaki tesbiti bir tahlil etmek ihtiyacı duyuyorum ben. Özellikle son cümlesini: "Nursî tefsir geleneğini sürdürseydi, belli ki hiç de rahatsız edilmeyecekti."

Bu cümleden doğal olarak çıkarılacak sonuç: Sabık düzenin klasik tefsirlerle ve müellifleriyle hiç uğraşmadığı ve/veya sadece Bediüzzaman Said Nursî ile uğraştığıdır. Peki, hakikatte böyle midir? Dönemin uygulamalarına dair üstünkörü bir bilgi sahibi olanlar bile bunun böyle olmadığını bilirler. Bediüzzaman, sabık düzenin düşman olduğu tek kişi/âlim değil, âlimlerden bir kişidir. Arapça harfleri/yazmayı yasaklayan, tüm medrese ve tekkeleri kapatan, ezanı Türkçeye çeviren, nice camileri ahır yapan bir düzen; acaba Bediüzzaman'a sadece 'tefsir usûlünden' dolayı mı düşmandır?

Bediüzzaman'la birlikte veya ayrı hapis yatmış, sürgün veya idam edilmiş daha nice isim vardır ki, sâbık düzene karşı ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını korumaya çalıştıkları ve bid'alara müsaadekâr davranmadıkları için tehdit olarak görülmüşlerdir. Kemalist rejimin bu mevzudaki 'tehlike algısını' salt bir 'tefsir üslûbuna' indirgemek, hem Bediüzzaman'ın aslında yaptığı şeyi anlamamaktır, hem de onunla aynı dönemde bu davaya omuz vermiş birçok değerli ismi yokluğa mahkûm etmektir. Biz bu noktada Zaman Aynası Namaz'ın düştüğü hatadan kendimizi sakınır, o zor zamanlarda bu davaya omuz vermiş ve bedel ödemiş her âlime Allah'tan rahmet dileriz.

Peki, azıcık yakın tarih bilgisine sahip herkesin yakalayabileceği bu hataya Demirci neden düşmektedir? Bu üstü kapalı övgü, sâbık düzenin uğraştığı tek adam olma övgüsü, yapılacak saptırmadan önce nurcu kapılara sürülen yağdır. Yağlı kapı gıcırdamaz. Biz nurcuların en büyük zaafı bu bence. Bediüzzaman övüldü mü ardından ne gelecek hiç bakmıyoruz. O söz nereye varacak, Bediüzzaman nereye konacak, kollamıyoruz. Ona edilen iltifatla hemen tav oluyoruz. Arkasından ehl-i sünnet âlimi Bediüzzaman, modernist Fazlurrahman'a dönüştürülse de sesimiz çıkmıyor. Bir iltifat yetiyor.

Bence Demirci, Bediüzzaman'ı getirmek istediği yere getirebilmek için bu zorlu tevillerle uğraşmaktadır. Gitmek istediği veya okurunu sürüklemek istediği 'tefsir geleneğinden kopuk yolu' Bediüzzaman ismiyle açmaktadır. 'Tefsir geleneği' dediği şeyle Bediüzzaman'ı ayrı yerlere koymak, bunu okurlarına/nurculara bir şekilde kabul ettirmek veya en azından 'kulaklarını alıştırmak' için vurulmuş darbeleridir bunlar... Tam burada şu soruyla da yüzleşelim: Bediüzzaman'ın tefsir üslûbunda bir orijinallik var mıdır? Elbette vardır. Tarzında bir başkalık var mıdır? Elbette vardır. Peki, bu orijinallik Bediüzzaman'ın tefsir geleneğinden koparılmasını zorunlu/gerekli kılar mı? Vallahi kılmaz.

Tefsir ilmine dair okumaları olanlar bilirler ki; rivayet tefsiri, dirayet tefsiri, bilimsel tefsir vs... gibi birçok tefsir metodu İslam'ın tefsir geleneği içinde zaten ve halen bulunmaktadır. Bunlar tabii olarak birbirlerinden farklı usûl ve yöntemler de içermektedirler. Peki, sahip oldukları bu usûl/yöntem farklılıklarına rağmen, bunların tefsir geleneğinden koparılmasına ihtiyaç duyulmuş mudur? Duyulmamıştır. Çünkü bu yolda emek sarfeden herkes kendisini bir bütünün parçası olarak görür. Hepsi aynı 'tefsir' duvarına tuğla koyar. 'Dava değil, dava içinde burhan' üretirler. Bediüzzaman da tefsir tarzını tam böyle konumlandırır:

"Tefsir iki kısımdır. Biri ibaresini izah eder, biri de hakikatlerini ispat eder. Nurlar bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı olduğuna, ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i Şerifeynin muhakkik âlimlerinin ve İstanbul ve sair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tasdik edip ilişmemeleri ve Said'in müddet-i hayatında mantıkî ve galibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder."

Ne kadar ilginçtir! Bediüzaman Hata-Savap Cetveli'nde savcının eserlerini tefsir geleneğinin dışına itmeye çalışmasına "Hayır, ben de o geleneğin içindeyim!" demek için bu cevabı verirken; Zaman Aynası Namaz müellifi "Hayır, öyle değildir!" demek için musırrane çabalamaktadır. "Ben uçmam!" diyen şeyhe, "Şeyhim halt etmiş" diyen mürid meselini hatırlatmaktadır bu durum.

Üstelik Bediüzzaman 'hakikat tefsiri' dediği ekolde kendisini yalnız da görmemektedir. İddiası, yalnızlığı değil, eserlerinin bu tarz tefsirler içinde 'en kıymettarı' olduğudur. Peki, Demirci nasıl Bediüzzaman'ı tefsir geleneğinden kopararak 'vahiyle yüzleşme' dediği, (Kur'an'la Yüzleşme şeklini Hilal TV'de program adı olarak hatırladığımız) ne olduğu meçhul, usûl ve üslûbu muğlak bir kategoriye sokmaktadır? Bunun, en azından Bediüzzaman'ın metinlerine bakılarak, izah edilebilir bir tarafı var mıdır?

Bir ikinci komiklik de şurada karşımıza çıkıyor: Bediüzzaman'ın bu yeni üslûbu geliştirmesi Eski Said Dönemi'nde değil, Yeni Said Dönemi'nde olmuştur. Yeni Said Dönemi ise kemalist düzenin onu rahatsız ettiği zamanla başlar. Miladı, Van'dan alınıp Barla'ya sürülmesidir. Dönüşümün en kıymetli eşiği odur. Yani Bediüzzaman, hakikat tefsiri yazdığı için rahatsız edilmemiştir. Rahatsız edildikten sonra hakikat tefsiri yazmaya başlamıştır. Eski Said Dönemi'nde telif ettiği İşaratu'l-İ'caz'ın bir klasik tefsir olduğunu Demirci yazılarında kendisi de vurgular. Hal böyleyken önsözdeki yeralan mantık karşısında mantığın kendisi de şaşırıp kalır... Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak diğer yazılara bırakıyorum. Allah bizi ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikametli yolundan ayırmasın. Amin.

16 Haziran 2016 Perşembe

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (2): 'Ona' mı başlamalı yoksa 'onla' mı?

Senai Demirci ve Ali Mermer'in beraber kaleme aldığı Zaman Aynası Namaz isimli eseri incelemeye devam ediyoruz. Bediüzzaman Said Nursî'nin Sözler isimli eserinin 9. Söz'ünü şerh amaçlı yazılan bu eser, tıpkı 9. Söz'ün başladığı gibi, Rûm sûresinden iki ayet-i kerime ile başlıyor. Daha doğrusu, bu ayetlerin mealleriyle başlıyor:

"Tesbih edin Allah'ı akşama eriştiğinizde ve sabaha eriştiğinizde; semâlarda ve arzda her türlü hamdin O'na mahsus olduğunu (görerek) öğle vaktinde de sonrasında da." Sûrenin 17 ve 18. ayetlerine ait olan bu kısa anlamın Diyanet İşleri Meali'ndeki karşılığı ise şöyle:

"Öyle ise akşama girdiğinizde, sabaha kavuştuğunuzda, Allah’ı tesbih edin. Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine girdiğinizde Allah’ı tesbih edin." Bu nakilden sonra diyor ki müellifler: "Dokuzuncu Söz, her Söz gibi, ayetle başlıyor. Birinci Söz'den hareketle söylersek-ayetle değil-ayete başlıyor. Dokuzuncu Söz, ayetin anlamıyla buluşma çabasıdır. Bu bahse, 'Rabbimiz bize ne diyor?' diye bakmamız gerekiyor."

Bu 'ayetle' değil 'ayete' hatırlatması Demirci'nin sair yazılarında da sık vurguladığı birşeydir. 1. Söz bağlamında hakikati de vardır bunun. Fakat 1. Söz'ün kapısından çıktıktan sonra Risale-i Nur'daki her metnin böyle olduğunu söylemek mümkün müdür?

Doğrusu, bunu kabul edebilmek için müellif-i muhteremin 'hep böyle yaptığına' dair ikinci bir delile ihtiyaç duyarım ben. Hem kanaatimce Risale-i Nur'un tamamını böyle okumaya çalışmak bir körleşmeyi de beraberinde getirebilme tehlikesine sahiptir. Kur'an'ın sair ayetlerinin ve hadislerin o Söz'deki yerine dair bir körleşmedir bu kastettiğim. Ki, incelediğim kadarıyla bu körleşmeyi Zaman Aynası Namaz da yaşamış. Peki, nedir bu körleşme?

Öncelikle şunu soralım: Bediüzzaman, "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız..." ifadesini kullandığı Birinci Söz dışında başka hangi metinde böyle bir kullanımda bulunmuştur? Eğer yazarların iddia ettiği gibi her eserin başındaki ayet 'onunla başlanılan' değil 'ona başlanılan' ise Bediüzzaman neden aynı metnin içinde birçok ayete atıflar yapmakta ve alıntılarda bulunmaktadır? Bediüzzaman'ın Kur'an'ın ve sünnetin tamamına gidip gelmeler ile kanaviçe gibi ayet ayet-hadis hadis ördüğü bu düzen bir ayete veya ayetlere başlanılarak mı, yoksa bir ayetle veya ayetlerle başlanılarak mı kolay izah edilir? Ben ikinci şıkkı daha muteber görüyorum.

Eğer bu şık kabul edilmezse müellifler de metinde tefsir edilenin sadece Rûm sûresi 17-18 olduğunu savunmak zorunda kalacaklardır ki, bu, 9. Söz için tutarlı bir iddia sayılmaz. 9. Söz'ün içeriği 'başlanılan/izah edilenin sadece bu ayetler olduğu' iddiasını bizzat yalanlar. Nitekim, bu ayetlerin mealinden 9. Söz'ün geneline dair çıkarımlar yapmakta yazarlarımız da zorlanmışlardır ki, metin içinde tekrar bu 'kısa anlamlara' yapılan atıflar azdır. Bu açıdan bakınca kitap bize der ki: "9. Söz, bu ayetlerle Kur'an'ı, sünneti ve kainatı okumaya başlamıştır. Salt bu ayetlere başlamamıştır." Çünkü 'ona başlamak' bir açıdan 'onda kalmak'tır. 9. Söz'ün salt bu iki ayetin tefsirinde kaldığını elimizdeki malzemeyle nasıl söyleyebiliriz?

Hem söylenemeyeceğine öyle bir delilim de var ki, bence 9. Söz üzerine yazılmış bir şerhin bunu ıskalamış olması başlıbaşına bir sorundur. 9. Söz, Rûm sûresi 17-18'i başta alıntılar, ama aslında tefsire bakış açısını veren üçüncü ayet hemen o ikisinin arkasında gizlidir. "Allah, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Siz de (mezarlarınızdan) işte böyle çıkarılacaksınız." İşte, 19. ayetin bu kısa anlamını 17-18'in mealleri arkasına eklediğinizde ancak 9. Söz'ün hangi taslak üzerine oturduğunu farkedebilirsiniz.

17-18 namazın dönüşüm vakitlerini anlatır. 19 ise kainatın dönüşüm vakitlerini anlatır. Bediüzzaman 17-18'in ardından gelen bu 19'u hikmet penceresinden okuyarak bize 'namazın vakitleri' ile 'kainattaki dönüşümler' arasındaki paralellikleri görmeyi öğretir.

Tehlike vurgumu tekrar hatırlatayım: Salt 17-18'i okursanız ve 9. Söz'ü salt onlarla bağlarsanız bu sırrı anlayamazsınız. 9. Söz içinde haşre ve bahara yapılan atıflar da benim bu düşüncemi isbatlamaya yeter: "Demek, bu beş vaktin herbiri bir mühim inkılâp başında olduğu ve büyük inkılâpları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle, hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mucizâtını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır."

Daha fazla uzatmayayım. Derdimi anladınız. Bediüzzaman'ın bir eserinde besmele özelinde söylediği birşeyi, müellifin o yönde bir vurgusu olmamasına rağmen, bütün eserlerine teşmil ederseniz, o zaman 17-18'i başta alıntılayan, ama içerisinde daha birçok ayete/hadise ve özellikle hemen arkalarındaki 19'a atıfta bulunan 9. Söz'ü anlamakta zorlanırsınız. 'Ona başladığınızı' sandığınız ayetlerle bağ kurmak da mümkün olmayınca metin ayetten kopar. Geriye zorlama ilgiler ve hakikati vuramamış aforizmalar kalır. Eğer müellifler metnin başında 'ona başlarız' daralmasına kendilerini mahkûm etmeselerdi, belki 19. ayetin sırrını farkedeceklerdi. Fakat lazım-ı mezhepleri olarak bu hataya düştüler. Yollarını elleriyle daralttılar. Halbuki müellifin onları böyle birşeye zorladığı yoktu.

Zaman Aynası Namaz eleştirileri (1): Hicr sûresi 99'u doğru anlamak...

Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.

İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."

Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.

Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.

Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.

Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.

Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?

Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?

'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?

Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.

Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.

Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."

Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...