Madem kitabı okuyorum. Hem de ağır ağır okuyorum. Böyle bir yazı serisi başlatmanın uygun olacağını düşündüm. Zaman Aynası Namaz, Nesil Yayınları'ndan çıkan, Senai Demirci ve Ali Mermer ağabeylerin imzasını taşıyan bir eser. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî'nin 9. Söz isimli eserine (veya Sözler isimli eserinin 9. bölümüne) şerh çalışması olarak kaleme alınmış. Allah, iki ağabeyimin niyetlerini de kabul etsin. Benim burada yapacağım: Mürşidim bildiğim zatın bir eserine yönelik yazılan bu şerhin kendimce sorunlu gördüğüm yerlerine dikkat çekmektir. Tevfik Allah'tandır ve hamd yalnızca Onadır.
İlk dikkat çekmek istediğim bölüm: Kitabın 15. sayfasında yeralan bir dipnot. 6 numaralı bu dipnotta şöyle deniyor: "Hicr sûresi, 99. ayetinin işaret ettiği 'yakîn'i, ibadet ederek elde edilecek, ibadette sabrederek erişilecek bir 'iman' hali olarak anlamak gerek. 'Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine iman et' ifadesini, 'Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et' diye de okuyabiliriz."
Öncelikle şunu ifade etmem gerekiyor: Kur'an'dan işarî anlamlar çıkarılmasına karşı değilim ve olamam da. Herkes nasibince Kur'an'dan istifade edebilir ve Ehadiyet düzleminde kendisine lütfedilmiş hususi bir Kur'an'ı onda bulabilir. Fakat bu noktada Kur'an'dan çıkarılacak işarî anlamların 'mana-i sarihiyi incitmemesi' gerekir. Hele hele işarî anlamı çıkarmış kişinin bunu mana-i sarihinin önüne koymasından, "Öyle değil böyle anlaşılmalıdır" demesinden, mürşidimin ifadesiyle, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere sahabe-i güzin ve selef-i salihinin fehimlerini tezyif etmek çıkar. Çünkü Kur'an'a ilk muhatap olan, onu ilk anlayan ve anlatan onlardır. Mana-i sarihî bize Asr-ı Saadet'in yadigârıdır.
Tam da bu nokta itibariyle, Kur'an'ın anlaşılmasında sebeb-i nüzuller 'olmazsa olmaz' bir konumda olduğu gibi dönemin Arapçasına vukufiyet de yine 'olmazsa olmaz'dır. Hz. Ömer'in (r.a.) tavsiye ettiği 'cahiliye dönemi şiirlerinin öğrenilmesi' yine Kur'an'ın indiği bu dili anlamak açısından önemlidir. Çünkü dil de sosyoloji gibi zamanla değişir ve dönüşür. Kur'an'ı en berrak şekilde anlamak, onun geldiği dil ve sosyoloji üzerine yaşamakla ve Muallim-i Mübarek aleyhissalatuvesselamdan ders almakla mümkündür. Sahabe bu dili konuşmuş, bu sosyolojiyi yaşamış ve bu Muallim'den ders almıştır.
Bizim Kur'an'a bakıp, Arapçamız olsa bile, mana-i sarihiyi incitecek şekilde "O aslında şöyle anlaşılmalıdır!" dememiz, modern zamanın çocuğu olan bir zihinle Asr-ı Saadet'in çocuğu olan zihinlere meydan okumamızdır. Bu noktada onlarla yarışılmaz. "Geçerim..." diyen vallahi yalancıdır. Fakat işte, tam da bu noktada, işarî manalar imdadımıza yetişir. Rabb-i Rahim bizi lütfundan istifadesiz bırakmaz. Rahmet, Ehadiyet penceresinden gülümser. Biz de Kur'an'ı dikkat-i nazarla ve istikametli bir hikmetle okuduğumuzda 'rumuzlar tavazzuh eder...' Bediüzzaman'ın "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşiyor..." demesinin hemen ardından zikrettiğidir bu. Bizim hakkımız ancak 'rumuzların tavazzuhudur.' Haddimizi bilmeliyiz.
Peki, aksini iddia edenin ödeyeceği bedel ne olur? Eğer Kur'an'ı mana-i sarihi noktasında 'daha iyi anladığımız' iddiasına girersek, bu bir anlamda daha önce 'eksik anlaşıldığının' iddiasıdır. İslam'ı bize ulaştıran pâk eller, eğer mana-i sarihîyi eksik anlamış iseler, bugün dinimizi üzerimize yaşadığımız herşey; akaid, fıkıh, hadis, kelam vs... bu eksiklikten hissedar olur. "Kur'an'ı daha iyi anlıyorum!" diye iddia eden kişi, lazım-ı mezhep olarak yeni bir fıkıh işine de girişmelidir. Çünkü bu sözüyle geçmiş fıkıhların üzerine inşa edildiği zemini 'eksiklikle' suçlamıştır. Eksik üzerine kurulan da eksiktir. Bugün mana-i sarihiyi sahabeden daha iyi anladığını iddia eden, sahabenin bu manayı ders aldığı Aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere bütün bir İslam geleneğini/silsilesini kaçınılmaz bir şekilde tezyif eder. Farkında olsun veya olmasın.
Fakat burada ben Zaman Aynası Namaz'ı yukarıda belirttiğim şeyle suçlamıyorum. Çünkü orada 'diye de okuyabiliriz' deniliyor. Bir nevi mana-i sarihinin bu olmadığı, fakat böyle de okunabileceği söyleniyor. Ancak hatırlarsanız, başta birşeyin altını çizmiştim: Mana-i işarînin kabule yakın olması için mana-i sarihîyi incitmemesi gerekir. Kitapta beni endişelendiren asıl husus budur. Eğer "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" ayetini "Rabbine abd olduğun bilincini edinmek üzere ibadet et!" diye anlarsanız bu ister istemez bazı açılardan mana-i sarihîyi incitir. Peki, nasıl incitir?
Öncelikle; 'kadar' anlamı içerdiği (internette görebildiğim) bütün meallerde kabul edilen Arapça bir cümlede 'kadar'ı 'üzere'ye çevirmek sıkıntılıdır. Çünkü 'kadar' aslında bir eşiği ifade eder. Biz birşey hakkında 'Şu güne kadar yapacağım' veya 'Şuraya kadar yapacağım' dediğimizde bir sınır tayin etmiş oluruz. Bu, "Ondan sonra bunu yapmayacağım" manasını da barındırır. Bu sınırlamanın olmadığı tek kullanım vardır. O da "Sonsuza kadar..." Bu, yapılan şeyin hiç sonunun gelmeyeceğini ironi ile ima eder. 'Üzere' kelimesinde bu sınırlandırma yoktur. Peki, Zaman Aynası Namaz'ın verdiği anlam ile baktığımızda bu sınırlılık ne olacaktır?
'Rabbinin abdi olduğu bilincine erene kadar' ibadet eden kişi, bu bilinci elde ettiğinde ibadeti bırakacak mıdır? Eğer bunu bu kesinlikte savunabiliyorsak, mü'minin ibadet yolculuğunu 'Rabbin abdi olduğu bilincine erilmeden' başlanmış, ancak nihayetinde bunu hedeflemiş birşey olarak mı görmeliyiz?
Eğer hakikaten bu ikincisini de savunabileceksek, o zaman ibadet eden herkesin 'Rabbinin abdi olduğu bilincine henüz ermemiş kimseler' dolayısıyla imanlarında sorun olan kimseler olarak mı görülmesi lazımdır? Bunun böyle görüleceği de kabul edilirse, ömrünün son demlerine kadar ibadeti bırakmamış olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam başta olmak üzere 'hiç ibadeti terketmemiş' insanların imanlarını 'Rabbinin abdi olduğu bilincine erilmeden yapılmış imanlar' olarak mı görmek gerekir? Sahib-i Miraç hakkında 'Rabbinin abdi olduğu bilincine ermediği' iddiasında bulunulabilir mi? İbadete 'bu erişe ulaşmadığı için devam ettiği' söylenebilir mi?
Sorular çoğaltılabilir, ama sıkıntı değişmez. Ayetin, Zaman Aynası Namaz'a kadar verilen manası, yani "Sana yakîn/ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!" anlamı kabul edilirse ancak mesele çözüme kavuşur. Evet, ölüm geldiği zaman imtihan biter. İmtihan bittiğinde ibadet yükümlülüğü kalkar. Bunun dışında verilen anlamlar, ancak bu mana-i sarihîyi incitmezlerse kabul edilebilir olabilirler. Yaralarlarsa yara alırlar.
Tam bu noktada Zaman Aynası Namaz'da bu hatanın neden yapıldığına dair bir tahminimi de belirtmek istiyorum. Senai Demirci veya Ali Mermer veya her ikisi birden, yakînin itikadî metinlerde sonradan kavramlaştırılmış anlamını Kur'an'a dayattıkları için bu hatayı yapıyorlar. İmanın mertebelerini anlatmakta kullanılan ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin gibi tabirler 'yakîn'e 'kesin bir şekilde imanma' anlamı yüklerler. Fakat bu yükleme daha sonra yapılmış bir yüklemedir. Yazının başlarında dediğim gibi: Kur'an'ı anlamak aslında onun indiği zamanı anlamaktır. Dilin o zamanki halini ve sosyolojiyi anlamaktır. Sadece kelimeyi değil onunla ne kastedildiğini anlamaktır.
Örneğin: Bugün 'söylenti' veya 'inanılmayacak bir söz' olarak kullandığımız 'tevatür'ün anlamını hadis ilminde 'tevatür' kelimesinin geçtiği yerlere koyarsanız, bu ilme takla attırırsınız. Zira hadis ilminde 'tevatür'ün anlamı neredeyse bugün anlaşılanın tam zıttıdır. Dildeki ve sosyolojideki bu dönüşümdür ki, Bediüzzaman der: "Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılâp var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet nâmı veriliyor."
Hülasa: Senai Demirci veya Ali Mermer veya ikisi birlikte sonradan inşa edilmiş bu 'yakîn'i Hicr sûresinin 99. ayetindeki 'yakîn'e dayattıkları için bu hataya düşüyorlar. Fehmetmek için o döneme gitmiyorlar. Kendi dönemlerini dayatıyorlar. İşte biraz da bu nedenle bu zamanın çocuklarının mana-i sarihîde hakkı yoktur. Çünkü, İçtihad Risalesi'ndeki tabirle, 'arzî'dirler. Semaya çıkamazlar ki, sema hakkında söz söylesinler... Yazının son kısmı sadece benim tahminimden ibarettir. En doğrusunu Allah bilir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder