Az sonra diyeceklerimi okuyunca bana 'deli' demeyin. Herşeye rağmen 15 Temmuz'un bir 'kayıp' değil 'canlanış' olduğunu düşünmekteyim. Şehitlerimiz ve gazilerimiz de olmasa neredeyse Allah'a şükredeceğim. (Allah rahmeti, şifası ve keremiyle sarsın onları.) Çünkü Rabb-i Rahim bu musibetin bedeli/şifası olarak sinemize can da üfledi. Bizi hasma mağlub etmedi. Zafer lütfetti. Zafer mücahidin canıdır. Musibet gitti can hâlâ duruyor. Ve bugün yeni bir Türkiye olmak için nice zamandır olmadığımız kadar birlik, gayret ve cesaret içindeyiz.
"Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur..." der mürşidim. İşte bir yağmur da öyle sıcak bir günde yağıp geçti üzerimizden. Allah içimizden bazılarını şehit mertebesine yükselterek yanına aldı. Daha başkalarına da gazilik payesi lütfetti. Bize de o gece 'doğru taraftakiler' arasında olmayı bağışlayarak can üfledi. Hamdolsun. 15 Temmuz'u doğru tarafta yaşayanlar için dünya artık bambaşka bir yer olacak. Kendilerine bahşedilmiş bir lezzet-i ruhaniye sayesinde ne zaman o geceyi hatırlasalar hem şükür hem sevinç duyacaklar.
Hakikat bu: Nefsin lezzeti söner. Ruhun lezzeti kalır. Civciv kabuğunu kırdı o gece. Çıplak eller tankları durdurabileceğini keşfetti o gece. Bu bir Birinci Söz dersi gibiydi bizler için. Bir sırr-ı besmele idi. Şahit olduk o gün 'Bismillah' diyen yumuşacık kök, taşı ve toprağı delermiş. Farkettik o gün 'Bismillah' diyen nazenin yaprak güneşin şiddet-i hararetine karşı dayanırmış. Gördük o gün "Ya Allah! Bismillah! Allahu Ekber!" diyenlerin çıplak elleri tanklardan, mermilerden, F-16'lardan kuvvetliymiş. Nicedir oturur Birinci Söz'ü okurduk anlatılanlar uzağımızda yaşanan şeylermiş gibi. Yeni Said, onca hâdisenin/zulmün pençesinde neden 'besmele'yi anlatmış, anlamazdık. 15 Temmuz büyük bir mürşid oldu. Birinci Söz'ü okuttu. 15 Temmuz'da Birinci Söz'ü okumadık. Birinci Söz'ü yaşadık. Besmele mü'mine ne yapar, ne hale getirir, anladık.
"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır..." O gün 'ölmemek için ölmeye' yürüyenlerin neden hep bir ağızdan böyle bağırdığını soruyorlar: "Ya Allah! Bismillah! Allah Ekber!" Ben de diyorum ki: "Bunu ancak Birinci Söz'ü okursan anlarsın." Allah'ın ismi bir mü'min için nedir? "Bismillah" bir mü'min için ne ifade eder? "Allahu Ekber!" neyin haykırışıdır? Bunları bilirsen anlarsın.
O gün salt slogan atmak için söylemiyorduk onları. Kuvvetimizi oradan aldığımız için öyle söylüyorduk. Bir ömür Onun inayetiyle yaşadığımız için musibet anında da aklımıza Onun adı geliyordu. Hasımdan başkasına birşey öğretmek için değil; güç almak için, gücüne sığınmak için, gücünden gücümüzü güç katmak için... Duyduk ki; katıu't-tarikler yolları kesmişler. Tankları, uçakları, silahları da varmış bu şakilerin. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan beri tüm mürşidler bize öyle öğretmişlerdi: "İsim al." Hemen tüm kabilelerin ve hatta âlemler reisinin ismini aldık. 15 Temmuz çölünde öyle seyahat ettik. Ve Allah isminin bereketiyle tüm şakileri başımızdan defetti. Demem o ki arkadaşım: Allah'a sığındığımızda ne kadar kuvvetli olduğumuzu 15 Temmuz'da öğrendik.
Birinci Söz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Birinci Söz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6 Ağustos 2016 Cumartesi
3 Temmuz 2016 Pazar
Kimin adını aldığın yolun kesilince anlaşılır
"Allah, içinizden cihad edenleri; Allah'tan, peygamberinden ve inananlardan başka sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan sizi kendi halinize bırakacak mı zannediyorsunuz? Allah işlediklerinizden haberdardır." (Tevbe sûresi, 16)
Birinci Söz'e göre besmele sadece 'dil ile anılacak' birşey değildir. Hayat yolculuğu boyunca 'yanınıza alıp yaşanılacak' birşeydir. Ne demek bu? Belki şu demek: Besmele bir açıdan kulun varlığa bakış açısı, hatta daha da ötesinde, mü'minin yaşam açısıdır. Üzerine bakılacak ve görünen anlam dünyası üzerine yaşanılacak birşeydir besmele. Bu yüzden Birinci Söz'deki temsilî hikayecikte seyyah kabile reisinin ismini anmaz. Kabile reisinin ismini alır: "Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin."
Peki, seyyahımız kabile reisinin ismini hiç mi anmaz? Hayır, elbette anar. Kendine ve diğerlerine hatırlatması gerektiğinde anar. "Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez."
Anmanın almakla ilgisi bu noktadan doğar. Uzaktaki bir dostunuzu herhangi bir mecliste andığınız zaman varlığını da bir şekilde o meclise taşımış olursunuz. Hatırlamak da bir çeşit almaktır. Anmak da bir çeşit katmaktır. Katmak da bir çeşit taşımaktır. Hatırladığımız zaman o ismi tekrar yanımıza almış oluruz. Andığımız zaman andığımızın şahidi olan herkes o ismin ve hatırasının çağrıştırdığı anlam dünyasından istifade ederler.
Hatırladığımız bizim dünyamızda, andığımız ise anıldığı mecliste bir şekilde varolur veya varlığını arttırır. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ism-i mübareki anıldığında salavat getirmek, onun 'adı anıldığında salavat getirmeye layık' ve 'getirilmesi lazım' bir peygamber olduğunu bize ihtar eder. Liyakati onun kemalindendir. Lüzumu bizim ona borcumuzdur. Hatırlamak içe dönük gafleti izale eder. Anmak dışa dönük gafleti dağıtır.
İşte Bediüzzaman'ın 23. Söz'de dediği; "Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur..." sırrı da budur. Hatırlayınca okuruz. Anınca okuturuz. Hatırlamanın tezahürü anmaktır. Hem zaten zikrullahta da bu sır yok mudur? Ehl-i zikr andığını önce kendi nefsine sonra zikrine şahit olanlara hatırlatır. Neyi çok hatırımızda tutuyorsak onu çok zikrederiz. Siyaset ise siyaseti, futbol ise futbolu, Allah ise Allah'ı... Yaşarken en çok andığımızdır yanımıza aldığımız. Yaşarken yanımıza aldığımızdır en çok andığımız.
Bediüzzaman, Birinci Söz'ün başında besmele için 'İslam nişanı' diyor. Bunun iki şekilde izahı var: Birincisi; besmeleyi anmanın kişinin kimliğine dair yaptığı ilanatla ilgili. Evet, besmele bir şeairdir. İşini besmeleyle yapanın müslüman olduğunu da anlamış oluruz. O ismi yanına aldığını, yani onunla yaşadığını, anmasından anlarız. İkincisi; besmelenin anmakla ve hatırlamakla çağrıştırdığı mana dünyasını ifade eder. Yukarıda dediğimiz gibi 'anmak' ve 'hatırlamak' bir şekilde andığımız veya hatırladığımız şeyin dünyamızdaki varlığını arttırır.
Onu ve onun ifade ettiği manaları yeniden dünyamıza çağırmış oluruz anmakla veya hatırlamakla. Bir mü'min de yaşadığı musibetler karşısında Allah'ı ve isimlerini hatırladığı zaman rahatlar. Çünkü varlıkla münasebetinde artık yalnız değildir. Birisinin adıyla ve dolayısıyla adına hareket eder. Üçüncü birşeyle birisinin adına muhatap olmak onunla muhatabiyette yalnız/kendi başına olmamaktır. "Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."
Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan nakledilen bir hadiste Allah'ın esmasını bilmekle cennet arasında kurulan ilgi bu pencereden bize bir hakikat fısıldar: Allah'ın isimlerini bilmekle biz daha bu dünyada bir cennet yaşarız. Nasıl olur bu? Çünkü o isimleri yanımıza aldığımızda varlıkla muhatabiyetimiz değişir. Bediüzzaman'ın telif ettiği Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Taziye Risalesi gibi pekçok eser aslında 'adını almakla' zâhiren kötü şeylerle muhatabiyetin nasıl değiştiğini izah eder. Yani demem o ki: Biz yanımıza bir isim aldığımızı en çok bir kàtıu't-tarîke/yolkesene rastgeldiğimizde farkederiz. Daha doğrusu isim almanın nasıl bir nimet olduğunu bize hayatımızdaki yolkesenler öğretir.
Sağlıklıyken isim almakla almamak arasında nüans yokmuş gibi gelebilir. Hastalık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Gençken dünya güllük gülistanlık görünebilir. İhtiyarlık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Sevdiklerin hayattayken yolun hiç kesilmezmiş gibi gelebilir, ama ölüm yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Bunların her birisi o seyyahın yolunu kesin eşkıyalar gibi yolunu keser. İşte o zaman almanın almamadan farkını anlarsın. Hatta yine 23. Söz'e uzanırsak; iman bir 'intisab'dır, küfür o nisbeti kat'eder. Demek o yolkesenlerin en büyüğü küfürdür.
"Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Demem o ki arkadaşım: Yolkesenlere verecek cevabı olmayanların mutluluğu yalandır. Sınanmamış iddiaları yalandır. Onların zâhiren zevk u safa içinde yaşaması seni kandırmasın. Belki daha yolları kesilmemiştir. En nihayet bir şâki yolunu kestiğinde, çünkü imtihan/sınanma dünyası bu, vallahi şu ayeti sen de iliklerine kadar hissedip haykıracaksın: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
Birinci Söz'e göre besmele sadece 'dil ile anılacak' birşey değildir. Hayat yolculuğu boyunca 'yanınıza alıp yaşanılacak' birşeydir. Ne demek bu? Belki şu demek: Besmele bir açıdan kulun varlığa bakış açısı, hatta daha da ötesinde, mü'minin yaşam açısıdır. Üzerine bakılacak ve görünen anlam dünyası üzerine yaşanılacak birşeydir besmele. Bu yüzden Birinci Söz'deki temsilî hikayecikte seyyah kabile reisinin ismini anmaz. Kabile reisinin ismini alır: "Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin."
Peki, seyyahımız kabile reisinin ismini hiç mi anmaz? Hayır, elbette anar. Kendine ve diğerlerine hatırlatması gerektiğinde anar. "Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez."
Anmanın almakla ilgisi bu noktadan doğar. Uzaktaki bir dostunuzu herhangi bir mecliste andığınız zaman varlığını da bir şekilde o meclise taşımış olursunuz. Hatırlamak da bir çeşit almaktır. Anmak da bir çeşit katmaktır. Katmak da bir çeşit taşımaktır. Hatırladığımız zaman o ismi tekrar yanımıza almış oluruz. Andığımız zaman andığımızın şahidi olan herkes o ismin ve hatırasının çağrıştırdığı anlam dünyasından istifade ederler.
Hatırladığımız bizim dünyamızda, andığımız ise anıldığı mecliste bir şekilde varolur veya varlığını arttırır. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ism-i mübareki anıldığında salavat getirmek, onun 'adı anıldığında salavat getirmeye layık' ve 'getirilmesi lazım' bir peygamber olduğunu bize ihtar eder. Liyakati onun kemalindendir. Lüzumu bizim ona borcumuzdur. Hatırlamak içe dönük gafleti izale eder. Anmak dışa dönük gafleti dağıtır.
İşte Bediüzzaman'ın 23. Söz'de dediği; "Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur..." sırrı da budur. Hatırlayınca okuruz. Anınca okuturuz. Hatırlamanın tezahürü anmaktır. Hem zaten zikrullahta da bu sır yok mudur? Ehl-i zikr andığını önce kendi nefsine sonra zikrine şahit olanlara hatırlatır. Neyi çok hatırımızda tutuyorsak onu çok zikrederiz. Siyaset ise siyaseti, futbol ise futbolu, Allah ise Allah'ı... Yaşarken en çok andığımızdır yanımıza aldığımız. Yaşarken yanımıza aldığımızdır en çok andığımız.
Bediüzzaman, Birinci Söz'ün başında besmele için 'İslam nişanı' diyor. Bunun iki şekilde izahı var: Birincisi; besmeleyi anmanın kişinin kimliğine dair yaptığı ilanatla ilgili. Evet, besmele bir şeairdir. İşini besmeleyle yapanın müslüman olduğunu da anlamış oluruz. O ismi yanına aldığını, yani onunla yaşadığını, anmasından anlarız. İkincisi; besmelenin anmakla ve hatırlamakla çağrıştırdığı mana dünyasını ifade eder. Yukarıda dediğimiz gibi 'anmak' ve 'hatırlamak' bir şekilde andığımız veya hatırladığımız şeyin dünyamızdaki varlığını arttırır.
Onu ve onun ifade ettiği manaları yeniden dünyamıza çağırmış oluruz anmakla veya hatırlamakla. Bir mü'min de yaşadığı musibetler karşısında Allah'ı ve isimlerini hatırladığı zaman rahatlar. Çünkü varlıkla münasebetinde artık yalnız değildir. Birisinin adıyla ve dolayısıyla adına hareket eder. Üçüncü birşeyle birisinin adına muhatap olmak onunla muhatabiyette yalnız/kendi başına olmamaktır. "Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."
Efendimiz aleyhissalatuvesselamdan nakledilen bir hadiste Allah'ın esmasını bilmekle cennet arasında kurulan ilgi bu pencereden bize bir hakikat fısıldar: Allah'ın isimlerini bilmekle biz daha bu dünyada bir cennet yaşarız. Nasıl olur bu? Çünkü o isimleri yanımıza aldığımızda varlıkla muhatabiyetimiz değişir. Bediüzzaman'ın telif ettiği Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Taziye Risalesi gibi pekçok eser aslında 'adını almakla' zâhiren kötü şeylerle muhatabiyetin nasıl değiştiğini izah eder. Yani demem o ki: Biz yanımıza bir isim aldığımızı en çok bir kàtıu't-tarîke/yolkesene rastgeldiğimizde farkederiz. Daha doğrusu isim almanın nasıl bir nimet olduğunu bize hayatımızdaki yolkesenler öğretir.
Sağlıklıyken isim almakla almamak arasında nüans yokmuş gibi gelebilir. Hastalık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Gençken dünya güllük gülistanlık görünebilir. İhtiyarlık yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Sevdiklerin hayattayken yolun hiç kesilmezmiş gibi gelebilir, ama ölüm yolunu kestiğinde ne cevap vereceksin? Bunların her birisi o seyyahın yolunu kesin eşkıyalar gibi yolunu keser. İşte o zaman almanın almamadan farkını anlarsın. Hatta yine 23. Söz'e uzanırsak; iman bir 'intisab'dır, küfür o nisbeti kat'eder. Demek o yolkesenlerin en büyüğü küfürdür.
"Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Demem o ki arkadaşım: Yolkesenlere verecek cevabı olmayanların mutluluğu yalandır. Sınanmamış iddiaları yalandır. Onların zâhiren zevk u safa içinde yaşaması seni kandırmasın. Belki daha yolları kesilmemiştir. En nihayet bir şâki yolunu kestiğinde, çünkü imtihan/sınanma dünyası bu, vallahi şu ayeti sen de iliklerine kadar hissedip haykıracaksın: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
9 Nisan 2016 Cumartesi
Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (5): Bir de şu derse biz bakalım
Birinci Söz'ün hikayeciği içinde besmelenin "Allah'ın adını anmak" olarak değil de "Allah'ın ismini almak" olarak tarif edilmesi ayrıca anlamlı geliyor. Bu şekilde bakıldığında besmele 'denilip bırakılacak' birşey değil 'alınıp yaşanılacak' birşey. Hep tutulacak birşey. Zaten 'zikr' ile 'anma' arasındaki en büyük fark, kanaatimce, zikrin andığı şeyi arkasında bırakmayışıdır. Eskitmeyişidir. (Zaman hurdayı gözden düşürür, fakat antikayı ancak kıymetlendirir.) Bırakmama kastıyla diline mıhlayışıdır/ballayışıdır. Asla arkada kalmamacasına ve kalmasın diye anar zâkir, zikrettiğini.
Zaten vird 'hep anılana' denilir. 'Aman gönlümden çıkmasın!' diye telaşlandığınızdır virdiniz. Sık andığınız için dünyanızdan çıkmaz. Demesi böyle bir demedir. Sair 'demeler' veya 'anmalar' böyle değil. Sair 'demeler' veya 'anmalar' bir yönüyle arkada bırakmadır. Tekrar etmeye mecbur edildiğimizde kızarız/güceniriz hatta. "Kaç kere söyledim!" deriz. Sitem ederiz. Sıkılırız. Bıkarız. Yenilik ararız. Fakat besmele arkada bırakılamaz. Birinci Söz, bize, besmelenin arkada bırakılacak birşey olmadığını da hatırlatıyor.
Sadece bu mu? Bence mürşidim besmeleyi 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtunca ehl-i zikrin her evradını da (ve ehl-i ilmin her ilmini de) aynı şekilde 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtur. Zaten esasında zikr 'anmayı' 'almaya' dönüştürmek içindir. Tasavvuf ehlinin virdlerini salt bir 'tekrar'dan ibaret görenler, küçümseyenler, tekrarat-ı Kur'aniyeyi nasıl konumlandırırlar acaba? Halbuki zikrin membaı, mehazı, meşruiyet kaynağı önce tekrarat-ı Kur'aniye ve sonra da sünnet-i seniyyedir. Mürşidim şu hikmeti bize şöyle izah eder:
Hakikat yolculuğu dikey değil daireseldir. 'Almak' için yapılır tüm 'anış'lar. Çünkü anmak, dolayısıyla tekrar hatırlamak; hatırlamak, dolayısıyla onunla işaret edilen manayı tekrar dünyana dahil etmektir. O isim/vird ile gezmektir. O nam ile hürmet görmektir. Biz 'gaflet'i de şöyle tarif etmez miyiz: "Allah'ı hesaba katmadan kainata bakmak." Yani; bir an veya daha uzun bir zaman için olsun, onun herşeyi kuşatan varlığını unutmaktır gaflet.
Allah'ı unutmak az fakirlik değildir. Bu fakirlik, onun esma, sıfat ve şuunatından oluşan anlam/anlamlandırış dünyasından mahrum kalmaktır. Gaflete düştüğünüz zaman, Allah tasavvurunuzun dünyanıza kattığı zenginlikten mahrum kalarak, kainata 'nesne-nesne' düzleminde bakarsınız. Allah'ı hatıra getirmek varlığa dair her yorumunuzu 'mahluk-mahluk' düzlemine çeker. Tevhid ile bakmak rahatlatır. Size düşman görünenin sahibi de sizin merhametli sahibinizdir çünkü. Sahibi dost olunca mülkü de dostunuz olmaz mı?
Yeni olanın 'sınamaya tâbi tutulmadan' iltifata mazhar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hatta denilebilir ki: Modern medeniyetin yaptığı en büyük yıkım bu körkütük 'sıradışılık' aşkından kaynaklanıyor. Kemalin Allah'ın fıtratına aykırılıkta değil, uyumda olduğunu unutturdu yenilik tutkusu. 'Harika belagatlar' gözden saklandı. Virdleri gözden düşürdü. Ahirzaman çocukları için tekrar bir yük, bir karanlık, bir yanlış. Asla düşülmemesi gereken birşey tekrar. Her yapılanın/yazılanın/söylenenin bir öncekinden daha sıradışı olması lazım. Aynı hakikatin altını çizmek çoktan gözden düştü.
Felsefenin canı bu çünkü. Felsefî düşünce bir öncesiyle kapışmak üzerine kurgulu. Sütannesinden emdiği süt onun 'eyleyişine de' sirayet ediyor. Bir ismi yanına almakla ilgilenmiyor modern medeniyet. 23. Söz'de mürşidimin tarif ettiği gibi 'demirciler çarşısı' burası. Ustanın ismi kıymetsiz. Antikanın geçmişi önemsiz. Gelenek geçersiz. Herşey dönüştürülebildiği kadar önemli. Yeni birşey çıkıyor mu ondan, onda kemal var! 'Yeni fetişizmi' bu zamanın hastalığı.
Peki, modern zaman çocukları virdlere bu kadar düşmanken yanlarına nasıl isim alacaklar? 'Ona başlamanın' bir açıdan 'Onda kalmak...' anlamına geldiğini hatırlıyorlar mı? Besmele, vird-i zeban olmadan nasıl alınır? Kalmak da bir tekrar-ı vücud değil midir?
İnsan hakikaten şaşırıyor. Birinci Söz üzerine yazılmış bir yazıda ondan şu mana nasıl çıkarılır: "Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..." Halbuki Söz'ün sahibi selef-i salihinin tefsirleri hakkında der: "Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar." Ezber olmadan söylenenin 'yeni' olduğu bile farkedilmez ki! Ezberi olmayan dün ne yediğini/söylediğini bile unutur. Kendi sözü bile nakledilse kendisine, yeni gelir. Ezberi olmayanın sistemi olmaz. Ezberi olmayanın usûlü olmaz. Ezberi olmayanın prensibi olmaz. Ezberi olmayan tekrara veya çelişkiye düşse de farketmez. Hey 'Demirci'ler çarşısı düşkünü! Kendi malını orada kaça satarsan sat. Karşılığında ne alırsan al. Bize ne? Fakat, insaf et, Nur'dan antikamızı çarşına sürükleyip harap etme...
Zaten vird 'hep anılana' denilir. 'Aman gönlümden çıkmasın!' diye telaşlandığınızdır virdiniz. Sık andığınız için dünyanızdan çıkmaz. Demesi böyle bir demedir. Sair 'demeler' veya 'anmalar' böyle değil. Sair 'demeler' veya 'anmalar' bir yönüyle arkada bırakmadır. Tekrar etmeye mecbur edildiğimizde kızarız/güceniriz hatta. "Kaç kere söyledim!" deriz. Sitem ederiz. Sıkılırız. Bıkarız. Yenilik ararız. Fakat besmele arkada bırakılamaz. Birinci Söz, bize, besmelenin arkada bırakılacak birşey olmadığını da hatırlatıyor.
"BİSMİLLÂH her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki: Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."
Sadece bu mu? Bence mürşidim besmeleyi 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtunca ehl-i zikrin her evradını da (ve ehl-i ilmin her ilmini de) aynı şekilde 'anmak'tan 'almak' mertebesine oturtur. Zaten esasında zikr 'anmayı' 'almaya' dönüştürmek içindir. Tasavvuf ehlinin virdlerini salt bir 'tekrar'dan ibaret görenler, küçümseyenler, tekrarat-ı Kur'aniyeyi nasıl konumlandırırlar acaba? Halbuki zikrin membaı, mehazı, meşruiyet kaynağı önce tekrarat-ı Kur'aniye ve sonra da sünnet-i seniyyedir. Mürşidim şu hikmeti bize şöyle izah eder:
"Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te'kid için terdad lâzımdır. Te'yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor."
Hakikat yolculuğu dikey değil daireseldir. 'Almak' için yapılır tüm 'anış'lar. Çünkü anmak, dolayısıyla tekrar hatırlamak; hatırlamak, dolayısıyla onunla işaret edilen manayı tekrar dünyana dahil etmektir. O isim/vird ile gezmektir. O nam ile hürmet görmektir. Biz 'gaflet'i de şöyle tarif etmez miyiz: "Allah'ı hesaba katmadan kainata bakmak." Yani; bir an veya daha uzun bir zaman için olsun, onun herşeyi kuşatan varlığını unutmaktır gaflet.
Allah'ı unutmak az fakirlik değildir. Bu fakirlik, onun esma, sıfat ve şuunatından oluşan anlam/anlamlandırış dünyasından mahrum kalmaktır. Gaflete düştüğünüz zaman, Allah tasavvurunuzun dünyanıza kattığı zenginlikten mahrum kalarak, kainata 'nesne-nesne' düzleminde bakarsınız. Allah'ı hatıra getirmek varlığa dair her yorumunuzu 'mahluk-mahluk' düzlemine çeker. Tevhid ile bakmak rahatlatır. Size düşman görünenin sahibi de sizin merhametli sahibinizdir çünkü. Sahibi dost olunca mülkü de dostunuz olmaz mı?
"Hattâ bir adam, ('Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder...') âyetini okudu. Dedi ki: 'Bu âyetin harika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.' Ona denildi: 'Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.' O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâğati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı."
Yeni olanın 'sınamaya tâbi tutulmadan' iltifata mazhar olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Hatta denilebilir ki: Modern medeniyetin yaptığı en büyük yıkım bu körkütük 'sıradışılık' aşkından kaynaklanıyor. Kemalin Allah'ın fıtratına aykırılıkta değil, uyumda olduğunu unutturdu yenilik tutkusu. 'Harika belagatlar' gözden saklandı. Virdleri gözden düşürdü. Ahirzaman çocukları için tekrar bir yük, bir karanlık, bir yanlış. Asla düşülmemesi gereken birşey tekrar. Her yapılanın/yazılanın/söylenenin bir öncekinden daha sıradışı olması lazım. Aynı hakikatin altını çizmek çoktan gözden düştü.
Felsefenin canı bu çünkü. Felsefî düşünce bir öncesiyle kapışmak üzerine kurgulu. Sütannesinden emdiği süt onun 'eyleyişine de' sirayet ediyor. Bir ismi yanına almakla ilgilenmiyor modern medeniyet. 23. Söz'de mürşidimin tarif ettiği gibi 'demirciler çarşısı' burası. Ustanın ismi kıymetsiz. Antikanın geçmişi önemsiz. Gelenek geçersiz. Herşey dönüştürülebildiği kadar önemli. Yeni birşey çıkıyor mu ondan, onda kemal var! 'Yeni fetişizmi' bu zamanın hastalığı.
Peki, modern zaman çocukları virdlere bu kadar düşmanken yanlarına nasıl isim alacaklar? 'Ona başlamanın' bir açıdan 'Onda kalmak...' anlamına geldiğini hatırlıyorlar mı? Besmele, vird-i zeban olmadan nasıl alınır? Kalmak da bir tekrar-ı vücud değil midir?
İnsan hakikaten şaşırıyor. Birinci Söz üzerine yazılmış bir yazıda ondan şu mana nasıl çıkarılır: "Tefsir kelimesinin gömleği Risale-i Nur’un yaptığı işi anlatamaz; dar gelir. Gömleği yırtıp atar. (...) Dersimiz ne tekrardır ne ezber; dersimiz hep yeniden başlamak, hep yeni kalmak..." Halbuki Söz'ün sahibi selef-i salihinin tefsirleri hakkında der: "Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar." Ezber olmadan söylenenin 'yeni' olduğu bile farkedilmez ki! Ezberi olmayan dün ne yediğini/söylediğini bile unutur. Kendi sözü bile nakledilse kendisine, yeni gelir. Ezberi olmayanın sistemi olmaz. Ezberi olmayanın usûlü olmaz. Ezberi olmayanın prensibi olmaz. Ezberi olmayan tekrara veya çelişkiye düşse de farketmez. Hey 'Demirci'ler çarşısı düşkünü! Kendi malını orada kaça satarsan sat. Karşılığında ne alırsan al. Bize ne? Fakat, insaf et, Nur'dan antikamızı çarşına sürükleyip harap etme...
21 Mart 2016 Pazartesi
Tarihçe-i Hayat'tan Birinci Söz'e bakarken
Bu bana ilginç geldi. Bilmem bir başkasına da öyle gelir mi? Bediüzzaman'ın 'besmele'yi anlatan Birinci Söz'e nasıl bir temsil-i hikayecikle başladığını hepiniz az-çok hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamayanlar için o kısmı tekrar edelim:
Birinci Söz'e dair eski yazılarımı okuyanlar hatırlarlar. Mezkûr temsilde geçen 'Alanı her yerde selametle gezdi' cümlesini "kainatı Allah'la açıklamanın kolaylığı" perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Bu yazıda ona bir başlık daha eklemek istiyorum: "Hayatı Allah'la yaşamanın kolaylığı." Peki, bunu söylerken aslında ne demek istiyorum? Risale-i Nur'da, hem kainatı varlıksal açıdan Allahsız açıklamanın/akletmenin imkansızlığı vurgulanır; hem de yaşamsal açıdan Allahsız hissetmenin/tatmanın zorluğu vurgulanır. Birincisi 'aklî bir imkansızlıktır' ikincisi 'kalbî bir acıdır.' Daha geniş bir tefekkür için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: 'Muhal' ve 'elem.' Risale-i Nur'da bu iki kelimenin kullanıldığı yerleri şöyle bir gözden geçirseniz, işaret etmeye çalıştığım şeyi siz de sezersiniz. 'Muhal' size aklî imkansızlıkların vurgulandığı yerleri okutur. 'Elem'se kalbî acıların izlerini gösterir.
Yani Allah'ın ismini almadığınız zaman yanınıza (aklınıza/kalbinize/hatırınıza) kainatı varlıksal açıdan açıklamak da güçleşir (bu her zaman bir hissedişe tekabül etmek zorunda değildir), duygusal anlamda yaşamak da güçleşir (bu da her zaman akledişe yaslanmak zorunda değildir). Kainatta her an olan sayısız şeyi bir anlama kavuşturup izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak olan Allah'ın ismini almaktır; yaşadığı şeylerden payına düşen hissedişle huzur bulmak isteyeni kurtaracak olan da.
Birincisine Ayetü'l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki 'afakî' ve 'enfüsî' tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu 'duyuş'tur. Ayetü'l-Kübra Risalesi'nin yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi'nin yolcusu ise hissettiği şeye bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü en nihayet Birinci Söz'deki o cümleye bağlanır: 'Alanı her yerde selametle gezdi.' Yani; yaşamı hissediş boyutunda da, akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi, hissetmek de. Varolmakta onu zorlamadı, yaşamak da.
Yaşamak demişken, yine daha evvel hakkında çok yazdığım birşey, Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hayatın tefsirin içinde olması meselesi. Bediüzzaman kendi yaralarını yazıyor. İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler onun metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok, aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi'nde, gerek İhtiyarlar Risalesi'nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman'ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur'an'ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan olayları birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu, bir açıdan, tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının ve tesirinin parçasıdır.
Mesela Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğe bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı'nı okuyanlar bilirler ki: Cizre'de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa'yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin'e gitmiştir Bediüzzaman. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman'ı Miran'ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır, ama şaki ismi okumuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.
Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp 'muallimi/öğretmeni' sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:
Acaba bu 'ömürlük talebe' Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman'ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince 'bedevi' ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler de oluyor. Çünkü 'bedevi' kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman, başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri 'bedevi' yapmış olamaz." Neden olmasın? 'Biz böyle anlıyoruz' diye müellif de o manayı kastetmek zorunda mı? Divan-ı Harb-i Örfî'yi okuyanlar bilirler. Bediüzzaman kendisi hakkında 'bedevi' ifadesini de kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Bu son kısım herkese öyle gelmeyebilir. Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak o kıssanın neden Tarihçe-i Hayat'a girecek kadar kıymetli bulunduğunu da böylece nefsime açıklamış oldum.
"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."
Birinci Söz'e dair eski yazılarımı okuyanlar hatırlarlar. Mezkûr temsilde geçen 'Alanı her yerde selametle gezdi' cümlesini "kainatı Allah'la açıklamanın kolaylığı" perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Bu yazıda ona bir başlık daha eklemek istiyorum: "Hayatı Allah'la yaşamanın kolaylığı." Peki, bunu söylerken aslında ne demek istiyorum? Risale-i Nur'da, hem kainatı varlıksal açıdan Allahsız açıklamanın/akletmenin imkansızlığı vurgulanır; hem de yaşamsal açıdan Allahsız hissetmenin/tatmanın zorluğu vurgulanır. Birincisi 'aklî bir imkansızlıktır' ikincisi 'kalbî bir acıdır.' Daha geniş bir tefekkür için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: 'Muhal' ve 'elem.' Risale-i Nur'da bu iki kelimenin kullanıldığı yerleri şöyle bir gözden geçirseniz, işaret etmeye çalıştığım şeyi siz de sezersiniz. 'Muhal' size aklî imkansızlıkların vurgulandığı yerleri okutur. 'Elem'se kalbî acıların izlerini gösterir.
Yani Allah'ın ismini almadığınız zaman yanınıza (aklınıza/kalbinize/hatırınıza) kainatı varlıksal açıdan açıklamak da güçleşir (bu her zaman bir hissedişe tekabül etmek zorunda değildir), duygusal anlamda yaşamak da güçleşir (bu da her zaman akledişe yaslanmak zorunda değildir). Kainatta her an olan sayısız şeyi bir anlama kavuşturup izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak olan Allah'ın ismini almaktır; yaşadığı şeylerden payına düşen hissedişle huzur bulmak isteyeni kurtaracak olan da.
Birincisine Ayetü'l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki 'afakî' ve 'enfüsî' tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu 'duyuş'tur. Ayetü'l-Kübra Risalesi'nin yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi'nin yolcusu ise hissettiği şeye bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü en nihayet Birinci Söz'deki o cümleye bağlanır: 'Alanı her yerde selametle gezdi.' Yani; yaşamı hissediş boyutunda da, akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi, hissetmek de. Varolmakta onu zorlamadı, yaşamak da.
Yaşamak demişken, yine daha evvel hakkında çok yazdığım birşey, Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hayatın tefsirin içinde olması meselesi. Bediüzzaman kendi yaralarını yazıyor. İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler onun metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok, aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi'nde, gerek İhtiyarlar Risalesi'nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman'ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur'an'ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan olayları birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu, bir açıdan, tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının ve tesirinin parçasıdır.
Mesela Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğe bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı'nı okuyanlar bilirler ki: Cizre'de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa'yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin'e gitmiştir Bediüzzaman. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman'ı Miran'ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır, ama şaki ismi okumuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.
Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp 'muallimi/öğretmeni' sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:
"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: 'Bu mülk senin değil, emânettir.' O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. 'Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?' dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: 'Bak.' Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."
Acaba bu 'ömürlük talebe' Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman'ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince 'bedevi' ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler de oluyor. Çünkü 'bedevi' kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman, başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri 'bedevi' yapmış olamaz." Neden olmasın? 'Biz böyle anlıyoruz' diye müellif de o manayı kastetmek zorunda mı? Divan-ı Harb-i Örfî'yi okuyanlar bilirler. Bediüzzaman kendisi hakkında 'bedevi' ifadesini de kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Bu son kısım herkese öyle gelmeyebilir. Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak o kıssanın neden Tarihçe-i Hayat'a girecek kadar kıymetli bulunduğunu da böylece nefsime açıklamış oldum.
7 Şubat 2016 Pazar
Teşekkür üzerine...
"Tam da en müteşekkir olanlar bunu nasıl ifade edeceklerini bilmezler..." Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat öyküsünden.
Bu yazıyı okuduktan sonra; "Diyeceğin bu muydu a akıllı! Bunu bilmeyen mi var? Neden hem kelamını hem zamanımızı israf ettin?" diyebilirsiniz. Hakkınız da olabilir. Fakat yine de yazmayı deneyeceğim. Dilime bir şeker değdi. Kendince kıymetli bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Arılıkta muteber bir çiçek bulmuş arının yahut da karıncalıkta rağbetli bir rızka denk gelmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Üstelik bu çiçeğimsi bir rızk-ı manevî. Yani senin ısırığın benim lokmamı azaltmaz. Paylaşması daha ihlaslı olur bunların. Zaten yazmak bundan başka ne ki?
Hem kalbin aldığı zevk de hakikatin bir delilidir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayeti sırrınca denilebilir ki: İnsanın tatmin oluşu da Allah'ın zikrinin burhanıdır. Doğru, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir tat bırakır. Yanlış bunu beceremez. Yanlış, tadına sek olarak katlanılır zehir değildir. Yanlış ancak başka bir doğru için katlanılandır. Doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Yalanla hırlaşır. 'Vicdan sızısı' denilen şey buradan çıkıyor. Aslında o bir sızı değil bir hırlaşmadır. Kalpte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.
Mürşidim, Birinci Söz isimli eserinde diyor ki: "Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir." Aslında buradaki sual ve cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyuma karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine birşey verene 'bir fiyat vermek' ister. Yani size yapılan her tesir ve oluşan her etki, ona mukabil bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Sinenize düşen kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle siz de 'tekrar mutmain oluncaya kadar' hareketlenirsiniz. İşte, mürşidim der ki: İnsana bir nimet (bunu en tabanda 'iyi etkiler' olarak tarif edebiliriz) ulaştığında ondan kaynaklanan etkileniş de üç dalga/tepki boyutuyla kendisini gösterir:
"Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdülillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir." İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek/anmak ister. Ondan bahsetmek ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, diline şeker değenin tatlıya meraklanmasıdır bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. İlki zikir. İkincisi şükür. Üçüncüsü fikirdir. Çok aşağı bir örnek olmakla birlikte meseleyi basitleştirdiğinden vermekten çekinmeyeceğim:
Karşı cinsten birisinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. (Aşk da bir nimet değil midir?) Onun herhangi bir şekilde bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey: 1) İsmini bilmek/anmaktır/bahsetmektir. (Ağaçlara isim kazıyanları tasvip etmiyorum elbette.) 2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir. (Yoksa neden çiçek/hediye alasınız?) 3) Onun hakkında daha fazlasını bilmektir. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her iyilik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve onun hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklardır.
Sadede geleyim. Bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde, her an sürekli ve her gün binlerce etkiye maruz kalan insanın, bu etkiler karşısında düştüğü şaşkınlığı hiçbir felsefe başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe Allah'ın varlığından haberdar olsun; fakat onun ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, Allah'ın zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan onu 'anmayı' nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen ondan nasıl bahsedecektir?
Hadi, zikri geçelim, daha bu işin şükrü var. 'İsim' konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi 'şükür' bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat 'teşekkür edilenin rızasını' hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz, ama teşekkür ettiklerinizin mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan, mazhar olduğu iyilikler karşılığında, en çok teşekkür etmekte zorlanır. "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..." veya "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim..." türünden cümleler hemen hemen her romanda/filmde karşımıza çıkan, sosyal hayatta da her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız 'teşekkür ederim' diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Muhatabınız acaba gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye mi onu mutlu eder? Yoksa küçük bir tatlı ikramı mı olayı daha güzel çözer? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha çok tanısaydınız, edeceğiniz teşekkürün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz. (Mesela beni tanıyanlar doğru şıkkın tatlı olduğunu bilir.)
İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti bize taşır. Hak Teala onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını bize taşıyan nübüvvettir.
Bir padişaha gittiğinizde; öncelikle 'nasıl davranmanız gerektiğini öğreten' teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki, padişahın huzurunda, onun şanına ve sizin ona muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir, ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir, ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir, ama padişah sofrasında soğan kırılmaz. Peki, Allah'la muhatabiyetimizde bize bunları kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: "Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. 'Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı' meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor." Sünnet-i seniyye bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen ayıların kulakları çınlasın.
Bu yazıyı okuduktan sonra; "Diyeceğin bu muydu a akıllı! Bunu bilmeyen mi var? Neden hem kelamını hem zamanımızı israf ettin?" diyebilirsiniz. Hakkınız da olabilir. Fakat yine de yazmayı deneyeceğim. Dilime bir şeker değdi. Kendince kıymetli bir haber duymuş çocuk gibi paylaşasım geliyor. Ne dilimde tutabiliyorum ne yerimde durabiliyorum. Arılıkta muteber bir çiçek bulmuş arının yahut da karıncalıkta rağbetli bir rızka denk gelmiş karıncanın kardeşlerini istifadeye çağırması gibi çağırıyorum sizleri de. Üstelik bu çiçeğimsi bir rızk-ı manevî. Yani senin ısırığın benim lokmamı azaltmaz. Paylaşması daha ihlaslı olur bunların. Zaten yazmak bundan başka ne ki?
Hem kalbin aldığı zevk de hakikatin bir delilidir. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" ayeti sırrınca denilebilir ki: İnsanın tatmin oluşu da Allah'ın zikrinin burhanıdır. Doğru, zıttının asla başaramayacağı bir şekilde, kalbin damağında güzel bir tat bırakır. Yanlış bunu beceremez. Yanlış, tadına sek olarak katlanılır zehir değildir. Yanlış ancak başka bir doğru için katlanılandır. Doğru rahat ettirendir. Vicdan bu tatlı izi kendindeki nakışlara muvafık bulduğundan onunla ünsiyet eder. Yalanla hırlaşır. 'Vicdan sızısı' denilen şey buradan çıkıyor. Aslında o bir sızı değil bir hırlaşmadır. Kalpte çıkan bir anlaşmazlıktır. Hırlaşmaların olmadığı yerde ise huzuru yaşarsınız.
Mürşidim, Birinci Söz isimli eserinde diyor ki: "Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah ne fiyat istiyor? Elcevap: Evet, o Mün'im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir." Aslında buradaki sual ve cevap fıtratımızdaki bir açlığa ve doyuma karşılık geliyor. Çünkü her insan kendisine birşey verene 'bir fiyat vermek' ister. Yani size yapılan her tesir ve oluşan her etki, ona mukabil bir dalgalanma/tepki yaratır. Göle atılan taş gibi. Sinenize düşen kendisi kadar dışarıya taşırır sizi. Size katılan herşeyle siz de 'tekrar mutmain oluncaya kadar' hareketlenirsiniz. İşte, mürşidim der ki: İnsana bir nimet (bunu en tabanda 'iyi etkiler' olarak tarif edebiliriz) ulaştığında ondan kaynaklanan etkileniş de üç dalga/tepki boyutuyla kendisini gösterir:
"Başta 'Bismillâh' zikirdir. Âhirde 'Elhamdülillâh' şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san'at olan nimetler Ehad, Samed'in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir." İnsan, güzel bir etkilenişe uğradığında, bu etkiyi kimin yaptığını bilmek/anmak ister. Ondan bahsetmek ister. Ona teşekkür etmek ister. Ve bu güzel etkileyişten dolayı meraklandığından, diline şeker değenin tatlıya meraklanmasıdır bu, etkileyen hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak/düşünmek ister. İlki zikir. İkincisi şükür. Üçüncüsü fikirdir. Çok aşağı bir örnek olmakla birlikte meseleyi basitleştirdiğinden vermekten çekinmeyeceğim:
Karşı cinsten birisinin etkisi altına girdiğinizde de süreç bundan farklı işlemez. (Aşk da bir nimet değil midir?) Onun herhangi bir şekilde bıraktığı güzel etkinin ardından yapmak istediğiniz üç şey: 1) İsmini bilmek/anmaktır/bahsetmektir. (Ağaçlara isim kazıyanları tasvip etmiyorum elbette.) 2) Yaptığı etkiden dolayı ona teşekkür etmektir. (Yoksa neden çiçek/hediye alasınız?) 3) Onun hakkında daha fazlasını bilmektir. Başka iyiliklerde de durum değişmez. Her iyilik onu yapanın ismini bilmeye/anmaya/bahsetmeye, ona teşekkür etmeye ve onun hakkında daha fazlasını öğrenmeye iter bizi. Bunlar fıtraten ödemeye mecbur olduğumuz fiyatlardır. Hatta daha doğru bir ifadeyle: Fıtrî açlıklardır.
Sadede geleyim. Bu fıtrî açlıklardan üçü de nübüvvetin varlığına muhtaçtır. Aksi takdirde, her an sürekli ve her gün binlerce etkiye maruz kalan insanın, bu etkiler karşısında düştüğü şaşkınlığı hiçbir felsefe başından alamaz. Hadi, bir şekilde deistçe Allah'ın varlığından haberdar olsun; fakat onun ismi ne olduğunu, nasıl anılmaktan hoşlandığını ve nice teşekkür edilmesi gerektiğini nasıl bilecektir? Öyle ya, Allah'ın zatından vahiy yoluyla ve nübüvvet eliyle bir bilgi ulaştırılmadıkça, insan onu 'anmayı' nasıl keşfedebilecektir? Hangi isimle zikredilmekten memnun olduğundan nasıl emin olacaktır? Âşığın hüneri kendisini yârine sevdirmek değil midir? Daha yârinin hangi isimle anılmaktan hoşlandığını bilmeyen ondan nasıl bahsedecektir?
Hadi, zikri geçelim, daha bu işin şükrü var. 'İsim' konusunda kaçtığınız hiçbir delik sizi 'şükür' bahsinde kurtaramaz. Çünkü teşekkür bizzat 'teşekkür edilenin rızasını' hedefler. İsmini andığınız herkesin rızasını aramıyor olabilirsiniz, ama teşekkür ettiklerinizin mutlaka ararsınız. Yani teşekkür etmek bir tür karşı tarafı razı/memnun etme çabasıdır. Ve insan, mazhar olduğu iyilikler karşılığında, en çok teşekkür etmekte zorlanır. "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum..." veya "Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim..." türünden cümleler hemen hemen her romanda/filmde karşımıza çıkan, sosyal hayatta da her vakit işitmemiz mümkün şeylerdir. Bunu söylemekteki amacımız 'teşekkür ederim' diyemeyişimiz değil, karşı tarafı memnun/razı edecek şeyi tayinde zorlanışımızdır. Muhatabınız acaba gül mü götürseniz memnun olur? Yoksa alacağınız küçük bir hediye mi onu mutlu eder? Yoksa küçük bir tatlı ikramı mı olayı daha güzel çözer? Bu şıklar zatın bilgisine sahip olmayışınızdan kaynaklanan sıkletlerdir. Eğer teşekkür etmek istediğiniz kişiyi daha çok tanısaydınız, edeceğiniz teşekkürün türünü de daha isabetli tayin edebilirdiniz. (Mesela beni tanıyanlar doğru şıkkın tatlı olduğunu bilir.)
İşte nübüvvet, böylesine muhtaç olduğumuz üç bilgi türünde, ancak vahiyle ulaşabileceğimiz bir marifeti bize taşır. Hak Teala onu nasıl anmamızı ister? Ona nasıl teşekkür etmemizden razı olur? Onun hakkında daha fazlasını nasıl öğrenebiliriz? Bu tür soruların cevabını bize taşıyan nübüvvettir.
Bir padişaha gittiğinizde; öncelikle 'nasıl davranmanız gerektiğini öğreten' teşrifatçılar karşılar sizi. Yol ve yordam öğretirler ki, padişahın huzurunda, onun şanına ve sizin ona muhabbetinize yaraşır şekilde davranın. Ne demek bu? Şu demek: Mehmet ağa, evladını, ensesine tokat atarak sevebilir, ama padişah öyle sevilmez. Torununun önünde takla atarak onu güldürebilir, ama padişah öyle güldürülmez. Sofrasında soğanı yumrukla kırabilir, ama padişah sofrasında soğan kırılmaz. Peki, Allah'la muhatabiyetimizde bize bunları kim öğretecektir? Mürşidim diyor ki: "Binaenaleyh, bu kadar garip, acip, güzel kâinat için böyle tarifat ve teşrifatçı bir mürşid-i harika lâzımdır. 'Eğer bu zât (a.s.m.) olmasaydı kâinat da olmazdı' meâlinde olan hadis-i kudsî şu hakikatı tenvir ediyor." Sünnet-i seniyye bilmeden padişah huzuruna çıkmaya yeltenen ayıların kulakları çınlasın.
20 Eylül 2015 Pazar
Allah'ı hesaba katmamak
Bediüzzaman'ın, Birinci Söz'ün temsilî hikayesinde zikrettiği, 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' cümlesinin yeterince geniş anlaşılmadığı kanaati hasıl oldu bende. Bunu, şahit olduğum Birinci Söz okumalarında apaçık görüyorum. Bu cümle, öncesi ve sonrasıyla, 'Bismillah' diyenin işinin rastgideceği, zorunun kolaylaşacağı, sıkıntı çekmeyeceği bağlamında okunuyor. Bu mana doğru da. Hepimizin hayatında buna dair şahitlikler var. (Mümin olan kim bu manayı inkâr edebilir?) Fakat mesele salt bu manaya indirgendiğinde eksik kalıyor. Birinci Söz'ün bize öğretmeye çalıştığı sırr-ı besmeleye de tam tekabül etmiyor. Peki, daha geniş bir düzlemde 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesi bize ne söyler? Bunu, bir hadis-i şerifi de anımsatarak, konuşmak istiyorum.
'Din kolaylıktır...' buyuruyor aleyhissalatuvesselam. Biz bu kolaylığı daha çok 'şıklardan kolay olanla amel etme' bağlamında takva/fetva eksenli yorumlasak da, bence, ondan ötede dinin kainatla uyumudur vurgu yapılan. Biraz daha nitelikli bir tefekkürde görülür ki; bu uyum tevhidin hem delilidir ve hem lazımıdır. Tekvinî şeriat ve şeriat-ı Muhammediye aynı Allah'ın yarattığı iki şeriat/kitap olarak elbette birbirleriyle çelişiyor olamazlar. (Çelişiyorlarsa tevhid hakikatsiz demektir.) Bu nedenle din, aslında bize varlıkla 'uygun adım yürümeyi' öğreten şeydir. Şeriat-ı Muhammediye'nin dairesinin dışına çıkıp da tekvinî şeriatla çelişmemek mümkün olamaz. Ki, modern zamanlarda ekolojiye ödettiğimiz bedel, şeriat-ı Muhammediye ile ilişkisinde 'ahirzaman şiddetinde' problemler yaşayan insanoğluna, en büyük dersi vermektedir. Demek, hukukullahı inciterek hukuk-u mahlukat korunamaz. Birincisindeki sorun mutlaka bize diğerinde de bedeller ödetir.
Duhân sûresindeki; "Gök ve yer onların ardından ağlamadı..." ayetini tefsir ederken, benzer bir noktaya dikkat çeken Bediüzzaman der ki: "Ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar." Bu memnuniyeti, dikkat çekmeye çalıştığım 'uyumsuzluk' perspektifinden hareketle, 'verdikleri zararlara bir gönderme' olarak da anlayabiliriz. Hakikaten bugünün küfür medeniyeti kainata öyle zararlar vermektedir ki, tabiat bu medeniyetin yıkılmasıyla ne kadar sevinse yeridir. Bulabildiği her kaynağı çılgınca tüketen/sömüren, insan hayatına 'yere batasıca israfı' karşısında hiçbir saygı duymayan, ilgi duyduğu her coğrafyanın altını üstüne getiren bugünün küresel güçleri, herhalde bu ayete en sağlam masadaklar olurlar.
Buna ilaveten, yine Allah'ın bir kitabı olarak 'insan fıtratı' ile din arasında meydana gelen kopuş, küfrün ahirzaman şartlarındaki görece galibiyeti, hem psikoloji hem de sosyoloji alanlarında büyük yıkımlara, tabir-i diğerle 'uyumsuzluklara' neden olmuştur. Bugün İslam coğrafyasını 'kan dökücülük' ile itham eden Batı, salt kendi coğrafyasında değil dünya coğrafyasına da yayarak sürdürdüğü, iki dünya savaşıyla tarihin en büyük kan dökücülüklerini sergilemiştir. (Sömürü düzeninin üzerine kurulu olduğu kan emiciliği saymıyoruz bile. Onun verdiği zarar zaten tüm Afrika ve Asya'nın tarihçesine işlemiş durumda.) Modern insanın ruhsal durumunu anlamak içinse birazcık psikoloji merakına sahip olmak yeterli.
Küfür medeniyetinin hâkim kültür olmasıyla kendimize karşı hissettiğimiz özgüven eksikliği (daha doğrusu izzet-i İslamiye'de başlayan zaaf) müteselsil bir şekilde şeriat-ı Muhammediye ile bizim de aramızda mesafe açılmasına neden oldu. Özellikle; sünnet-i seniyyeye 'gelenek' adını verip, güya Kur'an namına onu dışlayan ve Batı'nın muharref İncil'de başardığı gibi yeni ve başarılı olanı bulacağını vâdeden 'beyni tecavüze uğramış' kardeşlerimiz, bu uzaklaşmanın en açık delilleri. "Bizi din mi geri bıraktı?" tartışmasının artık geride kaldığını, sorgulamanın daha çok; "Bizi sünnet mi geri bıraktı?"ya taşındığını görüyoruz. (Bu saded harici kısmı hızlı geçiyor ve baştaki meseleye geri dönüyorum.)
Birinci Söz'de geçen 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesini daha geniş anlayabilmek için Risale-i Nur içinde bir yolculuğa çıkmamız lazım. Özellikle küfür yolunun müşkülatını, suhulet yolunun ise iman olduğunu ifade eden metinleri tahattur etmekte fayda var. O metinler bize Bediüzzaman'ın bu temsilî hikayecikte kastettiği 'her yerde selametle geziş'in nasıl birşey olduğunu sanki tüm renkleriyle ifade ediyorlar:
Mesela; "Elhasıl, dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var; hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var." Yine mesela; "Risale-i Nur'da kat'î ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san'atça bütün bütün sukut edeceklerdi." Ve yine mesela; "Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib'âd ediyorsun. Onun acip san'atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib'âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır." Veyahut mesela; "Eğer o mevcudat doğrudan doğruya birtek Sânie verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat birtek mevcut kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir."
Böyle o kadar çok metin var ki, hepsini alıntılasam herhalde bu bir yazı değil, bir küçük kitaba dönüşür. Özetle buralarda Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şudur: Kainatı Allah'la açıklamak kolaylıktır. İçinden çıkılmayan meseleler Allah'ı hesaba kattığınız zaman içinden kolaylıkla çıkılır hale gelirler. Bu hem mantık olarak böyledir, hem de hayatta yaşadığımız sıkıntıları kendi dünyamızda yüzleşirken böyledir. Yani, hem afakî tefekkür dediğimiz, hisle dahil olmadığımız dünyada yaptığımız tefekkürlerde tevhid bize bir netlik kazandırır; hem de enfüsî tefekkür dediğimiz, yalnız akılla değil kalple de dahil olduğumuz dünyada yaptığımız tefekkürlerde bir kolaylık sağlar. Allah'ın varlığı ve birliği afakta bütün müşkülatlarımızı çözerken; Rahman, Rahim, Hakîm, Kerim... gibi daha nice ismi de enfüste meseleleri anlamlandırırken bize 'selametle gezmenin' yollarını öğretirler. (Meselenin enfüsî yanına da örnek olarak da İhtiyarlar, Hastalar Risalesi gibi misaller verebilirim.)
Yani Birinci Söz'de zikredilen 'bir reisin ismini almak/almamak' meselesi, kainatı ve hayatı onunla açıklamak veya açıklamamak meselesidir. Bu, sadece bir başlangıç işi değil, her aşamada/anda tazelenen bir süreçtir. Yaşadığımız her musibette, daraldığımız her anda, hatta neşeyi ve mutluluğu bile anlamlandırırken biz 'bir reisin ismini almaya' muhtacız. Eğer almazsak, her yerde selametle gezemeyiz. Reisin ismini almak bir lüks değil, körkütük bir ihtiyaç bizim için. Zira 'dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var...' Hem mürşidim, almayanın da akıbetini söylemiyor mu bize, bu temsilî hikayecikte: "Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Hasılı; her yerde selametle gezmenin çaresi Allah'ın adını salt dilde değil; bakışaçısında, gönül açısında, yaşam açısında tutmakta. Hem ben gafletin tarifini de bir yerde şöyle işitmiştim: "Allah'ı hesaba katmamak." Bismillah ise, Allah'ı hesaba katmaktır.
'Din kolaylıktır...' buyuruyor aleyhissalatuvesselam. Biz bu kolaylığı daha çok 'şıklardan kolay olanla amel etme' bağlamında takva/fetva eksenli yorumlasak da, bence, ondan ötede dinin kainatla uyumudur vurgu yapılan. Biraz daha nitelikli bir tefekkürde görülür ki; bu uyum tevhidin hem delilidir ve hem lazımıdır. Tekvinî şeriat ve şeriat-ı Muhammediye aynı Allah'ın yarattığı iki şeriat/kitap olarak elbette birbirleriyle çelişiyor olamazlar. (Çelişiyorlarsa tevhid hakikatsiz demektir.) Bu nedenle din, aslında bize varlıkla 'uygun adım yürümeyi' öğreten şeydir. Şeriat-ı Muhammediye'nin dairesinin dışına çıkıp da tekvinî şeriatla çelişmemek mümkün olamaz. Ki, modern zamanlarda ekolojiye ödettiğimiz bedel, şeriat-ı Muhammediye ile ilişkisinde 'ahirzaman şiddetinde' problemler yaşayan insanoğluna, en büyük dersi vermektedir. Demek, hukukullahı inciterek hukuk-u mahlukat korunamaz. Birincisindeki sorun mutlaka bize diğerinde de bedeller ödetir.
Duhân sûresindeki; "Gök ve yer onların ardından ağlamadı..." ayetini tefsir ederken, benzer bir noktaya dikkat çeken Bediüzzaman der ki: "Ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar." Bu memnuniyeti, dikkat çekmeye çalıştığım 'uyumsuzluk' perspektifinden hareketle, 'verdikleri zararlara bir gönderme' olarak da anlayabiliriz. Hakikaten bugünün küfür medeniyeti kainata öyle zararlar vermektedir ki, tabiat bu medeniyetin yıkılmasıyla ne kadar sevinse yeridir. Bulabildiği her kaynağı çılgınca tüketen/sömüren, insan hayatına 'yere batasıca israfı' karşısında hiçbir saygı duymayan, ilgi duyduğu her coğrafyanın altını üstüne getiren bugünün küresel güçleri, herhalde bu ayete en sağlam masadaklar olurlar.
Buna ilaveten, yine Allah'ın bir kitabı olarak 'insan fıtratı' ile din arasında meydana gelen kopuş, küfrün ahirzaman şartlarındaki görece galibiyeti, hem psikoloji hem de sosyoloji alanlarında büyük yıkımlara, tabir-i diğerle 'uyumsuzluklara' neden olmuştur. Bugün İslam coğrafyasını 'kan dökücülük' ile itham eden Batı, salt kendi coğrafyasında değil dünya coğrafyasına da yayarak sürdürdüğü, iki dünya savaşıyla tarihin en büyük kan dökücülüklerini sergilemiştir. (Sömürü düzeninin üzerine kurulu olduğu kan emiciliği saymıyoruz bile. Onun verdiği zarar zaten tüm Afrika ve Asya'nın tarihçesine işlemiş durumda.) Modern insanın ruhsal durumunu anlamak içinse birazcık psikoloji merakına sahip olmak yeterli.
Küfür medeniyetinin hâkim kültür olmasıyla kendimize karşı hissettiğimiz özgüven eksikliği (daha doğrusu izzet-i İslamiye'de başlayan zaaf) müteselsil bir şekilde şeriat-ı Muhammediye ile bizim de aramızda mesafe açılmasına neden oldu. Özellikle; sünnet-i seniyyeye 'gelenek' adını verip, güya Kur'an namına onu dışlayan ve Batı'nın muharref İncil'de başardığı gibi yeni ve başarılı olanı bulacağını vâdeden 'beyni tecavüze uğramış' kardeşlerimiz, bu uzaklaşmanın en açık delilleri. "Bizi din mi geri bıraktı?" tartışmasının artık geride kaldığını, sorgulamanın daha çok; "Bizi sünnet mi geri bıraktı?"ya taşındığını görüyoruz. (Bu saded harici kısmı hızlı geçiyor ve baştaki meseleye geri dönüyorum.)
Birinci Söz'de geçen 'Alanı her yerde selâmetle gezdi' ifadesini daha geniş anlayabilmek için Risale-i Nur içinde bir yolculuğa çıkmamız lazım. Özellikle küfür yolunun müşkülatını, suhulet yolunun ise iman olduğunu ifade eden metinleri tahattur etmekte fayda var. O metinler bize Bediüzzaman'ın bu temsilî hikayecikte kastettiği 'her yerde selametle geziş'in nasıl birşey olduğunu sanki tüm renkleriyle ifade ediyorlar:
Mesela; "Elhasıl, dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var; hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz suhulet var." Yine mesela; "Risale-i Nur'da kat'î ve kuvvetli çok burhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san'atça bütün bütün sukut edeceklerdi." Ve yine mesela; "Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib'âd ediyorsun. Onun acip san'atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib'âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır." Veyahut mesela; "Eğer o mevcudat doğrudan doğruya birtek Sânie verilmezse, o zaman herbir mevcut bütün mevcudat kadar müşkülâtlı olur ve bütün mevcudat birtek mevcut kıymetine sukut eder, iner. Şu halde ya hiçbir şey vücuda gelmeyecek veya gelse de kıymetsiz, hiçe inecektir."
Böyle o kadar çok metin var ki, hepsini alıntılasam herhalde bu bir yazı değil, bir küçük kitaba dönüşür. Özetle buralarda Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şudur: Kainatı Allah'la açıklamak kolaylıktır. İçinden çıkılmayan meseleler Allah'ı hesaba kattığınız zaman içinden kolaylıkla çıkılır hale gelirler. Bu hem mantık olarak böyledir, hem de hayatta yaşadığımız sıkıntıları kendi dünyamızda yüzleşirken böyledir. Yani, hem afakî tefekkür dediğimiz, hisle dahil olmadığımız dünyada yaptığımız tefekkürlerde tevhid bize bir netlik kazandırır; hem de enfüsî tefekkür dediğimiz, yalnız akılla değil kalple de dahil olduğumuz dünyada yaptığımız tefekkürlerde bir kolaylık sağlar. Allah'ın varlığı ve birliği afakta bütün müşkülatlarımızı çözerken; Rahman, Rahim, Hakîm, Kerim... gibi daha nice ismi de enfüste meseleleri anlamlandırırken bize 'selametle gezmenin' yollarını öğretirler. (Meselenin enfüsî yanına da örnek olarak da İhtiyarlar, Hastalar Risalesi gibi misaller verebilirim.)
Yani Birinci Söz'de zikredilen 'bir reisin ismini almak/almamak' meselesi, kainatı ve hayatı onunla açıklamak veya açıklamamak meselesidir. Bu, sadece bir başlangıç işi değil, her aşamada/anda tazelenen bir süreçtir. Yaşadığımız her musibette, daraldığımız her anda, hatta neşeyi ve mutluluğu bile anlamlandırırken biz 'bir reisin ismini almaya' muhtacız. Eğer almazsak, her yerde selametle gezemeyiz. Reisin ismini almak bir lüks değil, körkütük bir ihtiyaç bizim için. Zira 'dalâlet yolunda nihayetsiz müşkülât var...' Hem mürşidim, almayanın da akıbetini söylemiyor mu bize, bu temsilî hikayecikte: "Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu." Hasılı; her yerde selametle gezmenin çaresi Allah'ın adını salt dilde değil; bakışaçısında, gönül açısında, yaşam açısında tutmakta. Hem ben gafletin tarifini de bir yerde şöyle işitmiştim: "Allah'ı hesaba katmamak." Bismillah ise, Allah'ı hesaba katmaktır.
2 Mart 2013 Cumartesi
Neden her hayrın başı?
"Oysa sizin mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i İmran sûresi, 150)
Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.
Ancak herşeye rağmen yine de bir girizgâh lazımdır. Kolay bir girizgâh... Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.
Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.
Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.
Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir anahtar, bir çilingir aleti mübarek... Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.
Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde "Ne kadar az anlamışım!" diyorlar. "İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?" Bunu benim gibi çokları söylüyor.
Bismillah’tan bir kapı açılır ki, ta "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına kadar gider. Besmeleyle başlayıp o ayette soluklanmayan hissetmez bunu. Hem de anlamaz, Bediüzzaman neden öyle demiştir: "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız." Bunu sığ/slogan bir cümle sanır. Öyle değildir halbuki. Ne besmele ne de Birinci Söz’ün girizgâhı bir okuyuşta tüm derinliğiyle anlaşılacak şeyler değildir. Hem Allah’ı bilmek de İbn-i Arabî’nin dikkatleri çektiği gibi ‘varlığını bilmekten’ ibaret değildir. Varlık bilinci, marifetin yalnızca kapısıdır.
Ancak herşeye rağmen yine de bir girizgâh lazımdır. Kolay bir girizgâh... Kulu avam iken sinesine basacak, havas olduğunda da kendisinden soğutmayacak bir girizgâh olmalıdır bu. Başlarken onunla başlamalı, biterken de yine ona varılmalıdır. Sıkılmamalıdır kul. Hiçbir şeyi ardında bırakmamalıdır. Dairesel bir yolculuktur iman. Hayy’dan başlanır Hu’ya varılır. Tıpkı bir tesbihte başlangıçta yola çıkılan imamenin bitişte varılan yer olması gibi. Fakat bu aynılık içinde de bir gayrılık vardır. Varılan yer yine imame olsa da varılan yüz diğer yanıdır. Ve bence Esma sarayının imamesi de, kapısı da, girizgâhı da, besmelesi de, sultanı da Allah’tır. Yola oradan çıkılır, en nihayet—bambaşka bir bilinç seviyesinde—yine ona varılır.
Esma ilminde Allah bütün isimleri içeren bir manaya işaret eder. Aslında o müstakil bir manaya sahip olmanın yanında bütün güzel isimlerin de toplamıdır. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de çok veciz ifade ettiği ‘her hayrın başı olma’ meselesi, Allah lafzının derinliğinde düşünülünce kolay anlaşılır. Esma’da yolculuk (ve dahi iman yolculuğu) önce onun zikri ve kabulüyle başlar.
Kelime-i tevhit veyahut kelime-i şahadet, ikisinden birisi içinde Allah’ın Allah olarak anılması ve kabul edilmesiyle başlar iman etmiş aklın/kalbin hayır yolculuğu. Eline geçen/geçecek ‘her hayrın başı’ Allah’a imanı olur. Sonra vahyi soluklayarak öğrenir diğer isimleri. "Bütün güzel isimler Allah’ındır" arşına varınca soluklanır uzunca. Esmanın miracına varmıştır artık. Sonra tekrar toplar hepsini Allah lafzı içinde. Vardığı yer yine imamedir belki, fakat zikrettiğimiz gibi, yüz aynı yüz değildir. Avamın imanından havasın imanına geçilmiştir artık. Hurma çekirdeği kıvamında başlayan yolculuk, ulu bir hurma ağacına varmıştır. Ama en nihayet varılan şey yine hurmadır.
Allah ile başlamada bir güzellik var. Fikre bir güzellik, kalbe bir güzellik, hayata bir güzellik ve bir pratiklik var. Allah ismi dimağı hiç zorlamıyor. Çocuğa da, ihtiyara da, dertliye de, mutluya da, cahile de, âlime de aynı rahatlamayı sağlıyor. Esma’ya dair her manayı ve her hayrı içeren bu güzellik bir kere hafızaya nakşoldu mu, geri kalan isimlere de kapılar aralanıyor. Sanki bir anahtar, bir çilingir aleti mübarek... Ona bir kere yapışan, onu elde eden derinliği içinde tekliğini soluyor.
Buna benzer bir şekilde; külliyatı tanımaya Birinci Söz’le başlayan niceleri de en nihayet tamamına vakıf olup Birinci Söz’e döndüklerinde "Ne kadar az anlamışım!" diyorlar. "İlk okuduğumda ne kadar az anlamışım. Meğer herşeyin düğümü buymuş. Bu düğüm, hem avam için ne kolay ve sadeymiş. Hem havas için ne zengin ve giriftmiş. Hem bir başlangıçmış, hem de bitişmiş. Demek Bediüzzaman, Sözler’e bu yüzden onla başlamış. Ve hakikaten de Bismillah, içerdiği Allah lafzıyla tüm hayırların kaynağı olan Esma’nın anahtarıymış, başıymış. Nasıl fark etmemişiz? Nasıl?" Bunu benim gibi çokları söylüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...