Biro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Biro etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2016 Pazartesi

Tarihçe-i Hayat'tan Birinci Söz'e bakarken

Bu bana ilginç geldi. Bilmem bir başkasına da öyle gelir mi? Bediüzzaman'ın 'besmele'yi anlatan Birinci Söz'e nasıl bir temsil-i hikayecikle başladığını hepiniz az-çok hatırlıyorsunuzdur. Hatırlamayanlar için o kısmı tekrar edelim:

"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin—tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır. İşte, böyle bir seyahat için, iki adam sahrâya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı; mağrur almadı. Alanı her yerde selâmetle gezdi. Bir kàtıu't-tarîke rast gelse, der: 'Ben filân reisin ismiyle gezerim.' Şakî def olur gider, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belâlar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu."

Birinci Söz'e dair eski yazılarımı okuyanlar hatırlarlar. Mezkûr temsilde geçen 'Alanı her yerde selametle gezdi' cümlesini "kainatı Allah'la açıklamanın kolaylığı" perspektifinden analiz etmiştim daha önceleri. Bu yazıda ona bir başlık daha eklemek istiyorum: "Hayatı Allah'la yaşamanın kolaylığı." Peki, bunu söylerken aslında ne demek istiyorum? Risale-i Nur'da, hem kainatı varlıksal açıdan Allahsız açıklamanın/akletmenin imkansızlığı vurgulanır; hem de yaşamsal açıdan Allahsız hissetmenin/tatmanın zorluğu vurgulanır. Birincisi 'aklî bir imkansızlıktır' ikincisi 'kalbî bir acıdır.' Daha geniş bir tefekkür için iki kelimenin ardına düşmenizi isteyeceğim: 'Muhal' ve 'elem.' Risale-i Nur'da bu iki kelimenin kullanıldığı yerleri şöyle bir gözden geçirseniz, işaret etmeye çalıştığım şeyi siz de sezersiniz. 'Muhal' size aklî imkansızlıkların vurgulandığı yerleri okutur. 'Elem'se kalbî acıların izlerini gösterir.

Yani Allah'ın ismini almadığınız zaman yanınıza (aklınıza/kalbinize/hatırınıza) kainatı varlıksal açıdan açıklamak da güçleşir (bu her zaman bir hissedişe tekabül etmek zorunda değildir), duygusal anlamda yaşamak da güçleşir (bu da her zaman akledişe yaslanmak zorunda değildir). Kainatta her an olan sayısız şeyi bir anlama kavuşturup izah etmeye çalışanı da selamete çıkaracak olan Allah'ın ismini almaktır; yaşadığı şeylerden payına düşen hissedişle huzur bulmak isteyeni kurtaracak olan da.

Birincisine Ayetü'l-Kübra Risalesi güzel bir örnek oluşturabilir. İkincisine Hastalar veya İhtiyarlar Risalesi. Belki 'afakî' ve 'enfüsî' tefekkür dediğimiz iki daireyi birbirinden ayıran da bu 'duyuş'tur. Ayetü'l-Kübra Risalesi'nin yolcusu kainatı varlıksal açıdan bir yere koymaya çalışır. Hastalar Risalesi'nin yolcusu ise hissettiği şeye bir anlam vermeye gayret eder. Bu iki ders türü en nihayet Birinci Söz'deki o cümleye bağlanır: 'Alanı her yerde selametle gezdi.' Yani; yaşamı hissediş boyutunda da, akletme boyutunda da selametli bir şekilde anlamlandırdı. Düşünmek de ona zor gelmedi, hissetmek de. Varolmakta onu zorlamadı, yaşamak da.

Yaşamak demişken, yine daha evvel hakkında çok yazdığım birşey, Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hayatın tefsirin içinde olması meselesi. Bediüzzaman kendi yaralarını yazıyor. İçindeki insana dokunuyor. Bu dokunuştan çıkan sesler onun metinlerini de daha dokunaklı kılıyor bizler için. Çünkü bizi yaralarımız kardeş kılar. Aynı şeye sevinenlerden çok, aynı acıya üzülenler kardeştir. Gerek Hastalar Risalesi'nde, gerek İhtiyarlar Risalesi'nde, gerek külliyatın geneline yayılmış hatıralarında Bediüzzaman'ın metinlerine katmak istediği şey bu bence: Hissettiği yerden konuşmak. O zamanlar bunu şöyle ifade etmiştim diye hatırlıyorum: "Kur'an'ı hayatla tefsir etmek." Hakikatleri anlamasına yardımcı olan olayları birer sebeb-i nüzul gibi metinlerine bağlayarak okurlarının da aynı hissedişi yaşamasını sağlamak. Ki bence bu, bir açıdan, tasavvufun da bilgi üretim tarzıdır. Hissediş de sözün anlamının, bağlamının ve tesirinin parçasıdır.

Mesela Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğe bakalım. Mürşidimin Tarihçe-i Hayatı'nı okuyanlar bilirler ki: Cizre'de Miran aşiretleri reisi Mustafa Paşa'yla yaşadığı gerilimin ardından Biro çölünü geçerek Mardin'e gitmiştir Bediüzzaman. Fakat bu çöldeki yolculuğu hadisesiz geçmez. Önüne hikayecikte olduğu gibi yolkesenler çıkar. Çatışmaya da girer onlarla. Tam şakilerin eline düşecekken birisi Bediüzzaman'ı Miran'ın büyükleri içinde gördüğünü hatırlar. Yolcu isim almamıştır, ama şaki ismi okumuştur. İlişmeye çekinirler. Gideceği yere kadar götürmeyi teklif ederler. Kabul etmez.

Hakkında konuştuğumuz Bediüzzaman olunca yaşadığı hiçbir olayın marifet-i ilahiye noktasında ona birşey öğretmemesi aklımıza gelmiyor. Sinekten ders alıp 'muallimi/öğretmeni' sayan bir ömürlük talebe var karşımızda:

"Nefsimle mücâdele ettiğim bir zamanda, nefsim kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başladı. Ben ona dedim ki: 'Bu mülk senin değil, emânettir.' O vakit nefis gurur ve iftihârı bıraktı, fakat tembelliğe başladı. 'Benim malım olmayana ne bakayım? Zâyi olsun, bana ne?' dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarını güzelce temizlemeye başladı. Bir neferin mîrî silâhını, elbisesini güzelce temizlediği gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: 'Bak.' Baktı, tam ders aldı. Sinek ise, mağrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu."

Acaba bu 'ömürlük talebe' Biro çölünde yaşadığı olaydan da bir ders çıkardı mı? Neden olmasın? Birinci Söz'deki temsil-i hikayeciğin Bediüzzaman'ın bu yaşadıklarıyla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Fakat bunu böyle deyince 'bedevi' ifadesinden ötürü aşırıya gittiğimi söyleyenler de oluyor. Çünkü 'bedevi' kelimesi onların nazarında birazcık tahkir. "Bediüzzaman, başından geçen bir olaydan esinlenerek hikaye kurgularken ana karakteri 'bedevi' yapmış olamaz." Neden olmasın? 'Biz böyle anlıyoruz' diye müellif de o manayı kastetmek zorunda mı? Divan-ı Harb-i Örfî'yi okuyanlar bilirler. Bediüzzaman kendisi hakkında 'bedevi' ifadesini de kullanır orada. "Ben ki bedevi bir adamım..." der mesela. Neden yine öyle bir manayı kastediyor olamasın? Bu son kısım herkese öyle gelmeyebilir. Hoşuma giden bir farkediş olduğu için yazmak istedim. En doğrusunu Allah bilir. Ancak o kıssanın neden Tarihçe-i Hayat'a girecek kadar kıymetli bulunduğunu da böylece nefsime açıklamış oldum.

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...