Çok klişe olacak ama böyle başlayalım: İnsan sosyal bir varlıktır. Bir insanın doğduğu coğrafyadan ve o coğrafyadaki hâkim itikadî çizgiden/çizgilerden etkilenmesinden daha doğal birşey yoktur. Bu etkilenmeye dair endişe sahibi olmak da doğaldır. Hele bu insanın konumu talebelikten muallimliğe çıktıkça mezkûr endişenin artması kaçınılmazdır. Zira bu insan 'inandığını sadece kendisi yaşayacak' bir konumda değildir. Başkalarına da 'bildiklerini inandığınca öğretecek'tir. Bu nedenle ehl-i sünnet uleması geçmişten bu yana fikr-i bâtılların hâkim olduğu coğrafyalardan gelen âlimlere veya daîlere/davetçilere karşı müteyakkız davranmışlardır.
Öyle ki; İmam-ı Âzâm Ebu Hanife (r.a.) gibi ehl-i sünnetin surlarından bir âlim bile, bu teyakkuzun tezahürlerinden âzâde olamamıştır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın mutezile gibi, mücessime veya müşebbihe gibi bâtıl fırkaların gelişim sahası olması, İmam-ı Âzâm Hazretlerine de bir kısım ehl-i sünnet büyüklerinin temkinle yaklaşmasına neden olmuştur. Bunların içinde bizzat gelerek kendisini sınayanlar bile vardır. Buna dair pekçok örneği Ebubekir Sifil Hoca eserlerinde okurlarına nakleder.
Kaybettiğimize en çok üzülmemiz gereken hassasiyetlerden birisi de bu: Biz, karşılaştığımız bir âlimi veya daîyi itikadının sıhhati yönüyle sınamıyoruz. Ya? Etrafında kaç kişinin toplandığıyla, cemaatinin ne kadar büyük olduğuyla veya kaç televizyon kanalında gezdiğiyle yargılıyoruz. Eğer bunlarda bir başarı varsa o âlim veya daî gözümüzde 'tadından yenmez' oluyor. (Bu yönüyle FETÖ fitnesinin verdiği dersin dahi yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum ben.) Bugün bile hâlâ internette videosu çok tık almış, yayınevinde kitabı kapış kapış olmuş, seminerinde salonlar tıklım tıklım dolmuş, televizyonda programı rating rekorları kırmış insanlar makbul. Peki ya asıl sınanması gereken? Onu dile getiren var mı? Çok az.
Numan Ali Han'ın Türkiye ziyareti öncesinde dile getirdiğim endişeler de bununla ilgili. Ben Numan'ı çok izlemiş/okumuş birisi değilim. Hakkında yargıda bulunamam. Ama sevenlerinden kaçı onun ehl-i sünnet itikadına bağlılığı noktasında bir merak/sınama sahibidir, bilmiyorum.
Bunu neden önemsiyorum? Çünkü Numan Ali Han bir Daru'l-Harp çocuğudur. Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslüman İslam'ın azınlıkta/zayıf olduğu bir toplumda büyür. Zayıf olan güçlü olana meyletmeye meyyaldir. Bu yüzden Daru'l-Harp'te yaşayan bir müslümanın seküler bir toplumdan etkilenme ihtimali Daru'l-İslam'a kıyasla daha fazladır. Bugün 'modernist/reformist/ehl-i bid'a birçok akımın Batı topraklarında büyüyen (veya hayatının bir devresinde oraya gitmiş-gelmiş-kalmış) isimlerce İslam topraklarına yayılması bu noktada bizi bir teyakkuza sokmalı değil midir? Ben gördüğüm örneklerin bu temkin için yettiğini düşünüyorum.
Numan Ali Han bize destek olmaya geldiyse, hoşgeldi. Elbette dünya coğrafyasında ilgi gören bir ismin kardeşlerine vereceği destek önemlidir. Ancak bütün bunlar yaşanırken Batı'da makbul olanlara karşı göstermemiz gereken temkini yitirmememiz gerekir. Bunun da bir adım ötesinde: Daru'l-İslam'ın dinini öğrenmesi gereken yer kendi topraklarıdır. Kendi toprağının özsuyu ile beslenmiş âlimleridir. Bu noktada, Daru'l-Harp'te muteber olana itibar gösterme bizi dolaylı yoldan bir Batı etkilenmişliği içinde bırakacaktır. Keyfiyetin kemiyete üstünlüğünü bari bu sefer hatırdan çıkarmayalım. Numan Ali Han'ın doldurduğu salon Elmalılı Hamdi Yazır'ın veya Zahid el-Kevserî'nin veya Bediüzzaman Said Nursî'nin asıl süt emmemiz gereken memeler olduğunu unutturmasın. Endişem özetle budur.
Modern etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Modern etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Ağustos 2016 Pazartesi
17 Ağustos 2016 Çarşamba
Modern akılla nereye kadar?
Modern aklın hadis tahlilinde tek kıstas haline getirilmesinden doğacak sakınca ve sıkıntıya ne güzel işaret ediyor Bediüzzaman'ın 24. Söz'deki şu örneği: "Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar..." Öyle ya! Aklın imkanlılık/imkansızlık algısı şahit olduğu imkana göredir. Yeni imkanlara şahit olduğunda mümkünü de değişir. Bu nedenle salt akılla hadis inkârına girişmek akılsızlıktır. Zira analizini üzerine bina ettiği kıstaslar zamanının çocuğudur, değişkendir. Bugün 'muhal' olarak gördüğü şeyin yarın 'mümkün' haline şahit olduğunda 'imkansızlık tayini' de berhava olacaktır. Peki, Allâmu'l-Ğuyûb'un bildirmesiyle gaybdan haberdar olan Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, şu eksik akıllıların noksan terazisine uymaya mecbur mudur? Yine mürşidimin konuya dair bir ifadesiyle bitireyim: "(...) hakiki hüşyar ve yakzan olan zâtın gördüğünü, sen kendi rüyanda inkâr değil, tabir et."
18 Nisan 2016 Pazartesi
Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor? (6) Bediüzzaman'ın 'peygamberi' mi, Senai Demirci'nin 'elçisi' mi?
"Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali." Lemeat'tan.
Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.
Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.
Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:
Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."
Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:
Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."
Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!
Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?
Hakikat, Hz. Musa aleyhisselamın asâsı gibidir, onu netlikle ortaya koyduğunuz zaman tüm sahtelikleri yer bitirir. Hem nasıl onun asâsı yılan olduğunda Firavun büyücülerinin 'gözboyamalarını' yiyordu; getirdiği hakikat de eski Mısır'ın 'gözboyayan demagojilerini' yedi. Hiçbir tumtraklı beyana gerek kalmadı. 'Kavl-i leyyin' çözdü tüm düğümleri... O nedenle, hakikati ortaya koymaya çalıştığım tüm metinlerimde, elimden geldiğince yalın olmaya çalışıyorum. Hakikatin bundan fazlasına ihtiyacı yoktur çünkü. Hakikatin gücü beyanındaki 'süste' değil, 'karşıkonulmazlığında'dır. Doğrunun doğruluğunu kabul ettirmek için netleşmeye ihtiyacı vardır, süslenmeye değil. Bir yemeğin tadını daha net almak istiyorsanız ona sos dökmezsiniz. Fakat yemeğin tadı kaçıksa sos dökmek kaçınılmaz olur. Nihayetinde amaçlanan 'yedirmek'tir çünkü. Kötü yemeği de süsleyerek yedirirsiniz.
Lisede, bir çiğköfte yarışmasında, Vanlı arkadaşımın, yaptığımız çiğköftenin tadının kötü oluşu üzerine söylediği cümleyi hiç unutmam: "Basın acıyı, kimse tadını anlayamasın!" İşte süslü beyan da biraz 'Basın acıyı!' durumudur. Bazı müellif de bastığı süsle yedirmeye çalıştığı şeyin asıl tadını hissettirmediğini hayal eder. Fakat bu mümkün müdür? Kanmak istemeyenler için, hayır! Zaten kanmak isteyenler için, evet. İkinci Lem'a'nın bize öğrettiği perspektife uzanırsak: Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Çünkü günah küfrü özletir. Küfür sonucunda oluşacak kurgu dünyada günah meşrulaşabilir. İnsan yanlış olduğunu bile bile yanlış yapmak istemez. Doğruluğuna, sanrı türünden olsun, inanması lazımdır yanlış yapması için. Demagoji de 'kanmak isteyenlere' böyle bir fırsat sunar.
Peki, bunları neden yazdım? Bu sıralar Senai abinin bazı metinlerine rastlıyorum da ondan. Yukarıda altını çizmeye çalıştığım hastalığın izlerini görüyorum onlarda. Mesela hangisinde? Şunda: "'Siz, ey iman etmekte olanlar, Allah'ın ve Elçisi'nin önüne geçmeyin...' Hucûrat Sûresi'nin ilk ayetinin ilk yarısının uyarısı böyle. Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur. Elçi, adı üzerinde, elçidir sadece. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Şimdi, biz bu 'O, onun önüne geçmedi. Bu, bunun gerisinde kaldı' eziyetini niye çekiyoruz? Kelimeler 'Bul karayı al parayı!' tarzında neden hep yer değiştiriyor? Senai abinin demek istediği aslında nedir? Tek cümlede ifade etmenin bir yolu yok mudur? Kimdir veya kimlerdir Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı (haşa) Allah'ın önüne geçiren? Hangi arıza üzerine bu uyarı yapılmaktadır veya bu tesbit(!) hangi derdimizin devasıdır? Bütün bunlara değinmeden önce Senai Demirci'nin 'elçi'sinin karşısına Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri'nin 'peygamber'ini koymak istiyorum:
"Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira, o 'Lâ ilâhe illâllah' der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen 'Sadakte ve bilhakkı natakte!' derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya parmak karıştırsın?"
Görüldüğü gibi Bediüzzaman 'nübüvveti' salt bir 'postacılık' olarak değil; 'imamlık' ve 'hatiplik' gibi başka birçok fonksiyonları da olan bir 'vazifelendirme' olarak görmektedir. Onun metinlerinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair daha nice tariflere rastlarsınız: "İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti cihetiyle—bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, bir vesile-i saadet görürsün."
Bu kadar mı? Değil elbette. 'Yaver-i ekrem' veya 'muallim' gibi daha pekçok kullanımı var Bediüzzaman'ın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama dair. Bediüzzaman'ın onu anlatışına baktığınızda, Allah Resulü'nün dünyamıza kattığı zenginliği ifade etmede kelimelerin artık yeterli olmadığı bir dünya görürsünüz. Tabir-i caizse, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıymetini anlatabilmek için Bediüzzaman'ın yüreği/dimağı çatlamaktadır. Kelimelerin azlığından sıkılmaktadır. Bütün bunların öğrettiği ise şudur:
Bediüzzaman'ın nazarındaki 'peygamber' ile Senai Demirci'nin 'elçi'si birbirinden farklı karakterlerdir. İkincisinde elçinin gizlenmesi mesajın netleşmesini sağlarken, birincisinde peygamberin görünmesi mesajın daha derinlikli aktarımı/anlaşılması için şarttır. Nitekim, Senai Demirci de, mealin kendisine 'vermediği' bir imkan ile, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı ayetten makaslamakta, bunu ise kafasındaki 'elçi' tanımı ile yapmaktadır: "Sadece 'Allah'ın önüne geçmeyin!' diye de okuyabiliriz ayetin anlamını. Çünkü Allah'ın Elçisi önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur." Fakat Bediüzzaman'ın benzerî ayetlerden çıkardığı anlam, Allah'ı anlamada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı anlamanın vazgeçilmez oluşudur. 'Resul' perde değildir ve olamaz Bediüzzaman'a göre, aynadır. Perde görmeye engel olur. Ayna ise gösterir. Demirci 'elçi'nin belirginleşmesini sorun alanı olarak tanımlarken, Bediüzzaman belirsizliğini sorun alanı olarak tanımlar. Zira der: "Mu'cize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammeddir (a.s.m.)." Ve yine der: "Delâil-i Sâni beyanındadır. Bir burhanı da Muhammed'dir (aleyhisselâtü vesselâm)." Ve hep der: "Şu burhanın suğrâsı, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselâm)."
Peki, böyle bir elçinin kendi sözünü mesajın önüne geçirmeye çalışması da neyin nesidir? "Çünkü Allah'ın Elçisi, önüne geçilmezlik niteliğini Allah'ın önüne geçmeyişine borçludur..." derken bize kalem zoruyla dayatılan iddia ne olmaktadır? Nübüvvetin böyle bir risk taşıdığı mı? Veyahut Kur'an'ın ifadesiyle 'hevasından konuşmayan' peygamberin 'vahiyden nasipsiz/habersiz' sözler de söyleyip bu sözler nedeniyle Kur'an'ı perdeleyebileceği tehlikesi mi? Allah'ın elçi seçtiği kişinin Allah'ın mesajının veya bizzat Allah'ın önüne geçebilme ihtimali var mıdır? İsmet ne işe yaramakta, veyahut Senai Demirci, Allah'ın nübüvvet verişini nasıl bir anlamlandırmaya tâbi tutmaktadır? Bu anlamlandırış önemlidir. Çünkü bir adım ötesi Senai Demirci'nin Allah tasavvuruna gider. Gönderdiği peygamberin mesajına perde olabildiği bir Allah'ın tasavvuruna!
Bunlar elbette Senai Demirci'nin cevaplandırması gereken sorular. Fakat onun öncesinde Senai abinin bıçak vurmak istediği şey en temelde 'elçi'nin 'muallim' fonksiyonu. Demirci, salt bir 'postacılık' olarak peygamberlikten memnundur, ama nübüvvetin vahyi tamamlayıcı yönünden pek de memnun değildir. Yani Bediüzzaman'ın 'üç külli muarrif' tanımlaması içinde kainat-nübüvvet-kutsal kitaplar arasında gördüğü bütünlük, Demirci için sözkonusu değildir. Onun için tek muarrif Kur'an'dır ve bu nedenle diğerlerinin onun önüne geçebilme ve mesajı perdeleyebilme riski vardır. Bu öyle garip bir risktir ki, kendisine vahiy gelen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam bile vahyin anlaşılması hususunda bir tehlikedir. Şu sözlerin başka ne anlamı olabilir: "Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün önüne geçirmez. Elçi, kendi sözünü, elçilik ettiği kişinin sözünün önüne koyarsa, elçiliği geri atar. Elçi kendi sözünü elçilik ettiği kişinin sözünün ne kadar gerisine çekerse, elçilik niteliği de o ölçüde öne geçer."
Sadede gelelim: Demirci, 'demek istediği şeyi açıkça demekten çekindiği için' böyle elimizden tutup bizi gezdiriyor. Kulağına üflenmiş modernist etkilerle/etiketlerle bize söylemek istediği ise şu: "Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadislerini/sünnetini fazla önemsemeyin, zira o sadece bir elçidir, elçi de zaten postacıdır, postacının da mesaja bir etkisi/katkısı olamaz. Hatta katkısı mesaja zarardır. O halde hadisleri veya sünnet-i seniyye denen şeyi boşverebiliriz! Yehhu! Bize Kur'an yeter!" O kadar demagojinin altında yatan hakikat(!) bu. Gerisi "Bas acıyı, tadı anlaşılmasın!" kabilinden. Eğer Senai Demirci'nin iman ettiği elçiye iman ediyorsanız, elbette bu cümleler size dokunmayacaktır. Ama Bediüzzaman'ın iman ettiği gibi bir peygambere iman ediyorsanız, bu cümleler size tuhaf gelir. Bütün mesele şudur aslında: Bediüzzaman'ın 'peygamberini' mi, Senai Demirci'nin 'elçisini' mi daha mantıklı buluyoruz? Yani, Allah'ın mesajını perdelemede Allah Resulü'nden korkmalı mıyız? Miracın sahibi 'perde' midir, yoksa 'ayna' mı?
15 Ocak 2015 Perşembe
Bediüzzaman da dünyaya alıcı gözüyle bakardı
"Dünyamın tepetakla olmasının getirdiği panik duygusundan kurtulur kurtulmaz ve aramızdaki bu istenmeyen misafiri kabullenir kabullenmez, kendimi yepyeni bir dönemecin başında buldum. Onlarca yıldır, yetkin, güçlü, güvenli olmanın verdiği gururu bir kenara bırakıp sorumluluklarımın bir kısmını başkalarıyla paylaşarak hayatın sadece vermekten ibaret olmadığını öğrendim." Deborah Hutton, Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri'den.
Muhtemelen daha evvel de yazdım. Fakat bu dişimin kestiği öyle güzel bir şeker ki bitmiyor, gitmiyor, balı dilimi terketmiyor. O yüzden tekrar tekrar meşgul olmak ihtiyacı hissediyorum. "Nedir ki acep bunca mübalağa ile hayran olduğun ey ifratkâr çocuk?" derseniz hemen döküleyim: Acz/fakr mesleğidir. Böyle söyleyince heyecan vermedi belki. Nihayetinde mezkûr kelimeler zamanın ‘Marvel karakteri olmayı arzulayan’ bireyine çok da albenili gelmiyorlar. Tersi bir istikameti gösteriyorlar.
Bense 'acz/fakr mesleğini' bu sıralar daha zengin anlamaya çalışıyorum. Bence bu meslek hayata 'hep alan el olduğunuz' bir düzlemde bakmaya çalışmaktır. Evet. Buraya da şuradan geldim arkadaşım: "Veren el, alan elden üstündür!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sadece ‘sadaka alma/verme ahlakına’ yönelik bir nasihatte bulunmadığını düşünmeye başladım. Hayır. Daha da üstünde birşeydi söylenen. İçimizin yasasıydı. Gönlümüzün dengesiydi. Üst olanın ‘kendisini ne olarak vehmederek’ üst olduğunu; altta kalanınsa ‘kendisini ne olarak görerek’ altta kaldığını haber veriyordu sanki 'habercilerin en güzeli' Aleyhissalatuvesselam.
Yani: Size birşeyler verdiğini düşündüğünüz kişi sizin üstünüzdür. Üstünüz olduğunu düşünürsünüz kalbinizin/aklınızın bir köşesinde. Sizden birşeyler alan kişiyse altınızda gibi gelir. Ona da astınız olarak muamele edersiniz yine bilincinizin/şuurunuzun bir yerinde. O yüzden derim ki: 'Acz/fakr mesleğinde' ilerlemenin yolu, Allahu’l-a’lem, ancak şeylerle olabildiğince 'alan el' konumunda muhatap olmaktır. Bunu mahlukattan dilenme şeklinde düşünmeyin. Çünkü acz/fakr mesleğinin öyle anlaşılmasının yanlışlığını mürşidim bizzat kendisi beyan ediyor:
"Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir." Ama, kaçırmayalım arkadaşım, hemen öncesinde şunu da söylüyor: "(...) bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler."
Peki ‘fakrın tezyidi’ nasıl olur? Bir insan şu anki halinden daha aciz/fakir mi olmalıdır Allah'a yaklaşmak için? Sahip olduğu imkanları mı terketmelidir? Halbuki mürşidim modern medeniyeti de; "Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş..." diyerek eleştirmektedir. O halde buradaki 'fakrın ziyadeleşmesi' meselesi bir ihtiyaç artımından ziyade şuur işidir. Allah'a ne denli muhtaç olduğunu anlama meselesidir.
Elhamdülillah. Buraya kadar geldik. Bir adım ötesine de gidelim: İnsan Allah'a muhtaçlığını nasıl ‘daha fazla’ anlar? Nasıl böylesi bir mecrada arttırım sağlayabilir? Zaten başlarken herşeyin Allah'ın ona bir bağışı olduğunu kabul etmemiş midir? (Tevhid buna denmez mi?) Daha fazla neye iman edebilir ki aczini/fakrını bu yolla ziyadeleştirsin?
İşte, tam da bu mertebede Vahidiyet'ten Ehadiyet'e geçiş, gaibane muhatabiyetten hazırane muhatabiyete atlayış, malikiyevmiddin'den indinessıratalmustakim'e yapılan sıçrama sorularımıza cevap da oluyor. Çünkü Bediüzzaman, Mesnevî'sinin başında, 'amiyane tevhid' ve 'hakiki tevhid' ayrımını buna benzer bir şekilde yapıyor:
"Birisi âmiyâne tevhiddir ki; 'Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür...' der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakikî tevhiddir ki 'Allah birdir, mülk Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur...' der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar."
Yani, hakikî tevhidi yaşamak, sadece “Herşeyi Allah yarattı!” fikrine ulaşmak değildir. Ya? ‘Huzurî bir tevhid melekesi' ile ‘varlığın sana yazılmış mektuplar haline geldiği’ bir düzlemde, herşeyin aslında sana mesaj olduğunu ve hiçbir zaman mesaj veren olamayacağını anlamandır. Bu anlayışı geliştirdikçe geliştirirsin kendini acz/fakr mesleğinde. Her bağışın sana yapılan bir bağıştır. Her verişin sana yapılmış bir veriştir.
Bediüzzaman; "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz..." derken de bunu ders verir; "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi..." derken de bunu söyler; "Mesela, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş..." derken de bunu anlatır; "Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır..." derken de bunu nasihat eder ve hakeza. Hangisine baksanız Bediüzzaman'ın dünyaya 'alan el' olarak baktığını ve hiçbir zaman kendisini 'veren el' gibi görmediğini görürsünüz.
Şimdi buradan alıp kendi hayatlarımıza dönelim. Bir sadaka veriyoruz, bir muhtacın başını okşuyoruz, birisine tebessüm ediyoruz, bir namaz kılıyoruz, bir yazı yazıyoruz vs. Acaba bütün bunları yaparken kendimizi ne olarak görüyoruz? Alan el mi? Veren el mi? Bence vereceğimiz cevap bu meslekte ne kadar ilerde olduğumuzu da gösterecek. Cevabımızı ararken mürşidimin şu cümlesini de hatırda tutalım arkadaşım: "Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır."
Mesela ben kendime döneyim hemen: Bu yazıyı yazmakla size birşey bahşettiğimi ve yüce ilmimden(!) faydalandırdığımı mı düşünüyorum, yoksa yazmak-duyurmak-paylaşmak aşkı kalbime düşürülerek aslında Allah'ın 'kalemle öğrettiğine' mi şükrediyorum?
Bu da benim işin neresinde olduğumu öğretecek bana. Eğer size, bu yazıyı yazmakla bir bağış yaptığımı düşünüyorsam, kendimi veren el kıldım, üst saydım, aczim ve fakrım yara aldı, kibrim yükseldi, risk altındayım, 'dalâlet ve evhamın taarruzu'na kapı açtım. Ama eğer aslında bu yazıyı yazmakla Allah'ın 'bir işe yaramamı' sağladığını düşünmüşsem ve bir işe yaramamı sağladığı için ona şükretmişsem, hem tehlikesi gitti, hem de ne güzel, belki kardeşinize dua edeceksiniz. İki yerden kazancım var.
Ancak dedim ya: Mesele varlığa alan el olarak bakmakta. Hep talebe kalmakta. Hep aç durmakta. İhlas da burada gizli. Tevazu da. Bu bir tasannu değil. Olduğumuz şey bu zaten. (Tevazu da 'vazedildiği gibi olmak' demek değil midir?) Ne biliyorsun: Belki senin sadakan değil de sadaka verebileceğin muhtacın karşına çıkarılması sana verilmiş bir sadakadır? En nihayetinde fikir eteğimizi topladığımız cümle şöyle: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Amenna. Nihayetinde sen sadece bir kulsun. Allah odur. Ve "Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var!"
Muhtemelen daha evvel de yazdım. Fakat bu dişimin kestiği öyle güzel bir şeker ki bitmiyor, gitmiyor, balı dilimi terketmiyor. O yüzden tekrar tekrar meşgul olmak ihtiyacı hissediyorum. "Nedir ki acep bunca mübalağa ile hayran olduğun ey ifratkâr çocuk?" derseniz hemen döküleyim: Acz/fakr mesleğidir. Böyle söyleyince heyecan vermedi belki. Nihayetinde mezkûr kelimeler zamanın ‘Marvel karakteri olmayı arzulayan’ bireyine çok da albenili gelmiyorlar. Tersi bir istikameti gösteriyorlar.
Bense 'acz/fakr mesleğini' bu sıralar daha zengin anlamaya çalışıyorum. Bence bu meslek hayata 'hep alan el olduğunuz' bir düzlemde bakmaya çalışmaktır. Evet. Buraya da şuradan geldim arkadaşım: "Veren el, alan elden üstündür!" buyuran Aleyhissalatuvesselamın sadece ‘sadaka alma/verme ahlakına’ yönelik bir nasihatte bulunmadığını düşünmeye başladım. Hayır. Daha da üstünde birşeydi söylenen. İçimizin yasasıydı. Gönlümüzün dengesiydi. Üst olanın ‘kendisini ne olarak vehmederek’ üst olduğunu; altta kalanınsa ‘kendisini ne olarak görerek’ altta kaldığını haber veriyordu sanki 'habercilerin en güzeli' Aleyhissalatuvesselam.
Yani: Size birşeyler verdiğini düşündüğünüz kişi sizin üstünüzdür. Üstünüz olduğunu düşünürsünüz kalbinizin/aklınızın bir köşesinde. Sizden birşeyler alan kişiyse altınızda gibi gelir. Ona da astınız olarak muamele edersiniz yine bilincinizin/şuurunuzun bir yerinde. O yüzden derim ki: 'Acz/fakr mesleğinde' ilerlemenin yolu, Allahu’l-a’lem, ancak şeylerle olabildiğince 'alan el' konumunda muhatap olmaktır. Bunu mahlukattan dilenme şeklinde düşünmeyin. Çünkü acz/fakr mesleğinin öyle anlaşılmasının yanlışlığını mürşidim bizzat kendisi beyan ediyor:
"Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir." Ama, kaçırmayalım arkadaşım, hemen öncesinde şunu da söylüyor: "(...) bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler."
Peki ‘fakrın tezyidi’ nasıl olur? Bir insan şu anki halinden daha aciz/fakir mi olmalıdır Allah'a yaklaşmak için? Sahip olduğu imkanları mı terketmelidir? Halbuki mürşidim modern medeniyeti de; "Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş..." diyerek eleştirmektedir. O halde buradaki 'fakrın ziyadeleşmesi' meselesi bir ihtiyaç artımından ziyade şuur işidir. Allah'a ne denli muhtaç olduğunu anlama meselesidir.
Elhamdülillah. Buraya kadar geldik. Bir adım ötesine de gidelim: İnsan Allah'a muhtaçlığını nasıl ‘daha fazla’ anlar? Nasıl böylesi bir mecrada arttırım sağlayabilir? Zaten başlarken herşeyin Allah'ın ona bir bağışı olduğunu kabul etmemiş midir? (Tevhid buna denmez mi?) Daha fazla neye iman edebilir ki aczini/fakrını bu yolla ziyadeleştirsin?
İşte, tam da bu mertebede Vahidiyet'ten Ehadiyet'e geçiş, gaibane muhatabiyetten hazırane muhatabiyete atlayış, malikiyevmiddin'den indinessıratalmustakim'e yapılan sıçrama sorularımıza cevap da oluyor. Çünkü Bediüzzaman, Mesnevî'sinin başında, 'amiyane tevhid' ve 'hakiki tevhid' ayrımını buna benzer bir şekilde yapıyor:
"Birisi âmiyâne tevhiddir ki; 'Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür...' der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakikî tevhiddir ki 'Allah birdir, mülk Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur...' der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar."
Yani, hakikî tevhidi yaşamak, sadece “Herşeyi Allah yarattı!” fikrine ulaşmak değildir. Ya? ‘Huzurî bir tevhid melekesi' ile ‘varlığın sana yazılmış mektuplar haline geldiği’ bir düzlemde, herşeyin aslında sana mesaj olduğunu ve hiçbir zaman mesaj veren olamayacağını anlamandır. Bu anlayışı geliştirdikçe geliştirirsin kendini acz/fakr mesleğinde. Her bağışın sana yapılan bir bağıştır. Her verişin sana yapılmış bir veriştir.
Bediüzzaman; "Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz..." derken de bunu ders verir; "Hem deme ki, 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi..." derken de bunu söyler; "Mesela, Risale-i Nur'un şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur'ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş..." derken de bunu anlatır; "Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır..." derken de bunu nasihat eder ve hakeza. Hangisine baksanız Bediüzzaman'ın dünyaya 'alan el' olarak baktığını ve hiçbir zaman kendisini 'veren el' gibi görmediğini görürsünüz.
Şimdi buradan alıp kendi hayatlarımıza dönelim. Bir sadaka veriyoruz, bir muhtacın başını okşuyoruz, birisine tebessüm ediyoruz, bir namaz kılıyoruz, bir yazı yazıyoruz vs. Acaba bütün bunları yaparken kendimizi ne olarak görüyoruz? Alan el mi? Veren el mi? Bence vereceğimiz cevap bu meslekte ne kadar ilerde olduğumuzu da gösterecek. Cevabımızı ararken mürşidimin şu cümlesini de hatırda tutalım arkadaşım: "Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır."
Mesela ben kendime döneyim hemen: Bu yazıyı yazmakla size birşey bahşettiğimi ve yüce ilmimden(!) faydalandırdığımı mı düşünüyorum, yoksa yazmak-duyurmak-paylaşmak aşkı kalbime düşürülerek aslında Allah'ın 'kalemle öğrettiğine' mi şükrediyorum?
Bu da benim işin neresinde olduğumu öğretecek bana. Eğer size, bu yazıyı yazmakla bir bağış yaptığımı düşünüyorsam, kendimi veren el kıldım, üst saydım, aczim ve fakrım yara aldı, kibrim yükseldi, risk altındayım, 'dalâlet ve evhamın taarruzu'na kapı açtım. Ama eğer aslında bu yazıyı yazmakla Allah'ın 'bir işe yaramamı' sağladığını düşünmüşsem ve bir işe yaramamı sağladığı için ona şükretmişsem, hem tehlikesi gitti, hem de ne güzel, belki kardeşinize dua edeceksiniz. İki yerden kazancım var.
Ancak dedim ya: Mesele varlığa alan el olarak bakmakta. Hep talebe kalmakta. Hep aç durmakta. İhlas da burada gizli. Tevazu da. Bu bir tasannu değil. Olduğumuz şey bu zaten. (Tevazu da 'vazedildiği gibi olmak' demek değil midir?) Ne biliyorsun: Belki senin sadakan değil de sadaka verebileceğin muhtacın karşına çıkarılması sana verilmiş bir sadakadır? En nihayetinde fikir eteğimizi topladığımız cümle şöyle: "(...) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar." Amenna. Nihayetinde sen sadece bir kulsun. Allah odur. Ve "Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var!"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...