Dr. Strange etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dr. Strange etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2020 Salı

Çav Bella ezandan ne ister?

"Elfâz-ı Kur'âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez." Sözler'den.

İzleyenler anımsayacaklar: Dr. Strange'de Tilda Swinson (Ancient One) ile Benedict Cumberbatch'in (Dr. Strange) arasında meşhur bir diyalog vardır. "Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor..." der Ancient One. Dr. Strange sorar: "Neymiş o?" Cevap kısadır: "Konu sen değilsin." Aslında cümle manevî öğretilerin tedrisine çalıştığı budur. Konu 'ben' değildir. Bu nedenle âdem merkeze kendisini koymamalıdır. Mesnevî-i Nuriye'deki beyanını alıntılarsak: 

"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır..." Bunun kabulü lazımdır olgunlaşmanın başlaması için. Çünkü ancak bunu kabulle insan kendisinden öteye yol bulmaya başlar. Nefsin kısırdöngülerinden kurtulur. Tohumundan yukarıya filizini kaldırır. Aksi halde, yine Bediüzzaman'ın söyleyişiyle, "Gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ 'nahnü' olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler." Aşkın manevî terbiyedeki rolü de tam bu eşikte bize hikmetini izhar eder. Evet, aşk, kişioğlunda-kızında 'kendi'den 'başkası'na açılan gözdür. Ötenin beriye kattığı zenginliktir. Momentte yaptığı muvaffak kaydırmayla da tekamüle müsaittir. 

Müsaittir ama garanti etmez. Bu nedenle tasavvufta aşkın yönlendirilmesi mürşidin ellerine bırakılmıştır. Mürşid, aşkın, herşeyi menfaatine büken enenin çekim kanununa kapılıp bencilliğe yönelmemesi için müridini meşgul eder. Neyle meşgul eder? Yâr-i Hakiki'nin zikriyle. Göğüsten çıkanın tekrar göğse dönüp sahibini boğmaması için yapar bunu. Talebe, Yâr-i Hakiki'nin yâdıyla iştigal ettikçe, aşkına yol-yordam öğretir. Adres gösterir. Onu iter. Kelimat-ı mübareke kabilinden dilde ne kuşanılsa kalp de rağbetine kapılır. Yani dil varlıkta popülariteyi yönetendir. Belki biraz da bu ilgiden dolayı Farsçada dil 'kalp' demektir. Kafadaki dilin göğüstekine hatırlattığı bâki her mana aynı zamanda 'ben'e şu sırrı fısıldar: "Konu sen değilsin. Konu sen değilsin. Konu sen değilsin..."

Evet. Mâide sûresinin 58. ayeti bize kıyamete kadar hükmü sürecek bir kanundan haber verir. Nedir? Kâfirliğin tabiatında 'ezanla alay etmek' vardır. Bu ilk okunduğu zamanlarda olduğu gibi şimdi de aynen câri-vâkidir. Tiynetinde kâfirlik olan ondan rahatsız olur. Çünkü ezanı dinleyen herkes, şuurlu-şuursuz, asıl konunun kendisi olmadığını hatırlar. Yani o günde beş defa hatırlatır: "Konu sen değilsin." İşte bu anımsatıcı-uyandırıcı yanı nedeniyle mülhidlerden 'oyunbozan' muamelesi görür. Johan Huizinga'nın da Homo Ludens'te dikkat çektiği gibi, toplum, hilekâra oyunbozandan daha hoşgörülü davranır. Çünkü hilekâr kurgunun gerçekliğini sınamaz. Eylemiyle oyuna dahil olur. Hatta hilesi oyunu kazanma arzusunun, dolayısıyla kurguya duyduğu inancın, katıksızlığına delildir. Ama oyunbozan yıkıcıdır. İllüzyonu dağıtır. Gözleri açar. Bu nedenle oyunbozanlarla savaşılmaz. Onlarla alay edilir. Uyandırıcı etkilerinden kurtulmanın tek yolu mesajın muhatap alınmamasıdır.

Roman Diliyle İktisat'ta Mustafa Özel Hoca da Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz. Devamını da paylaşalım: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Faust'un çan üzerinden anlattığı derdi, biz, coğrafyamızda ezan sesiyle işitebiliriz.

Evet. Bugün de yerli Faustlar, yani ezandan rahatsız olanlar, minareden 'Çav Bella' duyunca sevinenler çıkıyor. Sayıları eksilmiyor. Belki artıyor. Yaşadıklarımız Asr-ı Saadet'te yaşananlardan ötede değil. Mâide sûresi hâlâ bizimle konuşuyor. Hâlâ dersini tekrarlıyor. Hâlâ bazıları konunun kendileri olmadığını, kainatın hevâları üzerine kurulmadığını, menfaatlerinin âlemin merkezini tutmadığını, oyunlarının 'sadece bir oyun' olduğunu duymak istemiyorlar. Ve yine bu buhranlarını çeşitli alaycılıklarla belli ediyorlar. Bizse müslüman payımıza başka bir ders çıkarıyoruz. Ezanın şear-i İslamiyeden olmasının hikmetini anlıyoruz. Seziyoruz ki: Bu sözler duyan herkese en hakiki özden bahseder. Merkezi hatırlatır. İllüzyonları bozar. Vicdana mecal olur. Fıtratı diri tutar. Bu nedenle gafletine dalmak isteyenlerin kulağı "Kalk!" sesiyle kavgalıdır. Öfke sese değil hatırlattıklarınadır.

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Konu sen değilsin

Parıltı ne de çabuk ölüyor. Kelebeklerden bile çabuk. Belki de varlık sahasında gördüğümüz ölümlerin en çabuğu. Birşey, bir an parıldıyor, sonra o parlaklığı yokoluyor. Tamam, bu, o şeyin büsbütün öldüğü anlamına gelmiyor her zaman, fakat yine de bir yanıyla ölüm bu. Değişim de bir tür ölümdür. Öncekinin ölüp sonrakinin dirilişidir. Bu bir haşirdir. Ânın ahiretidir sonrası. İnsan yarını da yaşayabilen bir dündür. Fakat dünü, ne bugününün, ne de yarınının aynısıdır. Değiştiği zaman da onda birşeyler ölmüş oluyor. Öncekini öldürüp-defnedip sonrakine dönüşmüş-yeşermiş oluyor. 

Parlaklık, biraz da bu nedenle, varlıkta en sık ve açık şahit olduğumuz gidişlerden birisi. Her parlayan şey solar. Her canlı renk matlaşır. Her ışıldayan söner. Herşey ilk halinden taviz vere vere son halini bulur. Eksilirken olgunlaşır. Daha azı olmakla daha fazlası olur. Heyecanlar diner. Sıcaklar soğur. Hevesler körelir. Arzular azalır. Ateşler söner. Acı bile alışkanlık olur. Elbette, yıldızların doğup sönüşüne şahit olmak, şu kısacık ömürlerimizle mümkün değil. Fakat bir su kabarcığında yansıyan güneşin, o minicik şirin pırıltının, o yepyeni heyecanın sönüp gittiğini görmek pek kolay. Hatta pek sık. Belki biraz da bu yüzden, mürşidim, fena ile ilgili verdiği derslerin çoğunda onu misal olarak kullanıyor:

"Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler..."

Demek: Bizdeki değişimler de 'değişmeyenin' delilidir. Biz çiçek gibi solarız ki hiç solmayan bilinsin. Gözler onu arasın. Kalpler onu arzulasın. Bizde varolan güzelliklerin gelip geçiciliği, fakat güzelliğin kalıcılığı, biz onu yitirirken başka güzellerin yüzlerinde hayatını neşeyle devam ettirebilmesi, enerjisini bizden almadığını gösterir. Ateşli bir alna konulmak için suya batırılan bezler, ıslaklıklarını zamanla yitirirler, fakat su ıslatıcılığını yitirmez. Bezlerin değişmesi, ıslanıp kuruması, batırılıp çıkarılması, suyun ıslatılıcılığına zarar vermez. Islaklar kurumamak için suya muhtaçtırlar amma su ıslak kalmak için onlara muhtaç değildir. Çünkü şunların ıslaklığı 'arızî'ye suyun ki ise 'zatî'ye misaldir.

J. M. Coetzee Yavaş Adam'da diyor ki: "Eski bir oyun hamuru. Kiremit kırmızısı, yaprak yeşili, gök mavisi hamurlar içiçe geçmiş, donuk mora dönüşmüşler. Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor, diye merak ediyor. Kırmızının, mavinin ve yeşilin morluktan yumurtadan çıkarcasına çıkmaları, geri gelmeleri için ne yapmalı?"

Yine benzer bir tefekküre de Lydia Millet'ın Benim Mutlu Hayatım'ında rastlıyoruz: "Gitgide görünmez olduğumu farketmiştim. Daha doğrusu yarı saydam olduğumu. Bu hadiseyi izlemek ilginçti. Yaşlandıkça erkeklerin gözüne daha az battığımı gözlemlemiştim yakın zamanda. İnsanın yüzü bir kuşun tüyleriyle aynı görevi görüyor gibi geliyordu bana. İnsanlar gençken muhteşem oluyor ama sonra solmaya başlıyor. Böylece yaşlandıkça görünürlükleri azalıyor insanların. En azından daha genç olanlarına kıyasla. Cilt kırışınca düzlemler ışığı eskisi gibi hemen yansıtmıyor ve yüzün parlaklığı azalıyor."

Dr. Strange filminde Tilda Swinson ile Benedict Cumberbatch'in aralarında geçen diyaloğu ders almamız için belki de bu yitirişler: "- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor. - Neymiş o? - Konu sen değilsin."

Evet, konu biz değiliz, konu biz olmadığımız için vurgu üzerimizde fazla oyalanmıyor. Bir ve, bir da, bir ile, bir ki kadar varız bu cümlede. Daha büyük birşeye işaret etmek için varız. O büyük anlam kainat çapında haykırılırken, her nasıl oluyorsa, ses bize de uğruyor, bizim varlığımız da dillendiriliyor.

Biz de parlıyoruz. Biz de güzelleşiyoruz. Biz de yaşıyoruz. Gülüyoruz, koşuyoruz, seviyoruz ve arzuluyoruz. Sonra cümle anlam için ve anlam içinde akmaya devam ederken ses bizi ağır ağır terkediyor. Zayıflıyoruz. Parlaklığımız azalıyor. Gözden düşüyoruz. Çünkü konu biz değiliz. Konu bizim üzerimizden yine bize anlatılan bir güzellik. Biz duyulmaz olacağız ki cümle hecemizde takılıp kalmasın. Bütün güzelliğiyle kurulmaya devam etsin. Kendi parlaklığımızdan güneşin güzelliği ile vazgeçiyoruz. Çünkü o güzel yansımalarından daha güzel.

Yitirdiklerinle belki böyle düşünerek barışabilirsin arkadaşım. Yitirdiklerini yitirmeseydin yalnız kendin olarak kalacaktın. Küçük bir çıra ateşi gibi yanacaktın. Çıranı ocağa atmakla daha büyük bir ateşin parçası oldun. Yandın. Yaktın. Yakıldın. O ateş hiç sönmeyecek. O sönmedikçe sen de sönmezsin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...