"Elfâz-ı Kur'âniye ve tesbihât-ı Nebeviyenin lâfızları câmid libas değil, cesedin hayattar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cilt olmuştur. Libas değiştirilir fakat cilt değişse vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfâz-ı mübarekeler mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise değiştirilmez." Sözler'den.
İzleyenler anımsayacaklar: Dr. Strange'de Tilda Swinson (Ancient One) ile Benedict Cumberbatch'in (Dr. Strange) arasında meşhur bir diyalog vardır. "Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor..." der Ancient One. Dr. Strange sorar: "Neymiş o?" Cevap kısadır: "Konu sen değilsin." Aslında cümle manevî öğretilerin tedrisine çalıştığı budur. Konu 'ben' değildir. Bu nedenle âdem merkeze kendisini koymamalıdır. Mesnevî-i Nuriye'deki beyanını alıntılarsak:
"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır..." Bunun kabulü lazımdır olgunlaşmanın başlaması için. Çünkü ancak bunu kabulle insan kendisinden öteye yol bulmaya başlar. Nefsin kısırdöngülerinden kurtulur. Tohumundan yukarıya filizini kaldırır. Aksi halde, yine Bediüzzaman'ın söyleyişiyle, "Gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ 'nahnü' olsun. Enesini sevenler başkalarını sevmezler." Aşkın manevî terbiyedeki rolü de tam bu eşikte bize hikmetini izhar eder. Evet, aşk, kişioğlunda-kızında 'kendi'den 'başkası'na açılan gözdür. Ötenin beriye kattığı zenginliktir. Momentte yaptığı muvaffak kaydırmayla da tekamüle müsaittir.
Müsaittir ama garanti etmez. Bu nedenle tasavvufta aşkın yönlendirilmesi mürşidin ellerine bırakılmıştır. Mürşid, aşkın, herşeyi menfaatine büken enenin çekim kanununa kapılıp bencilliğe yönelmemesi için müridini meşgul eder. Neyle meşgul eder? Yâr-i Hakiki'nin zikriyle. Göğüsten çıkanın tekrar göğse dönüp sahibini boğmaması için yapar bunu. Talebe, Yâr-i Hakiki'nin yâdıyla iştigal ettikçe, aşkına yol-yordam öğretir. Adres gösterir. Onu iter. Kelimat-ı mübareke kabilinden dilde ne kuşanılsa kalp de rağbetine kapılır. Yani dil varlıkta popülariteyi yönetendir. Belki biraz da bu ilgiden dolayı Farsçada dil 'kalp' demektir. Kafadaki dilin göğüstekine hatırlattığı bâki her mana aynı zamanda 'ben'e şu sırrı fısıldar: "Konu sen değilsin. Konu sen değilsin. Konu sen değilsin..."
Evet. Mâide sûresinin 58. ayeti bize kıyamete kadar hükmü sürecek bir kanundan haber verir. Nedir? Kâfirliğin tabiatında 'ezanla alay etmek' vardır. Bu ilk okunduğu zamanlarda olduğu gibi şimdi de aynen câri-vâkidir. Tiynetinde kâfirlik olan ondan rahatsız olur. Çünkü ezanı dinleyen herkes, şuurlu-şuursuz, asıl konunun kendisi olmadığını hatırlar. Yani o günde beş defa hatırlatır: "Konu sen değilsin." İşte bu anımsatıcı-uyandırıcı yanı nedeniyle mülhidlerden 'oyunbozan' muamelesi görür. Johan Huizinga'nın da Homo Ludens'te dikkat çektiği gibi, toplum, hilekâra oyunbozandan daha hoşgörülü davranır. Çünkü hilekâr kurgunun gerçekliğini sınamaz. Eylemiyle oyuna dahil olur. Hatta hilesi oyunu kazanma arzusunun, dolayısıyla kurguya duyduğu inancın, katıksızlığına delildir. Ama oyunbozan yıkıcıdır. İllüzyonu dağıtır. Gözleri açar. Bu nedenle oyunbozanlarla savaşılmaz. Onlarla alay edilir. Uyandırıcı etkilerinden kurtulmanın tek yolu mesajın muhatap alınmamasıdır.
Roman Diliyle İktisat'ta Mustafa Özel Hoca da Faust II'den şöyle bir alıntı yapar: "Lanet olası çan sesleri! Yaralıyor insanı./Alçakça, hain bir mermi gibi./Hatırlatıyor kindar seslerle./Hâkimiyetimin pürüzsüz olmadığını." Ve Faust bütün zenginliğine-gücüne rağmen bu kuleyi yaktırmadıkça mutlu olamaz. Devamını da paylaşalım: "İşte, böyle zenginlik içinde, eksik olan şeyimizi hissederek, en acı ızdıraplarla kıvranıyoruz. Şu küçücük çanın sesi ve o ıhlamurların kokusu, sanki kilisede veya mezarımdaymışım gibi, vücudumu kaplıyor. O herşeyi alteden iradenin kudreti burada, şu kumların üstünde, kırılıyor. O çan çalınca tepem atıyor. Bu karşı koyma ve inat en şerefli başarının zevkini kaçırıyor..." Faust'un çan üzerinden anlattığı derdi, biz, coğrafyamızda ezan sesiyle işitebiliriz.
Evet. Bugün de yerli Faustlar, yani ezandan rahatsız olanlar, minareden 'Çav Bella' duyunca sevinenler çıkıyor. Sayıları eksilmiyor. Belki artıyor. Yaşadıklarımız Asr-ı Saadet'te yaşananlardan ötede değil. Mâide sûresi hâlâ bizimle konuşuyor. Hâlâ dersini tekrarlıyor. Hâlâ bazıları konunun kendileri olmadığını, kainatın hevâları üzerine kurulmadığını, menfaatlerinin âlemin merkezini tutmadığını, oyunlarının 'sadece bir oyun' olduğunu duymak istemiyorlar. Ve yine bu buhranlarını çeşitli alaycılıklarla belli ediyorlar. Bizse müslüman payımıza başka bir ders çıkarıyoruz. Ezanın şear-i İslamiyeden olmasının hikmetini anlıyoruz. Seziyoruz ki: Bu sözler duyan herkese en hakiki özden bahseder. Merkezi hatırlatır. İllüzyonları bozar. Vicdana mecal olur. Fıtratı diri tutar. Bu nedenle gafletine dalmak isteyenlerin kulağı "Kalk!" sesiyle kavgalıdır. Öfke sese değil hatırlattıklarınadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder