Parıltı ne de çabuk ölüyor. Kelebeklerden bile çabuk. Belki de varlık sahasında gördüğümüz ölümlerin en çabuğu. Birşey, bir an parıldıyor, sonra o parlaklığı yokoluyor. Tamam, bu, o şeyin büsbütün öldüğü anlamına gelmiyor her zaman, fakat yine de bir yanıyla ölüm bu. Değişim de bir tür ölümdür. Öncekinin ölüp sonrakinin dirilişidir. Bu bir haşirdir. Ânın ahiretidir sonrası. İnsan yarını da yaşayabilen bir dündür. Fakat dünü, ne bugününün, ne de yarınının aynısıdır. Değiştiği zaman da onda birşeyler ölmüş oluyor. Öncekini öldürüp-defnedip sonrakine dönüşmüş-yeşermiş oluyor.
Parlaklık, biraz da bu nedenle, varlıkta en sık ve açık şahit olduğumuz gidişlerden birisi. Her parlayan şey solar. Her canlı renk matlaşır. Her ışıldayan söner. Herşey ilk halinden taviz vere vere son halini bulur. Eksilirken olgunlaşır. Daha azı olmakla daha fazlası olur. Heyecanlar diner. Sıcaklar soğur. Hevesler körelir. Arzular azalır. Ateşler söner. Acı bile alışkanlık olur. Elbette, yıldızların doğup sönüşüne şahit olmak, şu kısacık ömürlerimizle mümkün değil. Fakat bir su kabarcığında yansıyan güneşin, o minicik şirin pırıltının, o yepyeni heyecanın sönüp gittiğini görmek pek kolay. Hatta pek sık. Belki biraz da bu yüzden, mürşidim, fena ile ilgili verdiği derslerin çoğunda onu misal olarak kullanıyor:
"Nasıl ki, güneşe karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar, gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp, sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyetiyle, yüksek, daimî bir güneşin devamına delâlet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâkînin bekà ve devamına şehadet ederler..."
Demek: Bizdeki değişimler de 'değişmeyenin' delilidir. Biz çiçek gibi solarız ki hiç solmayan bilinsin. Gözler onu arasın. Kalpler onu arzulasın. Bizde varolan güzelliklerin gelip geçiciliği, fakat güzelliğin kalıcılığı, biz onu yitirirken başka güzellerin yüzlerinde hayatını neşeyle devam ettirebilmesi, enerjisini bizden almadığını gösterir. Ateşli bir alna konulmak için suya batırılan bezler, ıslaklıklarını zamanla yitirirler, fakat su ıslatıcılığını yitirmez. Bezlerin değişmesi, ıslanıp kuruması, batırılıp çıkarılması, suyun ıslatılıcılığına zarar vermez. Islaklar kurumamak için suya muhtaçtırlar amma su ıslak kalmak için onlara muhtaç değildir. Çünkü şunların ıslaklığı 'arızî'ye suyun ki ise 'zatî'ye misaldir.
J. M. Coetzee Yavaş Adam'da diyor ki: "Eski bir oyun hamuru. Kiremit kırmızısı, yaprak yeşili, gök mavisi hamurlar içiçe geçmiş, donuk mora dönüşmüşler. Neden parlaklıklar donuklaşıyor da donukluklar parlaklaşmıyor, diye merak ediyor. Kırmızının, mavinin ve yeşilin morluktan yumurtadan çıkarcasına çıkmaları, geri gelmeleri için ne yapmalı?"
Yine benzer bir tefekküre de Lydia Millet'ın Benim Mutlu Hayatım'ında rastlıyoruz: "Gitgide görünmez olduğumu farketmiştim. Daha doğrusu yarı saydam olduğumu. Bu hadiseyi izlemek ilginçti. Yaşlandıkça erkeklerin gözüne daha az battığımı gözlemlemiştim yakın zamanda. İnsanın yüzü bir kuşun tüyleriyle aynı görevi görüyor gibi geliyordu bana. İnsanlar gençken muhteşem oluyor ama sonra solmaya başlıyor. Böylece yaşlandıkça görünürlükleri azalıyor insanların. En azından daha genç olanlarına kıyasla. Cilt kırışınca düzlemler ışığı eskisi gibi hemen yansıtmıyor ve yüzün parlaklığı azalıyor."
Dr. Strange filminde Tilda Swinson ile Benedict Cumberbatch'in aralarında geçen diyaloğu ders almamız için belki de bu yitirişler: "- Kibir ve korku en basit ve önemli dersi öğrenmekten seni alıkoyuyor. - Neymiş o? - Konu sen değilsin."
Evet, konu biz değiliz, konu biz olmadığımız için vurgu üzerimizde fazla oyalanmıyor. Bir ve, bir da, bir ile, bir ki kadar varız bu cümlede. Daha büyük birşeye işaret etmek için varız. O büyük anlam kainat çapında haykırılırken, her nasıl oluyorsa, ses bize de uğruyor, bizim varlığımız da dillendiriliyor.
Biz de parlıyoruz. Biz de güzelleşiyoruz. Biz de yaşıyoruz. Gülüyoruz, koşuyoruz, seviyoruz ve arzuluyoruz. Sonra cümle anlam için ve anlam içinde akmaya devam ederken ses bizi ağır ağır terkediyor. Zayıflıyoruz. Parlaklığımız azalıyor. Gözden düşüyoruz. Çünkü konu biz değiliz. Konu bizim üzerimizden yine bize anlatılan bir güzellik. Biz duyulmaz olacağız ki cümle hecemizde takılıp kalmasın. Bütün güzelliğiyle kurulmaya devam etsin. Kendi parlaklığımızdan güneşin güzelliği ile vazgeçiyoruz. Çünkü o güzel yansımalarından daha güzel.
Yitirdiklerinle belki böyle düşünerek barışabilirsin arkadaşım. Yitirdiklerini yitirmeseydin yalnız kendin olarak kalacaktın. Küçük bir çıra ateşi gibi yanacaktın. Çıranı ocağa atmakla daha büyük bir ateşin parçası oldun. Yandın. Yaktın. Yakıldın. O ateş hiç sönmeyecek. O sönmedikçe sen de sönmezsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder