Çok doluyum. Son söyleyeceğimi başta deyivereyim: Bazıları Allah'ı biyolojiyle (daha doğrusu 'biyolojinin bildikleri kısmıyla') esir almaya çalışıyorlar. Sanki Âlemler Rabbi biyolojinin kurallarına uymaya her şekilde mecburmuş gibi, onları aşamazmış gibi, kendi koyduğu kurallarla 'kudret eli-kolu' bağlanmış gibi, hatta (tabir-i caizse) biyoloji yaratışta onun dilemesinden aşkın bir üst-ilahmış gibi muhabbetler dönüyor.
Nerede? Sosyalmedyada. Mesela: Modernistlerin konuşmasını pek sevdiği 'Âdemler-Havvalar' meselesinde. Bu ahirzaman zıpçıktıları, güya modern bilimi de arkalarına alıp, diyorlar ki: "Efendim, insan türünün yalnız iki bireyden ortaya çıkması mümkün değildir, gen havuzu kısıtlanmış olur, bu kısıtlı gen havuzundan bu kadar farklılık çıkmaz, bik, bik, bik..." Neden bunu söylüyorlar peki? Çünkü Batı'daki abileri bunların kulağına öyle fısıldıyor. Sanırsınız bunlara vahyi İsviçreli bilimadamları getiriyor. Sünnetlerini Science dergisi belirliyor. İtikatlarını onlardan alınca kusurları da buraya taşımış oluyorlar. Eğriyle doğruyu aşılıyorlar.
Halbuki bir müslüman itikadını kendi kaynaklarından alır. Bu onun 'yerelliğini' korumasının yegane şartıdır. Yoksa haberi olmadan 'tarlası sürülür' de, Cenab-ı Hak'tan bir hidayet yetişmezse, ölene kadar nasıl operasyon yediğini anlayamaz. Peki Batılı kaynaklar hiç mi okunmaz? Elbette okunabilir. Fakat itikat almak için değil. İtikadımıza delil sağlayabilmek için. Yan malzeme olarak. O da 'katiyyet'le bağlanmadan. Sarsılmaz argümanlar gibi görmeden. Neden? Çünkü seküler bilimlerin yolculuğu parçadan bütüne doğrudur. Ulaştıkları her yeni bütünlükte kurallar yeniden irdelenir. Bazı olur, yeni bir fizik anlayışı bir öncekini, hem de çok kat'i sanılan bir öncekini, gümletir. Tıpkı Kuantum'un Newtoncu fiziğe yaptığı gibi. Aynısı diğer bilimlerde de mevcuttur.
Birgün anahaber bültenini açarsınız Kanadalı bilim adamları 'taze etin kalbe zararlı olduğunu' söylerler. Ertesi gün açarsınız Almanlar onların bu yanlışını düzeltir. Başka birgün açarsınız Canan Karatay alayına meydan okuyaraktan bir danayı çiğ çiğ yer. Pardon. Bu sonuncusu olamaz. Ama konu hakkında okuma yapanlar bilirler: Bu yüzyılın başlarında doktorların 'sigaranın sağlığa yararlı olduğuna dair' açıklamaları vardır. Hatta bu açıklamalar 'tavsiye' olarak gazetelerde yayımlanmıştır. Yine pedagoji de böyle sık sık 'silbaştan' yapan bilimdallarından birisidir. Önce birisi çıkıp "Annelerin bebeklerini çok kucağa alması özgüven eksiltiyor!" der, hop, çocuklar beşiğe. Sonra bir başkası çıkıp der ki: "Yok, öyle değilmiş, asıl kucağa almayınca çocukların özgüveni eksiliyormuş!" Hayda! Hadi, hop, tekrar bebekler kucağa.
Bütün bu 'bir öyle-bir böyle'lerden kurtulmanın yolu, itikadı 'parçadan bütüne' giden bilimdallarının elinden alıp, 'bütünden parçaya' konuşan naklî kaynakların eline vermektir. Yani Kur'an'ı, sünneti ve onların sahabeden bugüne sahih yorumlarını esas tutmaktır. Yoksa biyoloji bilimi bugün der ki: "İki kişinin genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yetmez!" Sonra Canan Karatay çıkar der ki: "Hadi oradan. Fırsatçılar sizi. Ben hergün yiyorum birşey olmuyor." Pardon. Canan abla bu konularla ilgilenmez. Ama başka genetikçiler çıkıp şöyle der belki: "Hayır, iki insanın genleri bütün bir insanlığın genetik havuzunu oluşturmaya yeter, yeter ki doğru zenginlikte genlerle yolculuk başlamış olsun." Tabii, siz eğer evvelki genetikçilere uyup itikadınızı onlara bina ederseniz, sonrakilere yetişemeyenlere epeyce bir geçmiş olur. Zira hakkında ayet bulunan meselede gereksiz şüpheye düşülür.
Yahut da, bütün bunları aşıp, ta baştan Allah tasavvurunuzu dininizin emrettiği şekilde inşa edersiniz. Bütün şüpheleri onun azametiyle boşa çıkarırsınız. Ne demek bu? Biraz açalım:
Benim şöyle bir iddiam var. Allah tasavvurunun zirve noktası İslam'dadır. İslam'dakinden daha kemalde bir Allah tasavvuru, ilah tanımı/tarifi, hiçbir dinde mevcut değildir. Bu işin zirvesi İslam'dır. Neden? Çünkü İslam'dan başka bütün dinler şöyle-böyle şirkler barındırırlar. Şirk ne demek peki? Allah'a 'Allahlıkta' ortak uydurmak demek. Onun isim, sıfat ve şe'nlerinde sonsuzluğuna sınır koyacak 'ilahçıklar' vehmetmek demek. Bu kurgunun türü ne olursa olsun; yani; ister Zeus gibi karısından korkan bir tasavvura tapılsın, ister Budistler gibi pehlivan heykeli önünde secdeye kapanılsın, ister Hindular gibi öküzün ayağı öpülsün, nihayetinde ilahlık payesi verilen şeyler yaratıcılığı bölüşmektedirler. Bu bölüşüm, ister istemez, isimlerde/sıfatlarda sonsuzluğu hakkıyla taşıyacak tekbir ilahtan, 'bölümlü' dolayısıyla 'sınırlı' yani 'birbirlerinin tasarrufunu sınırlar' ilahçıklara inanmaya götürür insanı. Evet. Böylece Kur'anî tabiriyle 'herşeye gücü yeter' tek Allah'tan 'şuradan şuraya kadar' parsel parsel varlığı bölüşmüş ilahçıklara düşmüş olursunuz. Bu elbette bütün bir yaratılışa bakışınızı etkiler.
Mesela: Genetikle bulanmış bir şüpheyle bana gelen olursa derim/diyorum ki: Kardeşim, ben, bütün evreni yoktan yaratan, yarattığı evreni her an muhteşem bir düzen içinde devam ettiren, bir topraktan/sudan milyarlarca çeşit canlı yaratmış, o canlıların içinde dahi binlerce farklı türler irade etmiş, hatta bir insan türünün her bireyinin yüzünü bir diğerine benzetmemiş bir 'orijinallikler' ilahına tapıyorum. Yani genetikten kapıp geldiğin şüpheyi hiç tınlamıyorum. Zira bu şüphe 'biyolojinin aşılmayacağı önyargısına' dayanıyor.
Bu benim inancıma göre bir dogmadır. Benim inandığım tasavvurda bir Allah böyle bir engele takılmaz. Nasıl dilerse öyle yaratır. Yaratıştaki kuralları 'aşılmazı' değildir. Bir topraktan bu kadar şeyi yaratana dört tane amino asitten şu kadar insanı yaratmak zor gelmez. Nerede kanununu kırmak istiyorsa orada kırar. Nerede değiştirmek istiyorsa orada değiştirir. "Başlangıç iki insanla oldu!" buyuruyorsa öyledir. "Hz. İsa aleyhisselamı babasız yarattım!" diyorsa öyledir. "Hz. Zekeriya aleyhisselamın eşi kısır olduğu halde Yahya'ya sahip kıldım!" diyorsa öyledir. "Hz. İbrahim aleyhisselamın eşi yaşlı olduğu halde İshak'ı verdim!" diyorsa öyledir. Öyledir, öyledir, öyledir. O nasıl buyurmuşsa öyledir. Nasıl dilemişse öyledir. Üç kuruşluk genetik Allah'ı esir alamaz.
Bu noktada Bediüzzaman'ın bize öğrettiği bir bakış açısı çok aydınlatıcıdır: Cenab-ı Hak 'kanundan hariç fertler' yaratarak bize o kanunlarla bağlı olmadığını, kudretinin herşeye yettiğini, nasıl dilerse öyle eyleyebileceğini göstermiş olur. Âl-i İmran sûresinde (ve Kur'an'ın genelinde) anlatılan böylesi mucizeler de aslında, işte, bu yönde yapılmış ikazlardır. Biz birşeyin hep aynı 'mukarenetlerle' olmasını, 'aynı şartlarda' gerçekleşmesini, o şeyin yaratımının bu şartlara bağlı olmasıyla açıklarız. Daire-i muamelatta işlerimizi yürütürken bir kolaylık sağlar bu.
Ancak Allah onu öyle yaratmaya mecbur değildir. Çünkü daire-i itikatta işler böyle değildir. O düzenini onu anlamamız için bir kolaylık kılmıştır. Elhamdülillah. Ama kendisi bu nizamın esiri değildir. Olmamalıdır. Kendi koyduğu nizamın esiri olan ilah 'Allah' olamaz. (Bu bir acziyettir.) Ancak müşriklerin 'ilahçıkları' olur. Yani arkadaşım, doğru bir Allah tasavvuru, tüm şüpheler için bir 'koruyucu hekimlik'tir. Demek herşeyden önce itikadımızı düzeltmeliyiz. Gerisi kendiliğinden düzelir.
Kusur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kusur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
17 Ekim 2019 Perşembe
6 Aralık 2017 Çarşamba
Kusur insanın imzasıdır
"Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir." (Nisâ sûresi 79)
İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...
Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.
Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.
Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:
"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."
Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."
Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:
"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."
İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.
Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.
Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.
İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.
İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.
Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.
Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.
Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:
Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.
"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."
İhsan Oktay Anar'ın bir cümlesi olarak okuduğumu anımsıyorum: "Kusur insanın imzasıdır." Ve katılıyorum. Yaşamımın her anında şahit olduklarımla katılıyorum hem de. Orada yansıyanlarla... Ve hem yansıttıklarımla...
Birşey yansıması ile varolduğunda varlığı kendisinin aynısı olamaz. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Herhangi birşey, başka birşeyde yansıdığında, yansıması kendisine bazı açılardan benzer/işaret eder ama kendisi olamaz. Bu daha mı karmaşık oldu? O halde birkez de kolaylaştırmayı şöyle deneyelim: Yansımanız tastamam 'siz' olamaz. Çünkü yansıtanın 'yansıtabilme kabiliyeti' yansımanın 'niteliğini' de etkiler. Bu, bir açıdan, sizden kaynaklanan varoluşun yansıtandan/yansıyıştan kaynaklanan kusurlarla yaralanmasıdır.
Hadi, hepsine kusur da demeyelim, ama en azından sınırlarla sınırlanmasıdır. Sözgelimi: Güzel yüzünüzün ancak bir yanının sığdığı küçük bir aynada onun tamamına bakabilmek aynayı (veya yüzünüzü) hareket ettirmekle mümkündür. Zira tek seferde görünen kısım hepsi değildir. Parçasıdır. Eksiktir. Kusurludur. Sınırlıdır. Yaralıdır. Bu yaralılık halinden kurtulabilmek için de hareket etmeye, değişmeye, farklı farklı açılardan/yönlerden bakabilmeye muhtaçtır. Değişim bu noktada yansımanın gereği olur. Hatta kainattaki had ve hesaba gelmez dönüşümün açıklaması da budur.
Yukarıdaki kusurlu örneğim Esmaü'l-Hüsna tecelliyatı ile eşya arasındaki ilişkiyi anlamakta bize bir derece yardımcı olabilir. Çünkü biz de bazı açılardan yansıtıcılar durumundayız. Mürşidim bu aynalığın türlerini şöyle tarif ediyor:
"İnsan, üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir. Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. (...) İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. (...) Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder."
Konuyla ilgilenenlere tamamını okumayı tavsiye ettiğim bu metinde anlatılan yansımaların herbiri, yukarıdaki örneğin de yardımıyla, zıtlıkların neden varolduğunu anlamamızı sağlar. Zıtlıklar 'yansıma varoluşlar'ın arızîliğinden dolayı vardır. Birşeyi yansıtmak, yani o şeyin sende lütfen varolması, gerçi bir çeşit varlıktır, fakat zatî değildir. Zatî olmadığı için de yansıyanın bütün özelliklerine sahip değildir. Su ıslatır. Ama yansıması ıslatmaz. Ateş yakar. Ama yansıması yakmaz. Burada kafamızı belki biraz şu karıştırıyor: Bazen yansımalar da kimi özellikleri nakledebiliyor. Gittikleri yere götürebiliyor. Güneşin yansıması bir nebze aydınlatıyor. Korkutucu olanın yansıması aslı gibi korkutabiliyor. Sevdiceğinizin resmi içinizi canlı sûreti gibi ısıtabiliyor vs. Ancak bu durum onlardaki varoluşun yansımadan ibaret olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Naklediş yaratış yerine geçmiyor. Mürşidim bu sadedde der ki:
"Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir."
Şöyle bir örnek de biz verelim: Farklı ıslaklıkta üç bezi sıralamış olalım. Islık, daha az ıslak, çok az ıslak. Bunlardan birisini diğerine ıslaklık açısından tefevvuk ettirebiliriz. Elimizle yoklayarak "Şu bundan daha ıslak!" diyebiliriz. Fakat suyun kendisine geldiğimizde "Su ne kadar ıslak?" gibi bir soru soramayız. Suyun ıslaklığı, tabir-i caizse, onlara kıyasla sonsuzdur. Çünkü ıslaklığın kaynağı sudur. Mürşidim arızî ve zatî varoluşların farkını izah sadedinde der:
"Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir. Gayr ve mâsivâ Ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler." Yine başka bir yerde der: "Haşirde bütün zevil'ervâhın ihyâsı, mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tagayyür edemez, acz tahallül edemez, avâik tedahül edemez. Onda merâtib olamaz; herşey ona nisbeten birdir."
İşte bizde taşınabilen (yani üreticisi değil ancak taşıyıcısı olduğumuz) yansımalar da Bediüzzaman'ın "İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir..." dediği gibidir.
Bunlar bizde bir parça vardır. Etkisi de gezdiğimiz yerlere taşınmaktadır. Fakat bu bir parça 'kendi başına varlığını devam ettiren bir parça' değildir. Yansıma 'bir parça'dır. Nakli asla bağımlıdır. Ekmekten kesilen bir dilim gibi taşınmaz. İstiklale sahip değildir. Bütünden bağı kesilmez. Çünkü koparılmış değildir. Merkezden gelen dalgalarla devam eden radyo yayını gibi taşınır. Yani 'her anlarını kuşatan bir devam ettirişle' varlardır.
Bu açıdan diyebiliriz ki: Sınırlı olan varoluşların hiçbirisi gerçek varoluş değildir. Yansıma varoluşlardır. Arızî varoluşlardır. Sonsuz şekilde o sıfatlara sahip birisi tarafından devam ettirilen bir varoluşlardır. Bu tür varoluşlar kendi ayakları üstünde durmazlar. Birşeyin kendi ayakları üstünde durabilmesi için sonsuz olması gerekir. Çünkü zatî olabilmek, hep varolabilmek, yani sonsuza kadar öyle olabilmek demektir. İnsan ise, Hayy u Kayyum Kayyumiyetiyle devam ettirmese, hiçbir anda varolamaz. Bu meselenin birinci yanı.
İkinci yanı ise yansıtamadıklarımıza bakıyor. Bizim Esmaü'l-Hüsna'nın tecelliyatından yansıtmayı başaramadıklarımız da var. İşte, mürşidimin, "Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor..." dediği budur. Biz aynalığı ancak yansıtmakta bilen canlılarız. Bu yanlış değil ama eksiktir. Çünkü aynalık sadece yansıtmak değildir. Gölgelik de bir tür aynalıktır. Birşeyin varlığı sadece yansımasından değil yansıtılamamasından da anlaşılabilir. Tıpkı karadeliklerin varlığının yıldızlardan farklı yöntemlerle anlaşılması gibi.
İnsan bir açıdan yıldız bir açıdan karadeliktir. Esma'nın tecellisinden bazı şeylere kusurlu şekillerde, diğer bazılarını güzelce, daha başkalarını ise yansıtamayarak aynalık eder. Hatta diyebilirim ki: Birşeyin 'yansıma' mı 'asıl' mı olduğu en çok da bundan anlaşılır. Arızî ise tam olarak o olamaz. Tam olarak yansıtamaz. Mutlaka yaralar. Mutlaka eksiltir. Mutlaka kusurlar. Kendisi kaynaklı sorunlar vesilesiyle üzerinde görünenlerin eseri olmadığını bildirir.
Bruce Lee'nin aynalar içinde dövüşürken düşmanını yansımalarından nasıl ayırdığını anımsayalım. Yansımada detaylar gerçekle aynı yönde durmuyordu. Başka bir filmde de kötü adamın kabanındaki yazının aynaların tamamında 'ayna aksi' şeklinde ters görünmesinden gerçekte olduğu yer anlaşılmıştı.
Bütün bu örnekleri vermemin sebebi şu: Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinden şöyle mübarek bir alıntı yapıyor: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Evet/Bela' dedin. 'Evet/Bela' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." (Dîvân-ı Kebîr, s. 157, Gazel 251.) İşte, ben, bu metnin 'kalubela' ile 'bela' arasında kurduğu bağıntıyı bir türlü anlayamazdım. Neden "Evet!" demenin şükrünün 'bela' olduğunu çözemezdim. Sonra yansımalar üzerinden biraz anlar gibi oldum.
Demek ki: Biz orada varlığımızın asıl olmadığı hakikatini kabul etmiş olduk. Fıtratımız bunun üzerineydi. İman ettik. Asıl olmamak aynı zamanda 'ancak birer yansıtıcı olduğumuzu/kalacağımızı' kabul etmek demek. Yansıtıcı olmak ise, yazı boyunca altını çizdiğimiz gibi, aslın tastamam özelliklerini taşıyamamak demek. Bu halimiz 'bela'yı kaçınılmaz kılıyor. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:
Eksiklerimiz, kusurlarımız, yaralarımız, gözyaşlarımız, ayrılıklarımız, hatalarımız, faniliğimiz ve hatta acılarımız, bunların tamamı bizde görünen varlığın yansıma olduğunu ortaya koyuyor. Yani ayna sahibini iki şekilde gösteriyor. 1) Yansıtarak. 2) Yansıtamayarak. Değişmek zorunda kalıyoruz. Zıttan zıtta devriliyoruz. Çünkü şu küçücük aynaya o güzel cemal sığmıyor.
"Nasıl ki, temsilde, âyine içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan 'hakâiku'l-eşyâi sâbitetün'dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir."
12 Ocak 2015 Pazartesi
Kusurlarınla barışmak
"Hepimiz, tabağın kenarından yürümeye çalışan sinekler gibiyiz." Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı'dan...
Allah bize 'subhaniyetini/kusursuzluğunu' hatırlattıkça aslında bizi teselli ediyor. "Subhanallah!" dedikçe demek bundan rahatlıyoruz. Hûda'ya bir hediye vermiyoruz bunu söylemekle, aslında Allah'tan (hem de ne tatlı) hediyeler alıyoruz. Ne kadar ahmağız biz! "Kusursuz olan yalnız benim. Sizler yaratılmış ve dolayısıyla kusura açıksınız..." demek de var bunun içinde. Bir normalleşme bu insan için, farkedebilirse. Kibrini yenebilirse. 'Ben buyum' diyebilirse. "Senin bunları yapabileceğini biliyorum. Affıma sığın." Kur'an'da ne güzel ifadeleri var bunun. Bir tanesi şu bence: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." Kusursuzluk iddiasına girme, itiraf ile Rabbine kaç.
Yazılarımın tartışılmasını severim. İğrenç bulunmasını da severim. İnsanların yazdıklarımdan ve dolayısıyla benden hoşlanmamasını da severim. ("O zat müşteridir ki, ilişmiş..." diye düşünürüm bazen. Bazen "Aman bunun 'esir alıcı' muhabbetinden zaten Allah'a sığınmalı..." derim.) Çürütülmeyi de severim. Eğer bu çürütme işlemi sağlam delillerle ve sağlam bir üslûpla yapılmışsa daha çok sevinirim. Çünkü çoğu zaman yazarken aslında kuyuya taş atan oluyorum. Ve yüz akıllının, bir zahmet, eğer akıllı oldukları iddiası yalan değilse, omuzlarının üzerindeki o şeyi kullanıp çıkarmalarını bekliyorum.
Hakikati istiyorum. Öğrenmek istiyorum. Daha keşfedilmemiş köşelerini görmek istiyorum. Delileri, Allah, 'akıllılar dalga geçsinler' diye yaratmamış; topluma kattıkları dengesizlikle diğerlerini tekrar denge arayışına soksunlar diye yaratmış. Delilik bir zıtlıktır ki, zıttına varlığını hatırlatır. Her zıtlık bir hatırlatmadır. Hatırlatma, gafletin ilacı. Kıymetini bilsen, iblisi yaratana bile teşekkür edersin bu nimeti için, iblisle sana öğrettiği sorular için.
Elbette herşeyin bir yolu/yordamı var. İnsanlar çıkarsınlar diye kuyuya elbombası atacak değiliz. Yıkmaya değil bulmaya çalışıyoruz. En azından bunu başarmaya çalışıyoruz. Nasıl söylemeli? 'Kuru üzüm çubuğu' demek tevazu değil. Daha önce de dedim: Bu bir tevhid ve gayba iman cümlesidir. Kendini kuru bulmak, tüm ıslaklığının içinde, ileride daha ıslak şeylerin vücuda geleceğini umut ettiğini gösterir. Son olmadığını, Ahir olanın Allah olduğunu bildiğini gösterir. Kadîr-i Mutlak olduğuna, senden daha sulu şeyleri de yaratabileceğine iman ettiğini gösterir. Neden herkes tevazuyu tasannu sanıyor? "Öyle değil ama öyleymiş gibi yapmış." Pardon fakat abiler/ablalar, herkes bizim kadar numaracı olmayabilir. Gerçekten öyle olduğunu düşünüyor olabilir.
Eğer kendini bütünün sahibi ve nihayeti gibi değil, bütünün parçası ve belki de bidayeti gibi görürsen, en azından 'bir parçasıyım' dersen, rahat edersin. Fıtrî olan rahat ettirir. Yaratılışın bunun üzerine. Allah kainatı ve zamana yayılmış bütün kainatları ortaksız yaratmış. Bütün onun. Ancak onun. Yalnız onun. Hep onun. Tevhid ne demek? Tevhid, "Şunu Allah yarattı, şunu da Allah yarattı, sonra şunu da Allah yarattı..." diye bir zinciri fethetmek değil. Tevhid, kendini aradan çekip (kendi 'mış gibi' mülk algını aradan çekip), geri kalanı, yani bütünü, kendin de içinde, Allah'a bırakmaktır. (Kuşattığın kadarıyla değil, kuşatamadıklarını da içine alan bir teslimiyetle.) O zaman sen bir bütünün ancak parçası olursun, müstakil olamazsın. "(...) nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder."
Hep sorarım kendime; acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri 'bir binanın tuğlaları gibi' tarif ettiğinde kastettiği yalnızca kardeşlik mi? Yoksa eşyaya bakışlarını da mı kastediyor? Bir binanın tuğlaları gibi veya bir asmanın parçaları. Nereye denk geldiği önemli değil, isterse kuru çubuğu olsun. Bütüne dahil ve dair olsun yeter. "İman bir intisabdır." Hiçbiri bütünün sahibi değil, ama bütün onlarla birlikte güzel.
Yazma meselesine geri dönelim: Yazılarıma veya yazılanlara, hiçbir zaman, 'herşeyin sonunu getirmişler' gözüyle bakmam. Hiçbir beşerî söze öyle bakamam. Son bizim olamaz, Ahir olan Allah'tır. Ama 'birşeyin parçası olabilmişler mi' şansı tanırım. Kuyuya taş atan delinin yerinde olmakla olsun, bir işe yarayabilmişler mi? Bazılarımızı Allah 'sorsunlar' diye, diğer bir kısmımızı da 'cevap bulsunlar' diye yaratmış olabilir. Ve bana da 'sormak' düşmüş olabilir. Bir cevap arıyorum. Kulluk yolda yürümektir, vuslata ermek değil. Kendi muhakememe de çok güvenmem, hafızama da. Google bakmadan yazabildiğim kaç yazı vardır acaba? İki cümlem düzgünse, bir tanesinin beli kırıktır, olabilir. "Böylesin!" derlerse, buna da itiraz etmem. Parçalarda olur böyle şeyler. Parçalık bu kusurları kaldırır. Tevbe de zaten parçanın yüzünü tekrar bütüne ve gayesine dönmesidir, tekrar uyumla dahil olmasıdır yaratılış sürecine.
Beni hiçkimse okumayabilir veya sevmeyebilir. Öldüğüm gün, belki ondan da önce, ismim insanlarca unutulabilir. Yazdığım cümlelerden hiçbirisi bir sonraki güne de çıkmayabilir. Fakat en nihayet Allah'ın huzuruna gittiğimde acaba Rabbim bana 'Ol!' emrinin içinde işgal ettiğim yer için "Bir işe yaradın!" buyuracak mı? Ah, onu bir duysam, bir bilsem bir işe yaradım, teveccühlerinizin topuna "Yürü git!" diyebilirim. Bu meselede, kendi kelimelerimle, Mevlana Celaleddin efendim gibi düşünüyorum: Ben parça oldum, ben parça oldum, ben parça oldum! Eller bütüne sahip olmakla şâd olur, ben bütününe parça olmakla şâd oldum. Subhanallah! Bütün sensin, bütünün kusursuzluğu senindir; ben ancak parçayım.
Allah bize 'subhaniyetini/kusursuzluğunu' hatırlattıkça aslında bizi teselli ediyor. "Subhanallah!" dedikçe demek bundan rahatlıyoruz. Hûda'ya bir hediye vermiyoruz bunu söylemekle, aslında Allah'tan (hem de ne tatlı) hediyeler alıyoruz. Ne kadar ahmağız biz! "Kusursuz olan yalnız benim. Sizler yaratılmış ve dolayısıyla kusura açıksınız..." demek de var bunun içinde. Bir normalleşme bu insan için, farkedebilirse. Kibrini yenebilirse. 'Ben buyum' diyebilirse. "Senin bunları yapabileceğini biliyorum. Affıma sığın." Kur'an'da ne güzel ifadeleri var bunun. Bir tanesi şu bence: "Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez." Kusursuzluk iddiasına girme, itiraf ile Rabbine kaç.
Yazılarımın tartışılmasını severim. İğrenç bulunmasını da severim. İnsanların yazdıklarımdan ve dolayısıyla benden hoşlanmamasını da severim. ("O zat müşteridir ki, ilişmiş..." diye düşünürüm bazen. Bazen "Aman bunun 'esir alıcı' muhabbetinden zaten Allah'a sığınmalı..." derim.) Çürütülmeyi de severim. Eğer bu çürütme işlemi sağlam delillerle ve sağlam bir üslûpla yapılmışsa daha çok sevinirim. Çünkü çoğu zaman yazarken aslında kuyuya taş atan oluyorum. Ve yüz akıllının, bir zahmet, eğer akıllı oldukları iddiası yalan değilse, omuzlarının üzerindeki o şeyi kullanıp çıkarmalarını bekliyorum.
Hakikati istiyorum. Öğrenmek istiyorum. Daha keşfedilmemiş köşelerini görmek istiyorum. Delileri, Allah, 'akıllılar dalga geçsinler' diye yaratmamış; topluma kattıkları dengesizlikle diğerlerini tekrar denge arayışına soksunlar diye yaratmış. Delilik bir zıtlıktır ki, zıttına varlığını hatırlatır. Her zıtlık bir hatırlatmadır. Hatırlatma, gafletin ilacı. Kıymetini bilsen, iblisi yaratana bile teşekkür edersin bu nimeti için, iblisle sana öğrettiği sorular için.
Elbette herşeyin bir yolu/yordamı var. İnsanlar çıkarsınlar diye kuyuya elbombası atacak değiliz. Yıkmaya değil bulmaya çalışıyoruz. En azından bunu başarmaya çalışıyoruz. Nasıl söylemeli? 'Kuru üzüm çubuğu' demek tevazu değil. Daha önce de dedim: Bu bir tevhid ve gayba iman cümlesidir. Kendini kuru bulmak, tüm ıslaklığının içinde, ileride daha ıslak şeylerin vücuda geleceğini umut ettiğini gösterir. Son olmadığını, Ahir olanın Allah olduğunu bildiğini gösterir. Kadîr-i Mutlak olduğuna, senden daha sulu şeyleri de yaratabileceğine iman ettiğini gösterir. Neden herkes tevazuyu tasannu sanıyor? "Öyle değil ama öyleymiş gibi yapmış." Pardon fakat abiler/ablalar, herkes bizim kadar numaracı olmayabilir. Gerçekten öyle olduğunu düşünüyor olabilir.
Eğer kendini bütünün sahibi ve nihayeti gibi değil, bütünün parçası ve belki de bidayeti gibi görürsen, en azından 'bir parçasıyım' dersen, rahat edersin. Fıtrî olan rahat ettirir. Yaratılışın bunun üzerine. Allah kainatı ve zamana yayılmış bütün kainatları ortaksız yaratmış. Bütün onun. Ancak onun. Yalnız onun. Hep onun. Tevhid ne demek? Tevhid, "Şunu Allah yarattı, şunu da Allah yarattı, sonra şunu da Allah yarattı..." diye bir zinciri fethetmek değil. Tevhid, kendini aradan çekip (kendi 'mış gibi' mülk algını aradan çekip), geri kalanı, yani bütünü, kendin de içinde, Allah'a bırakmaktır. (Kuşattığın kadarıyla değil, kuşatamadıklarını da içine alan bir teslimiyetle.) O zaman sen bir bütünün ancak parçası olursun, müstakil olamazsın. "(...) nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder."
Hep sorarım kendime; acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri 'bir binanın tuğlaları gibi' tarif ettiğinde kastettiği yalnızca kardeşlik mi? Yoksa eşyaya bakışlarını da mı kastediyor? Bir binanın tuğlaları gibi veya bir asmanın parçaları. Nereye denk geldiği önemli değil, isterse kuru çubuğu olsun. Bütüne dahil ve dair olsun yeter. "İman bir intisabdır." Hiçbiri bütünün sahibi değil, ama bütün onlarla birlikte güzel.
Yazma meselesine geri dönelim: Yazılarıma veya yazılanlara, hiçbir zaman, 'herşeyin sonunu getirmişler' gözüyle bakmam. Hiçbir beşerî söze öyle bakamam. Son bizim olamaz, Ahir olan Allah'tır. Ama 'birşeyin parçası olabilmişler mi' şansı tanırım. Kuyuya taş atan delinin yerinde olmakla olsun, bir işe yarayabilmişler mi? Bazılarımızı Allah 'sorsunlar' diye, diğer bir kısmımızı da 'cevap bulsunlar' diye yaratmış olabilir. Ve bana da 'sormak' düşmüş olabilir. Bir cevap arıyorum. Kulluk yolda yürümektir, vuslata ermek değil. Kendi muhakememe de çok güvenmem, hafızama da. Google bakmadan yazabildiğim kaç yazı vardır acaba? İki cümlem düzgünse, bir tanesinin beli kırıktır, olabilir. "Böylesin!" derlerse, buna da itiraz etmem. Parçalarda olur böyle şeyler. Parçalık bu kusurları kaldırır. Tevbe de zaten parçanın yüzünü tekrar bütüne ve gayesine dönmesidir, tekrar uyumla dahil olmasıdır yaratılış sürecine.
Beni hiçkimse okumayabilir veya sevmeyebilir. Öldüğüm gün, belki ondan da önce, ismim insanlarca unutulabilir. Yazdığım cümlelerden hiçbirisi bir sonraki güne de çıkmayabilir. Fakat en nihayet Allah'ın huzuruna gittiğimde acaba Rabbim bana 'Ol!' emrinin içinde işgal ettiğim yer için "Bir işe yaradın!" buyuracak mı? Ah, onu bir duysam, bir bilsem bir işe yaradım, teveccühlerinizin topuna "Yürü git!" diyebilirim. Bu meselede, kendi kelimelerimle, Mevlana Celaleddin efendim gibi düşünüyorum: Ben parça oldum, ben parça oldum, ben parça oldum! Eller bütüne sahip olmakla şâd olur, ben bütününe parça olmakla şâd oldum. Subhanallah! Bütün sensin, bütünün kusursuzluğu senindir; ben ancak parçayım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...