denial etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
denial etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Nisan 2017 Cumartesi

Ya kötü birisi başkan seçilirse? (4)

"Muhali talep etmek kendine fenalık etmektir. Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla mâsum olamaz. Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenâtı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir." Münazarat'tan.

Şunu elbette en baştan kabul ediyorum: Hepimiz her konuda hemfikir olmak zorunda değiliz. Olamayız da zaten. Ve elbette, hakikati ararken, muhalif fikrin de bir hakk-ı hayatı vardır. Buna saygı göstermeliyiz. Ancak bu hassasiyetler şunu da netice vermemeli: Muvafık olanın da muhalifini kritik edebilme imkanı elinden alınmamalı. Çünkü nihayetinde biz de muhalifimizin muhalifiyiz. Saygısızlık, yalancılık ve artniyet taşımadığımız sürece, biz de, tıpkı muhalifimizin bize yaptığı gibi, onun durduğu yeri ve savunduğu argümanları analiz edebilmeliyiz. Denial filminde denildiği gibi: "Konuşma özgürlüğü 'Her istediğini söyleyebilirsin' demek. Yapamayacağın şey ise: Yalan söylemek." Yalan söylemedikten sonra, umuyorum, biz de fikir hürriyetinin içinde kalırız.

Metin Karabaşoğlu abinin en kritik dönemlerde AK Parti'ye ve Erdoğan'a 'her riski göze alarak' verdiği destekler malumdur. Bugün AK Parti içinde veya arkasında önsıraları kapmaya çalışanların dahi destekte çekimser kaldığı dönemlerde, Metin abi, bu çizgiyi 'sonunu düşünmeden' destekliyordu. 'Sonunu düşünmeden' diyorum, çünkü, hakikaten o günlerde bu işin sonunun ne olacağı belli değildi. Ve bugün önsıralarda farkedilmek için davul çalanların çoğu o dönemlerde 'domates biber herkese gider' tavırlar takınıyordu. Kazananın kim olduğu kesinleşene kadar 'tatlı su aydınlığı' yapanları veya iki tarafa da oynayanları kastediyorum. Öyle olmayanlar bu sözlerimden alınmasınlar.

Fakat bu referandumda, yine kimileri gibi ikinci bir hesap yapmadan, Metin abinin sergilediği duruş ortadadır. Bu değişimin şu şekliyle hayırlı bir değişim olmayacağını düşünüyor. Olsun, düşünebilir, fikir özgürlüğü en temel hakkımızdır, o da bu özgürlüğünü kullanmaya herbirimiz kadar hak sahibidir. Dar zamanlarında bu kadar iyilik gördüğü bir isme hiçbir AK Partili veya Erdoğancı gücenik durmamalı. Vefa bunu gerektirir. Ancak yine de, her kanaat önderi gibi, Metin abinin de etkileyebildiği kanaatler olduğu için, onun kanaatlerini dayandırdığı şeyler ve kullandığı argümanlar da insafla kritik edilmelidir.

Ben de bu yazıda kısıtlı bir çerçevede şunu yapmaya çalışacağım. Metin abi, geçtiğimiz günlerde, twitter hesabından dedi ki: "İyi bir yazar iyi çalışılmamış bir dosyayla geldiğinde editöre yakışan, o dosyayı geri çevirmektir. Yazara ve kitaba saygı bunu gerektirir. Ve bazan sevdiklerimiz, değer verdiklerimiz duymak istediklerini değil, duymaları gerekeni duyarlar bizden. Sevgimiz bunu gerektirir zira... Ve ne acıdır ki, kafasını kullanarak öğrenmeyi reddetmenin sonucu, kafasını vura vura öğrenmektir." Ben, biraz zan ettim, bu cümleyi zâhirinde ifade ettiği 'yayın piyasası prensipleri'nden aşkın olarak referandumla ilişkilendirdim. Sonra baktım: Twitter'da bu cümleyi beğenip paylaşanlar da benim gibi anlamışlar. Metin abi de onların fehmini tashih etmemiş. O böyle etmeyince ben de zannımın suizan olmadığına kanaat getirdim. Ayrıca kendimde de şu meseleye dair bir konuşma hakkı gördüm. Şöyle ki:

Ben, Metin abiyle, elhamdülillah, Nesil Yayınları'nda birkaç yıl beraber çalıştım. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Metin abi yayın danışmanımızdı o zamanlar. Ben de sevkiyattan devşirme yeni yetme bir editörü veya mizanpajcısıydım yayınevinin. (Her ikisinde de iddialı değilim.) Metin abinin yukarıda zikrettiği prensip, hakikati olan bir prensip olarak, beni o günlerde yaşadıklarımıza/konuştuklarımıza götürdü. Ve hakikaten, biz, yeterli görmediğimiz çalışmaları 'tekrar çalışılsın' diye yazarlarına iade ederdik. Fakat her zaman mı böyle yapardık? Bu kanun hiç mi istisnaya uğramaz veya huruç etmiş fertler ile inkıta yaşamazdı? O yılları tahattur ederken şu prensibin çok da layetezelzel olmadığını anımsıyorum. Aksine sık sık inkıtaya uğrardı.

Sözgelimi: İyi bir yazarın iyi dosyalarına ulaşma yolculuğunda kötü dosyalarına katlanılırdı. Gelecek vaadeden genç bir yazarın ileride yapabileceği çalışmalar hürmetine bugünkü metinlerine katlanılırdı. Çok satan yazarların zaten neredeyse her metnine katlanılırdı. Fakat Metin abinin elinde olsa fırsat vermeyeceği şu sonuncusundan yüz çevirerek yukarıdaki iki şıkka baktığımızda dahi birçok nümunesi hatırıma geliyor. Bu sırrı bizzat Metin abinin de beyan ettiğini hatırlıyorum toplantılarda. Biz, bazı çalışmalara, gelecekte önümüze gelecek daha güzel bazıları için 'olur' verirdik. Bu maliyetin gelecek adına bir yatırım olduğunu düşünürdük. Yazarın gayreti kesilmesin. Yazmaya küsmesin. Veya sadece 'Yayınevine ayağı alışsın' diye bastığımız dosyalar vardı. Yani 'Çalış gel!' dersek geri gelmeyecek yazarlar için yayınevi olarak risk alırdık.

Metin abinin, yeni anayasa konusunun müzakere edildiği eski bir Alternatif Bakış'ta "tek bir yeni anayasa değil 'yeni anayasalar' şeklinde düşünülüp ilk değişim için çok mükemmeliyetçi olunmaması gerektiğini" dediğini hatırlıyorum. O zamanlar, muhalefet ve iktidar arasındaki anlaşmazlıklarla düğümlenen yeni anayasa meselesinde, bu tutumun bir çıkış olacağını düşünmüş ve hak vermiştim. Evet, bence de, önemli olan şu kapıyı bir kere açmaktı. Türkiye darbe anayasalarının 'değişebilir' birşey olduğunu bizzat değiştirerek anladıktan sonra yeni değişimler kolaydı ve kaçınılmazdı. Çünkü mezkûr sistemler beşerî sistemlerdi. Beşer gibi zamanla değişir, gelişir, değiştirilir ve geliştirilirlerdi.

Nitekim 2010 referandumunda "Yetmez ama evet!" cümlesini savunurken hepimizin söylediği buydu. Metin abinin de söylediği buydu. Orada yapılan değişikliğin değişimlerin en mükemmeli ve sorunların tek çözücüsü olmadığını biliyorduk. Ama bir ümit besliyorduk. O değişimin 'değişmesi teklif dahi edilemez' tabulara dokunabilmemize bir kapı açacağını düşünüyorduk. Nitekim, o günlerden bugünlere, epey bir mesafe alındı da. İnşaallah şu alınanlar ileride alınacakların sadece başlangıcıdır.

Elbette Metin abi bizimle aynı şekilde düşünmek zorunda değil. Biz de onun gibi düşünmek zorunda değiliz. Fakat genç bir nur talebesi olarak sormak istiyorum: O günlerden bugünlere "Yetmez ama evet!" ümidinden "Yetmez ve hayır!" karamsarlığına nasıl gelindi? Daha dokuz ay önce darbe teşebbüsü atlatmış bir ülkeyiz. Şu büyük emeklerle geldiğimiz mübarek eşiğin bir daha önümüze geleceğinin garantisi var mı? İleride bugünlere bakarak dizlerimizi dövmeyeceğimizi kim garanti edebilir? "Çalış gel!" dersek bir daha bu dosyanın önümüze getirilip getirilmeyeceğini kim gaybdan haber verebilir? Önce 'Evet' desek de 'yetmez'ini anlatmaya devam etsek daha güzel olmaz mı? Bunlar benim aklıma gelenler ve kalbimden geçenler. Elbette en doğrusunu Allah bilir. Allah, yalnız ülkemiz için değil, âlem-i İslam için en hayırlısını nasip etsin. Âmin.

6 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (2)

"Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın?" Bediüzzaman Said Nursî, İlk Dönem Eserleri'nden...

Bazen, şahit olduklarımız hakkında bir yargıya varmakta o kadar acele ediyoruz ki, hakikat hızımıza yetişemiyor. 2016 yapımı Denial/İnkâr filminin en sevdiğim cümlelerinden birisiydi: "İnkar başka bir yöne doğru açıldıkları görülen kapıların kilitlenmesi için yapılmış bir seçimdir." Biz de kilitliyoruz kapıları. Gitmek istemediğimiz bir yöne açıldıkları için. O tarafa doğru yürümeyi (veya yürünmesini) istemediğimiz için. Hakikat menfaate uyumlu gelmediğinde yaşanıyor bu. 'Olan' ile 'olması istenen'in uyumsuzluğu, nefsimizi, nefsü'l-emirde olanı inkâra zorluyor. Kuvve-i gadabiye ve şeheviyenin menfaatçi baskısı, kuvve-i akliyeyi, başını nereye çevirsen oraya gider bir beygire dönüştürüyor.

Karşısında durabilmek mümkün mü? Evet. Ama bunun için hakikatle 'haklı çıkmak' kadar olsun menfaat ilişkisi kurmamalısınız. Hesapçı olmamalısınız. Birşeyle menfaat ilişkiniz biterse kuvve-i gadabiyenizin ve şeheviyenizin ondan ümidi/ilgisi de kesilir. Akıl kuvveniz rahatlar. Daha objektif şekilde nesneler ve olaylar üzerinde düşünmeye başlarsınız. "Kesinlikle hakikate ulaşırsınız!" demiyorum, ama yaklaşacağınız kesindir. Hakkaniyet hakikatin müjdecisidir.

Detayların bakışaçımızı ne denli değiştirebileceğine dair bir örneği yıllar önce Bilim ve Teknik dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Yazı, benim gibi avamdan olanlara, Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçişin ne tür bir 'paradigma değişimini' ifade ettiğini anlatıyordu. Müellifin farfaralı iddiasına göre: Newtoncu fiziğe kıyasla Kuantumcu fizik anlayışı 'evrenin ele alınış biçiminin' değişmesiydi. Verdikleri örnek ise şuydu: Bir hastanenin acilinde sıra beklediğinizi düşünelim. Orada bir kadın ve iki çocuğu daha var. Kadın çocuklarına karşı ilgisiz. Çocuklar yaramaz. Ortalığı yıkıyorlar. Rahatsız oluyorsunuz. Anneyi 'kötü bir ebeveyn' olarak görüyorsunuz. En nihayet dayanamayıp uyarıyorsunuz: "Hanımefendi, çocuklarınıza biraz sahip çıkar mısınız, ortalığı ne hale getirdiler!" Kadın bir düşten uyanmış gibi silkiniyor: "Kusura bakmayın. Babalarının ölüm haberini henüz aldık. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar da bilmiyor."

Buna dair bir örnek de bende var: Arkadaşlarımla bir iftar organizasyonuna katılmıştım. Çirkince bir kedi yakınımızda oturuyordu. Gözü masamızdaki yemeklerdeydi. Biz de aramızda şakalaşarak "Bakışa bak bakışa! Buradakiler ancak bize yeter! Oruçlunun yemeğine sulanılır mı?" gibi şeyler söylüyorduk. O sırada kedi ayağa kalktı. İnanın hepimizin bir anda yüzünün şekli değişti. Bir ayağı yoktu kedinin. Üç ayağıyla sekerek yürüyebiliyordu. Az önce masadan zırnık koklatmamak konusunda kararlı olan bizler, tabaklarımızdaki herşeyden vazgeçtik, kediye beğendirmeye çalıştık. Kedinin ayağa kalkışıyla masada yaşanan duygu değişimini, o gün bugündür, unutamıyorum.

Bütün bunları neden anlattım? Normal bir mü'minde 'inanılması zor gelen' hadislere karşı varolması gereken tevakkufun mantığını bir nebze çağrıştırabilmek için. Şunu kabul etmek gerekiyor önce: Detay dediğimiz şey aslında sihirli birşey. Ve kesinlikle önemsiz değil. (Kuantum fiziği dahi, makro âlemde değil, mikro âlemde yapılan deneyler sırasında farkedilmiştir.) Bazen, zahiren küçük bir detaya yeni bir farkındalık, olaylara bakışımızda 'paradigma değişimine' sebep olabilir. Sıklıkla da oluyor bu...

Örnekleri bile boşuna verdim aslında. Her gün yaşadığımız şeyler bunlar. Bir dostunuzun diğerine karşı öfkesini anlamak için, hemen, malumunuz olmayan bir detayın araştırmasına girişiyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki: Vaktiyle o diğeri de şu dostunuza bazı yanlışlar yapmış. Bunu arıyorsunuz. Bunu hepimiz arıyoruz. Çünkü olayları/taşları yerlerine oturtmak için bu tefekküre ihtiyacımız var. Fakat şunu asla yapmıyoruz: Dostumuzun eylediğini ahlakına uygun görmeyince "Böyle birşey olmadı!" deyip inkârına girişmiyoruz. Çünkü bu mantıksızdır. Yaşananlar karşımızdayken inkâra girişemeyiz. Meğer ki: Yaşananlar arzumuzun hilafına ve biz de arzumuza esir olmalayım.

Uzun ömürlü (inşaallah) bir yazıya kısa ömürlü bir örnek olacak ama, Ahmet Türk'ün kollarına girmiş jandarmalarla çekilen fotoğrafı hakkında önceleri neler söylendi? "Saygın ve yaşlı bir insanı, jandarmalar kollarına girmiş bir şekilde, oradan oraya götürmek ne kadar yanlış!" Fakat Ahmet Türk ne dedi o fotoğraf hakkında sonra: "Kayıp düşmemem için kollarıma girdiler." Bakınız, küçücük bir detay, ama olaya bakışınızı topyekün değişikliğe uğratabiliyor. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 3. Dalı'nda yeralan mezkûr ifadesi de işte bu detay tereddüdüne uyanık olmamızı salık veriyor: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."

Benim de kolaylıkla hadis inkâr edenlerde anlayamadığım şey bu: Modern bilim, herhangi bir detay farkındalığının bilimde topyekün paradigma değişikliğine, hatta evren algısının büsbütün değişmesine sebep olabileceğini kabullenirken ve ona uyanık/tetikte düşünürken; siz neden nakil ilminde 'başka yöne açılabilecek kapıları' kilitliyorsunuz?

Hakkınızda suizan etsem Denial filminde dendiği gibi diyeceğim ki: O yöne açılan kapıları görmemek için. O kapıların varolmasını istemiyorsunuz zaten. Çünkü o kapılar ortaya çıkarsa, aslında yapmak istediğiniz şey, yani 'hadis ilmiyle/nakliyle gelen bilginin tartışmaya açılması' mümkün olmayacak. Eğer bunlarda bir hikmet olduğu ortaya çıkarsa 'inkâr paradigması'nın en sağlam kaleleri düşmüş olacak. O yüzden içinizdeki engisizyonda Galileilerin ensesine umarsız çöküyorsunuz. Tevakkuf etmek, anlamayı ve hak vermeyi kaçınılmaz kılacağı için. Dünya yuvarlak çıkacağı için.

Bitirirken bir not: Detay bilgisinin hadislerin doğru anlaşılmasında ne denli zenginlikler oluşturabileceğini anlayabilmek adına Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihin'den veya Mişkatü'l-Mesabih'ten yaptığı desleri takip etmenizi tavsiye ederim. İnternetten de kolaylıkla bulunabiliyorlar.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...