'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok büyük. Daha çoğuyla tanışmaya çalışırken bazılarını arkamızda bırakıyoruz. Evet. Acizliğimizin parçası bu. Hem de gereği. Okyanus tek seferde avuçlanmaz. Sığmaz. Bazen unutuyoruz. Bazen sıkılıyoruz. Bazen ilerliyoruz. Fakat bu durum yine de arkamızda bıraktığımıza saygısızlık etmemizi gerektirmez. Çünkü, birşeyi arkamızda bırakmamız, o şeyin değersiz olduğu anlamına gelmez. Öyle düşünmek kibirdir. Mütekebbir ahbabına teşekkürü unutandır. Kibrin doğasında nankörlük vardır. Ve kibir insanı hidayetten alıkoyar. Hem her vakit ele yeni bir burhan da geçmez. Hem bazen yenisi eskisinin yerini tutmaz. O halde eskilerin itibarını da sarsmamak gerekir. Terbiyesizliğin kimseye faydası yok. İlim yolunda yürüyene hiç yok.
Mürşidim, bu sadedde, Mesnevî-i Nuriye'sinde beyan buyuruyor ki: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti'zamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat'î, sahih burhanı reddetmek üzere, 'Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu burhan onu intaç edemez!' diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki neticenin kayyûmu imandır. Burhan ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan bir değildir, bin değildir, zerrât-ı âlem adedince burhanlar vardır."
Başlarken meseleyi yalnız 'acizliğe' bağladım. Eksik söylemiş oldum. Özür dilerim arkadaşım. Zira 'cahilliğin' de bu işte payı var. Hem de 'zalimliğin.' Zaten Furkan da öyle buyurmuyor mu? Yüklendiğimiz emanetin bedelidir sanki 'çok zalim' ve 'çok cahil' olmak. Var olduk, mahluk olduk, ben olduk, yara olduk. Olduğumuz şeyden ziyade olmadığımız şey olduk. Yani ki, olduğumuzdan haberdar olunca, olmadığımızdan da haberdar olduk. Yine demiyor mu: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir..." Demek, yaralarımızı avutmaya çalışırken düşüyoruz, diğer bazı yaralara. Sancılarını bastırmaya çalışırken uğruyoruz daha büyük ağrılara. Her sarhoşluğun öncesinde bir dert var. Fıtrî yaralarımızı kabullenmemek, kabulle güle çevirememek, daha büyük bereliyor benliğimizi. Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır.
Küçük olmasan büyüklenmeye çalışmayacaktın. Zaafların olmasa kurtulmak için aldanmayacaktın. Güç yetirebilsen aleyhlerine geçmeyecektin. İşte, emanetin omuzlarındaki ağırlığı, seni 'zalimlik' ve 'cahillik' yapmaya itiyor. 'Avuçlarım küçük' demiyorsun. 'Su bu kadarmış' demeyi seçiyorsun. Veyahut daha önce avuçladığın suları inkâra yelteniyorsun: "Onlar neydi ki canım? Hiç. Asıl su avuçlarıma son aldığımdır!" Halbuki hakikat okyanusunu avuçlayanlar bitmez. Sen de nihayet sahilde pek az kalacaklardan birisin. Sonrakilerin de o okyanusta hakları var. Ayrılmış payları var. Hakikatleri var. Delilleri var. Gelecekleri var. Görecekleri var. Şahit olduklarında yetinmek zorundasın. Belki gelenler şahitliklerinden fazlasını da bulacaklar. Allah'ın hidayet nehirleri sürekli akmadadır arkadaşım. Feyz okyanusları sürekli kaynamadadır. Hakkını al. Başkalarınınkini inkâr etme.
"Neticenin kayyûmu imandır..." Unutma bunu. Eğer bir delil sahibini mü'min etmişse işini yapmış demektir. Mü'min ediyorsa hâlâ işini yapıyordur hatta. İsterse yanlışlanıyor olsun. Yahut cazibesini kaybetsin. Veyahut yerine daha iyisi konulmuş bulunulsun. Müfessirlerin ayetlerin manalarını açıklarken/ispatlarken sevkettiklerine de böyle bak. Onları kendi zamanlarının şartlarıyla yargıla. O zamanlar söyledikleri o zamanın bilimleriydi. Lazım-ı mezhep mezhep değildir. Şimdinin bilimi başka şeyler söylüyor. Belki geleceğin bilimi de bugünü yalanlayacak. Nihayetinde bütün bu deliller imana ulaşmak için. Kabulüne lazım idrak genişliğine ulaşmak için. İçindeki dane-i hakikat uğruna olsun kimsenin deliline saygısızlık etme. Ahirzamandayız çünkü.
"Hürriyet tenkit vermiş, gururundan dalâlet çıkmış." Saygısızlık, Süleyman aleyhisselamın asâsını kemiren kurt gibi, kemiriyor gençlik asâsını. Salih seleflerimizin sözleri küçümseniyor. Delilleri beğenilmiyor. Usûlleri yadırganıyor. Ne yazık. O kartalların dedikodusu kargalara mı kaldı? Fakat öyle olur. Kartallar uçar. Kargalar ürür. Ahirzaman herkesin zihnine bir 'kusur arayıcı iblis' takıyor. Kendi mü'min ceddinin üzerine salıyor. Halbuki, zamanlarına yetişilseydi, şu gençlerin ilimleri onların tozu bile edemezdi. Sonra gelinmekle herşey bedavaya alındı. Vay. Şimdi emaneti taşıyanların yamalı omuzları da beğenilmiyor. Hayret ki hayret. Hayret, bin kere hayret, ne olduk böyle? Neticenin kayyumu imandı oysa. İman giderse hiçbir delilden o neticeyi bulamazsın ki. Sen, Ebu Cehil, Ay'ın yarılışını görmedi mi sanıyorsun? Gördü. Fakat netice delilin elinde değildi ki! Hidayet Allah'ın mülküdür. Dilediğine bağışlar. Ama korkmalıyız arkadaşım. Çünkü Allah mütekebbirin kalbinde kandil yakmaz.
inkâr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
inkâr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Kasım 2024 Çarşamba
7 Şubat 2017 Salı
Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (3)
Üç ayrı rivayet şekliyle birçok hadis kaynağında geçen meşhur bir hâdise var. 'Muhallim' ismiyle rivayet edileni esas alırsam: Muhallim b. Cessame, Âmir b. Azbat'ı, 'içinde bulunduğu mücahid grubunu müslüman selamıyla selamladığı halde' şahsî düşmanlığından dolayı öldürmüştü. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam kısas için gelenleri kan bedeli almaya razı ettikten sonra, Muhallim, affedilmesi kendisine müracaat etti. Aleyhissalatuvesselam ellerini açıp şöyle dua etti: "Allahım, Muhallim'i affetme!" Muhallim b. Cessame, bu beddua ile öyle sarsıldı ki, bir hafta içinde vefat etti. Gömdüler. Yer dışarı attı. Tekrar denediler. Tekrar dışarıya attı. Sonunda cesedinin üzerine taş yığarak öylece bıraktılar. Durumu Efendimiz aleyhissalatuvesselama ilettiklerinde şöyle buyurdu: "Vallahi yer çok daha kötülerinin üzerini örtmüştür. Fakat Allah size gösterdiği bu hadiseyle aranızdaki (haksız yere adam öldürme) yasağı hakkında öğüt ve ibret vermek istemektedir."
Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."
Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"
İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.
Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.
Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)
Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:
Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.
Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."
Huzuruna geldiğinde Muhallim b. Cessame'ye şöyle tepki gösterdiği nakledilir Aleyhissalatuvesselamın: "Demek, sen, ona (Âmir b. Azbat'a) Allah'ın emanıyla eman verdin (selamına karşılık selam verdin) ve sonra da vurup öldürdün, öyle mi?" Kanaatimce, mezkûr ifadeler üç şeye dikkatimizi çeker: 1) Mü'minlerin birbirlerini haksız yere öldürmeleri Allah katında büyük bir cürümdür. 2) Muhallim b. Cessame'nin toprak tarafından kabul edilmeyişine bakarak, onun, insanların en kötüsü olduğuna hükmetmek doğru değildir. 3) Cenab-ı Hak, bazen, önemli hakikatlere dikkatimizi çekmek için, kişileri veya cezaları ibret ve öğüt aracı olarak kullanabilir. Mahlukatı üzerindeki bu tarz tasarruflarında kimse Hakkın hikmet elini alıkoyamaz. Malikü'l-Mülk odur. Ve mürşidimin de ifade buyurduğu gibi: "Mülkünde istediği gibi tasarruf eder."
"Üçüncü Sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi? Elcevap: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san'atkâr bir zât, bir ücret mukàbilinde seni bir model yapıp, gayet san'atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, 'Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin?' Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin."
Bu noktada, gerek (bu serinin ilk yazısında zikrettiğim) Hamdi Akyol abinin şüphesinin, gerek (artık sıkça karşılaştığımız) benzer şüphelerin kaynağının sadece 'hadis ilmiyle' ilgili olmadığı nazarımıza çarpıyor. Bu endişeler, en özünde, mülk algısına dair mü'min zihinlerinde yaşanan erozyonun sonucu olarak ortaya çıkıyorlar. Çarçabuk inkâra gidilebilmesinin ardında yatan psikoloji bu. İster Hamdi Akyol abinin Ebu Davud'dan naklettiği 'merkeple Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan adamın bedduaya uğrayıp felçli kalması' meselesini ele alalım, ister Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği 'Efendimiz aleyhissalatuvesselamın namazını bozan yaramaz bir çocuğun bedduaya uğrayıp sakat kalması' hâdisesine odaklanalım, sonuç değişmiyor. Burada öncelikle edilen itiraz şu: "Şu kadarcık fiile insan böylesine ağır bir bedduayı ve cezayı hakeder mi?"
İşte, bu tarz suallerin modern zamanlardan önce sorulmamasının veya böylesi rivayetlerin (en azından şu yönleriyle) bizden önce tartışmaya medar olmamasının değişen mülk algımızla ciddi bir ilgisi var. Salih seleflerimizin zihinleri, mürşidimin de ifade buyurduğu gibi, "Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder!" çerçevesinde şekillendiği için, onlara göre bu rivayetlerde (eğer sened sorunu yoksa) tartışmaya medar olacak hiçbirşey yoktu. O Allah'tı. Hak Teala, şan-ı Rububiyeti iktizasınca, böylesi tasarruflarda bulunabilir ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da beddualarıyla bu hikmet ve ibret derslerinin vesilesi olabilirdi. Ancak modern zaman müslümanı bu tür konulara seleflerinden daha farklı bir perspektiften bakıyordu. Kendisi farkında olsun veya olmasın, bu farklı perspektif, hadislere bakışında yansımalarını gösterdi.
Hayatın içinden bir örnek vermeyi deneyelim: Askerde, öyle yerlerde nöbet tuttuğunuz olur ki, oraya değil bir düşman askerinin, yönünü kaybetmiş hayvanların bile yolu düşmez. Henüz inşaatı süren binaların veya boş depoların önünde nöbet tuttuğunuz olur. (Aslında depo doluyken tutulacak bir nöbettir o.) Bu nöbetlerde bazen mermi de verilmez erlere. (Şahsen ben 'şarjör atar' diye tesmiye ettiğimiz silahlarla çok nöbet tuttum.) Fakat yaptığınız iş ne kadar boş gelirse gelsin, uyumaktan korkarsınız, çünkü cezası ağırdır. Nöbet yerinin önemsizliği veya nöbetçinin bahanesi 'nöbette uyumanın' cezasını hiçbir zaman yumuşatamamıştır. Komutanlar, uyurken yakaladıkları erlere ağır cezalar verirler ki, diğerleri böyle birşeyi akıllarından dahi geçirmesinler. Bunun hikmetini herhangi bir komutana sorsanız alacağınız cevap aşağı-yukarı şöyle birşey olur: "Bugün sen boş deponun önünde uyursan yarın bir başkası da cephaneliğin önünde uyur." Yani size verilen ceza aslında zincirin hiçbir yerinde zayıflık oluşmaması içindir. Üzümlerin birbirlerine bakarak kararmalarını engellemek için ilk kararan üzümü iyice beyazlatırlar.
Peki, bu yanlış bir tedbir midir? Doğrusu, kendi tuttuğunuz nöbetleri ve nöbet yerlerini hakikatin tek mihengi olarak almazsanız, 'yanlıştır' diyemezsiniz. Çünkü öyle nöbet yerleri vardır ki, hakikaten uyku kaldırmaz, dalgınlığınız dahi sizinle birlikte birçok kişinin hayatını tehlikeye sokar. (Dağ filminin birincisinde nöbet yerinde uyuyan er üzerinden komutanın birliğe anlattıklarını hatırlayanlar ne dediğimi daha kolay anlayacaklardır.)
Bu hakikati, mürşidim, 24. Söz'ün 3. Dalı'ndaki Asıllar'da, zâhiren küçük görülen bazı günahların tehlikesine vurgu yapan hadisler hakkında da ifade eder:
"Meselâ, 'Gıybet, katl gibidir.' Demek gıybette öyle bir fert bulunur ki, katl gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Meselâ, 'Bir güzel söz, bir abdi âzâd etmek gibi bir sadaka-i azîmenin yerine geçer.' Şimdi, tergib veya teşvik için, o müphem ferd-i mükemmel, mutlak bir surette her yerde bulunmasının imkânını vaki bir surette göstermekle, hayra şevki ve şerden nefreti tahrik etmektir."
Her merkebiyle namaz bozan felç olası mıdır? Değildir. Her namaz bozduran çocuk felç olası mıdır? Değildir. Her gıybet adam öldürmek gibi günah mıdır? Değildir. Her güzel söz bir insanı özgürlüğüne kavuşturmak gibi sevaplı mıdır? Değildir. Fakat, hepsinin böyle olmaması, içlerinden bazılarının (harika fertlerin) bu ayarda olmasını engellemez. Bazen, gıybet olur, bir insana (veya insanlara) onu öldürmekten daha fazla zarar verir. Bazen, güzel bir söz olur, onu duyanı/duyanları özgürlüğüne kavuşturur. (Mürşidlerin güzel sözleri böyledir. Bizi nefsimize, şeytanımıza ve günahlarımıza esir olmaktan kurtarır.) Böyle harika fertler bulunabilir nesneler ve olaylar içinde. Onların bulunması da bir hikmet ve ibret dersi içindir.
Tıpkı Muhallim b. Cessame'nin yaşadıkları gibi. Sahabeden birisinin, işlediği cinayet nedeniyle toprak tarafından kabul edilmemesi, nasıl Mülk Sahibi'nin bize üzerinden ders vermek istediği bir vesileye dönüşüyorsa; aynen öyle de, bir çocuğun veya merkepli insanın Allah Resulü aleyhissalatuvesselama (veya namazına) gereken saygıyı göstermemesi de yine ibret ve hikmet dersine dönüşebilir. Kur'an'da, hakkında, mü'minlere 'seslerini dahi sesinden yüksekte tutmamaları' emredilen bir Nebi aleyhissalatuvesselamdan bahsediyoruz. Allah'ın kudret ve hikmet elini böylesi derslerden kim alıkoyabilir? En nihayet demek istediğim şu: Yeter ki, hazine sandığının önünde tevakkuf edelim, dikkatli bakınca görünecek inci çoktur. Hem yine mürşidim demez mi: "Nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir."
6 Şubat 2017 Pazartesi
Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (2)
"Acaba fikir dediğiniz şey—el'iyazü billâh—arzu olmasın?" Bediüzzaman Said Nursî, İlk Dönem Eserleri'nden...
Bazen, şahit olduklarımız hakkında bir yargıya varmakta o kadar acele ediyoruz ki, hakikat hızımıza yetişemiyor. 2016 yapımı Denial/İnkâr filminin en sevdiğim cümlelerinden birisiydi: "İnkar başka bir yöne doğru açıldıkları görülen kapıların kilitlenmesi için yapılmış bir seçimdir." Biz de kilitliyoruz kapıları. Gitmek istemediğimiz bir yöne açıldıkları için. O tarafa doğru yürümeyi (veya yürünmesini) istemediğimiz için. Hakikat menfaate uyumlu gelmediğinde yaşanıyor bu. 'Olan' ile 'olması istenen'in uyumsuzluğu, nefsimizi, nefsü'l-emirde olanı inkâra zorluyor. Kuvve-i gadabiye ve şeheviyenin menfaatçi baskısı, kuvve-i akliyeyi, başını nereye çevirsen oraya gider bir beygire dönüştürüyor.
Karşısında durabilmek mümkün mü? Evet. Ama bunun için hakikatle 'haklı çıkmak' kadar olsun menfaat ilişkisi kurmamalısınız. Hesapçı olmamalısınız. Birşeyle menfaat ilişkiniz biterse kuvve-i gadabiyenizin ve şeheviyenizin ondan ümidi/ilgisi de kesilir. Akıl kuvveniz rahatlar. Daha objektif şekilde nesneler ve olaylar üzerinde düşünmeye başlarsınız. "Kesinlikle hakikate ulaşırsınız!" demiyorum, ama yaklaşacağınız kesindir. Hakkaniyet hakikatin müjdecisidir.
Detayların bakışaçımızı ne denli değiştirebileceğine dair bir örneği yıllar önce Bilim ve Teknik dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Yazı, benim gibi avamdan olanlara, Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçişin ne tür bir 'paradigma değişimini' ifade ettiğini anlatıyordu. Müellifin farfaralı iddiasına göre: Newtoncu fiziğe kıyasla Kuantumcu fizik anlayışı 'evrenin ele alınış biçiminin' değişmesiydi. Verdikleri örnek ise şuydu: Bir hastanenin acilinde sıra beklediğinizi düşünelim. Orada bir kadın ve iki çocuğu daha var. Kadın çocuklarına karşı ilgisiz. Çocuklar yaramaz. Ortalığı yıkıyorlar. Rahatsız oluyorsunuz. Anneyi 'kötü bir ebeveyn' olarak görüyorsunuz. En nihayet dayanamayıp uyarıyorsunuz: "Hanımefendi, çocuklarınıza biraz sahip çıkar mısınız, ortalığı ne hale getirdiler!" Kadın bir düşten uyanmış gibi silkiniyor: "Kusura bakmayın. Babalarının ölüm haberini henüz aldık. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar da bilmiyor."
Buna dair bir örnek de bende var: Arkadaşlarımla bir iftar organizasyonuna katılmıştım. Çirkince bir kedi yakınımızda oturuyordu. Gözü masamızdaki yemeklerdeydi. Biz de aramızda şakalaşarak "Bakışa bak bakışa! Buradakiler ancak bize yeter! Oruçlunun yemeğine sulanılır mı?" gibi şeyler söylüyorduk. O sırada kedi ayağa kalktı. İnanın hepimizin bir anda yüzünün şekli değişti. Bir ayağı yoktu kedinin. Üç ayağıyla sekerek yürüyebiliyordu. Az önce masadan zırnık koklatmamak konusunda kararlı olan bizler, tabaklarımızdaki herşeyden vazgeçtik, kediye beğendirmeye çalıştık. Kedinin ayağa kalkışıyla masada yaşanan duygu değişimini, o gün bugündür, unutamıyorum.
Bütün bunları neden anlattım? Normal bir mü'minde 'inanılması zor gelen' hadislere karşı varolması gereken tevakkufun mantığını bir nebze çağrıştırabilmek için. Şunu kabul etmek gerekiyor önce: Detay dediğimiz şey aslında sihirli birşey. Ve kesinlikle önemsiz değil. (Kuantum fiziği dahi, makro âlemde değil, mikro âlemde yapılan deneyler sırasında farkedilmiştir.) Bazen, zahiren küçük bir detaya yeni bir farkındalık, olaylara bakışımızda 'paradigma değişimine' sebep olabilir. Sıklıkla da oluyor bu...
Örnekleri bile boşuna verdim aslında. Her gün yaşadığımız şeyler bunlar. Bir dostunuzun diğerine karşı öfkesini anlamak için, hemen, malumunuz olmayan bir detayın araştırmasına girişiyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki: Vaktiyle o diğeri de şu dostunuza bazı yanlışlar yapmış. Bunu arıyorsunuz. Bunu hepimiz arıyoruz. Çünkü olayları/taşları yerlerine oturtmak için bu tefekküre ihtiyacımız var. Fakat şunu asla yapmıyoruz: Dostumuzun eylediğini ahlakına uygun görmeyince "Böyle birşey olmadı!" deyip inkârına girişmiyoruz. Çünkü bu mantıksızdır. Yaşananlar karşımızdayken inkâra girişemeyiz. Meğer ki: Yaşananlar arzumuzun hilafına ve biz de arzumuza esir olmalayım.
Uzun ömürlü (inşaallah) bir yazıya kısa ömürlü bir örnek olacak ama, Ahmet Türk'ün kollarına girmiş jandarmalarla çekilen fotoğrafı hakkında önceleri neler söylendi? "Saygın ve yaşlı bir insanı, jandarmalar kollarına girmiş bir şekilde, oradan oraya götürmek ne kadar yanlış!" Fakat Ahmet Türk ne dedi o fotoğraf hakkında sonra: "Kayıp düşmemem için kollarıma girdiler." Bakınız, küçücük bir detay, ama olaya bakışınızı topyekün değişikliğe uğratabiliyor. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 3. Dalı'nda yeralan mezkûr ifadesi de işte bu detay tereddüdüne uyanık olmamızı salık veriyor: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."
Benim de kolaylıkla hadis inkâr edenlerde anlayamadığım şey bu: Modern bilim, herhangi bir detay farkındalığının bilimde topyekün paradigma değişikliğine, hatta evren algısının büsbütün değişmesine sebep olabileceğini kabullenirken ve ona uyanık/tetikte düşünürken; siz neden nakil ilminde 'başka yöne açılabilecek kapıları' kilitliyorsunuz?
Hakkınızda suizan etsem Denial filminde dendiği gibi diyeceğim ki: O yöne açılan kapıları görmemek için. O kapıların varolmasını istemiyorsunuz zaten. Çünkü o kapılar ortaya çıkarsa, aslında yapmak istediğiniz şey, yani 'hadis ilmiyle/nakliyle gelen bilginin tartışmaya açılması' mümkün olmayacak. Eğer bunlarda bir hikmet olduğu ortaya çıkarsa 'inkâr paradigması'nın en sağlam kaleleri düşmüş olacak. O yüzden içinizdeki engisizyonda Galileilerin ensesine umarsız çöküyorsunuz. Tevakkuf etmek, anlamayı ve hak vermeyi kaçınılmaz kılacağı için. Dünya yuvarlak çıkacağı için.
Bitirirken bir not: Detay bilgisinin hadislerin doğru anlaşılmasında ne denli zenginlikler oluşturabileceğini anlayabilmek adına Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihin'den veya Mişkatü'l-Mesabih'ten yaptığı desleri takip etmenizi tavsiye ederim. İnternetten de kolaylıkla bulunabiliyorlar.
Bazen, şahit olduklarımız hakkında bir yargıya varmakta o kadar acele ediyoruz ki, hakikat hızımıza yetişemiyor. 2016 yapımı Denial/İnkâr filminin en sevdiğim cümlelerinden birisiydi: "İnkar başka bir yöne doğru açıldıkları görülen kapıların kilitlenmesi için yapılmış bir seçimdir." Biz de kilitliyoruz kapıları. Gitmek istemediğimiz bir yöne açıldıkları için. O tarafa doğru yürümeyi (veya yürünmesini) istemediğimiz için. Hakikat menfaate uyumlu gelmediğinde yaşanıyor bu. 'Olan' ile 'olması istenen'in uyumsuzluğu, nefsimizi, nefsü'l-emirde olanı inkâra zorluyor. Kuvve-i gadabiye ve şeheviyenin menfaatçi baskısı, kuvve-i akliyeyi, başını nereye çevirsen oraya gider bir beygire dönüştürüyor.
Karşısında durabilmek mümkün mü? Evet. Ama bunun için hakikatle 'haklı çıkmak' kadar olsun menfaat ilişkisi kurmamalısınız. Hesapçı olmamalısınız. Birşeyle menfaat ilişkiniz biterse kuvve-i gadabiyenizin ve şeheviyenizin ondan ümidi/ilgisi de kesilir. Akıl kuvveniz rahatlar. Daha objektif şekilde nesneler ve olaylar üzerinde düşünmeye başlarsınız. "Kesinlikle hakikate ulaşırsınız!" demiyorum, ama yaklaşacağınız kesindir. Hakkaniyet hakikatin müjdecisidir.
Detayların bakışaçımızı ne denli değiştirebileceğine dair bir örneği yıllar önce Bilim ve Teknik dergisinde okuduğumu hatırlıyorum. Yazı, benim gibi avamdan olanlara, Newtoncu fizikten Kuantumcu fiziğe geçişin ne tür bir 'paradigma değişimini' ifade ettiğini anlatıyordu. Müellifin farfaralı iddiasına göre: Newtoncu fiziğe kıyasla Kuantumcu fizik anlayışı 'evrenin ele alınış biçiminin' değişmesiydi. Verdikleri örnek ise şuydu: Bir hastanenin acilinde sıra beklediğinizi düşünelim. Orada bir kadın ve iki çocuğu daha var. Kadın çocuklarına karşı ilgisiz. Çocuklar yaramaz. Ortalığı yıkıyorlar. Rahatsız oluyorsunuz. Anneyi 'kötü bir ebeveyn' olarak görüyorsunuz. En nihayet dayanamayıp uyarıyorsunuz: "Hanımefendi, çocuklarınıza biraz sahip çıkar mısınız, ortalığı ne hale getirdiler!" Kadın bir düşten uyanmış gibi silkiniyor: "Kusura bakmayın. Babalarının ölüm haberini henüz aldık. Ne yapacağımı bilmiyorum. Çocuklar da bilmiyor."
Buna dair bir örnek de bende var: Arkadaşlarımla bir iftar organizasyonuna katılmıştım. Çirkince bir kedi yakınımızda oturuyordu. Gözü masamızdaki yemeklerdeydi. Biz de aramızda şakalaşarak "Bakışa bak bakışa! Buradakiler ancak bize yeter! Oruçlunun yemeğine sulanılır mı?" gibi şeyler söylüyorduk. O sırada kedi ayağa kalktı. İnanın hepimizin bir anda yüzünün şekli değişti. Bir ayağı yoktu kedinin. Üç ayağıyla sekerek yürüyebiliyordu. Az önce masadan zırnık koklatmamak konusunda kararlı olan bizler, tabaklarımızdaki herşeyden vazgeçtik, kediye beğendirmeye çalıştık. Kedinin ayağa kalkışıyla masada yaşanan duygu değişimini, o gün bugündür, unutamıyorum.
Bütün bunları neden anlattım? Normal bir mü'minde 'inanılması zor gelen' hadislere karşı varolması gereken tevakkufun mantığını bir nebze çağrıştırabilmek için. Şunu kabul etmek gerekiyor önce: Detay dediğimiz şey aslında sihirli birşey. Ve kesinlikle önemsiz değil. (Kuantum fiziği dahi, makro âlemde değil, mikro âlemde yapılan deneyler sırasında farkedilmiştir.) Bazen, zahiren küçük bir detaya yeni bir farkındalık, olaylara bakışımızda 'paradigma değişimine' sebep olabilir. Sıklıkla da oluyor bu...
Örnekleri bile boşuna verdim aslında. Her gün yaşadığımız şeyler bunlar. Bir dostunuzun diğerine karşı öfkesini anlamak için, hemen, malumunuz olmayan bir detayın araştırmasına girişiyorsunuz. Sonra öğreniyorsunuz ki: Vaktiyle o diğeri de şu dostunuza bazı yanlışlar yapmış. Bunu arıyorsunuz. Bunu hepimiz arıyoruz. Çünkü olayları/taşları yerlerine oturtmak için bu tefekküre ihtiyacımız var. Fakat şunu asla yapmıyoruz: Dostumuzun eylediğini ahlakına uygun görmeyince "Böyle birşey olmadı!" deyip inkârına girişmiyoruz. Çünkü bu mantıksızdır. Yaşananlar karşımızdayken inkâra girişemeyiz. Meğer ki: Yaşananlar arzumuzun hilafına ve biz de arzumuza esir olmalayım.
Uzun ömürlü (inşaallah) bir yazıya kısa ömürlü bir örnek olacak ama, Ahmet Türk'ün kollarına girmiş jandarmalarla çekilen fotoğrafı hakkında önceleri neler söylendi? "Saygın ve yaşlı bir insanı, jandarmalar kollarına girmiş bir şekilde, oradan oraya götürmek ne kadar yanlış!" Fakat Ahmet Türk ne dedi o fotoğraf hakkında sonra: "Kayıp düşmemem için kollarıma girdiler." Bakınız, küçücük bir detay, ama olaya bakışınızı topyekün değişikliğe uğratabiliyor. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 3. Dalı'nda yeralan mezkûr ifadesi de işte bu detay tereddüdüne uyanık olmamızı salık veriyor: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..."
Benim de kolaylıkla hadis inkâr edenlerde anlayamadığım şey bu: Modern bilim, herhangi bir detay farkındalığının bilimde topyekün paradigma değişikliğine, hatta evren algısının büsbütün değişmesine sebep olabileceğini kabullenirken ve ona uyanık/tetikte düşünürken; siz neden nakil ilminde 'başka yöne açılabilecek kapıları' kilitliyorsunuz?
Hakkınızda suizan etsem Denial filminde dendiği gibi diyeceğim ki: O yöne açılan kapıları görmemek için. O kapıların varolmasını istemiyorsunuz zaten. Çünkü o kapılar ortaya çıkarsa, aslında yapmak istediğiniz şey, yani 'hadis ilmiyle/nakliyle gelen bilginin tartışmaya açılması' mümkün olmayacak. Eğer bunlarda bir hikmet olduğu ortaya çıkarsa 'inkâr paradigması'nın en sağlam kaleleri düşmüş olacak. O yüzden içinizdeki engisizyonda Galileilerin ensesine umarsız çöküyorsunuz. Tevakkuf etmek, anlamayı ve hak vermeyi kaçınılmaz kılacağı için. Dünya yuvarlak çıkacağı için.
Bitirirken bir not: Detay bilgisinin hadislerin doğru anlaşılmasında ne denli zenginlikler oluşturabileceğini anlayabilmek adına Ebubekir Sifil Hoca'nın Riyazü's-Salihin'den veya Mişkatü'l-Mesabih'ten yaptığı desleri takip etmenizi tavsiye ederim. İnternetten de kolaylıkla bulunabiliyorlar.
24 Eylül 2016 Cumartesi
Caner Taslaman ümmete neden katılamıyor?
Geçtiğimiz günlerde, Risalehaber'in konuyu haberleştirip sunmasıyla, Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman'ın Bediüzzaman'ı 'beğendiğini' ama eserlerinde naklettiği iki hadis konusunda kendisine 'katılmadığını' öğrenmiş olduk. Bunlardan bir tanesine ('levlake levlak...' bahsine) çeşitli isimler tarafından yeterli cevaplar verildiğinden, ben, çok da üzerinde durulmayan ikincisi hakkında birşeyler karalamak istiyorum. Lakin öncelikle şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Nur talebelerinin bir konuda daha uyanık olması lazım. Bediüzzaman'ı beğenmek gittiği yolu beğenmektir. Gittiği yolu beğenenin ancak Bediüzzaman'ı beğendiğine inanılır. Gittiği yolu beğenmeden ona duyulacak bir muhabbet, belki kulağa hoş gelir amma, hakikatte hiçbir anlam ifade etmez. Bu tıpkı, rafızîlerin Hz. Ali'nin (r.a.) şahsına duydukları muhabbetle, hristiyanların Hz. İsa'nın (a.s.) şahsına yaptıkları övgü gibidir. İkisi de necat vermez.
Bizim de Bediüzzaman'ın 'şahsına' duyulan muhabbetle 'yoluna' duyulan muhabbeti birbirinden ayırmamız lazım. Yoluna duyulan muhabbetten kastımız elbette ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yoluna duyulacak bir muhabbettir. Eğer böyle bir muhabbet sözkonusu değilse, şahsına duyulacak bir muhabbet, en merhametli ifadesiyle faydasız, en yalın ifadesiyle yalandır. Çünkü o muhabbet arzu ettiğimiz türden bir muhabbet değildir. Geçmişte de, bir zaman Bediüzzaman'a muhabbetini ifade eden, ancak daha sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaate (ve dolayısıyla Risale-i Nur mesleğine) saldıran birçok isimle karşılaştığımız malumdur. Yaşar Nuri Öztürk'ün veya Mustafa İslamoğlu'nun mazisini bilenler bu sözlerime hak verirler.
Şimdi, gelelim Caner Taslaman'ın itiraz ettiği hadise. Bu hadis, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği rivayetlerden birisi. Önce o kısmı alıntılayalım: "Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat' edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Allahım, onun yerden izini kes!' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." Caner Taslaman bu rivayetin 'uydurma olduğunu düşündüğünü' ifade ediyor. Bizse, Söz Basım'ın Mektubat baskısında, ilgili hadisin altına not düşülen şöyle bir kaynak bilgisine rastlıyoruz: Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.
Demek ki; Caner Taslaman'ın mezkûr hadisi inkârı (Ah, yoksa 'katılmaması' mı demeliydim?) hadis kaynaklarında bulamamaktan veya hadis ilmine dair bir endişeden kaynaklanmıyor. Ya? Hadisin kendisine 'mantıklı' görünmemesinden kaynaklanıyor. Peki, nedir bu hadisi mantıksız kılan? Caner Taslaman'ın bu yöndeki ifadelerini okumadığımdan tahminde bulunayım: "Ümmetine bu derece şefkatli bir Resul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam hiç sırf namazına zarar verdi diye bir çocuğa beddua eder mi? Hem Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile ilgili anlatılan rivayetler, onun, namazda rahatsız eden çocuklara çok şefkatli davrandığını göstermiyor mu? O halde bu tavır da neyin nesidir? Bu hadis, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şefkatiyle bağdaşmayacağından 'uydurma' olduğunu söylemek daha doğrudur."
Acele etmeyin. Tartışmayı buradan göğüslerseniz müzakereye yanlış bir noktadan başlamış olursunuz. İlk olarak sorgulamamız gereken aslında şudur: İslam bizi sadece modern aklın kabul ettiği şeylere mi iman etmeye yönlendirir? Öyle ya! Kur'an'da ve hadis-i şeriflerde modern aklın basmayacağı birçok mucizeden de bahsedilmektedir. Hz. İsa'nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, Hz. Yakub'un (a.s.) gözlerinin Hz. Yusuf'un (a.s.) gömleğiyle açılması, Hz. Musa'nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi... Sayamayacağımız kadar çok mucizenin haberi bize nakille gelmektedir ve biz bugün modern akılla 'nasıllığını' anlayamadığımız bu şeylere iman etmekle mükellefiz. Çünkü, en başta, 'aklımızın kavrayamayacağı şeyleri dahi yaratmaya gücü yetecek' bir Allah'a iman etmişiz. O halde, aklı ve kalbi doğru çalışan bir mü'minin sorması gereken bu olmalıdır: Bu haberler kat'i midir? Eğer işin nakil boyutu kat'ilik ifade ediyorsa, aklımız kesmese de, öyle olduğuna iman ederiz.
Hiç mi 'nasıllığını' anlamaya çalışmayız? Hayır, çalışırız. Hatta Bediüzzaman'ın 20. Söz'de peygamber mucizeleri ve teknoloji arasında kurduğu 'teşvik' ilgisi, bu mucizelerin Kur'an'da ve sünnette yeralmasının bir hikmetinin de 'onlara yetişmeye çalışmak' olduğunu bize öğretir. Nitekim, bugün varlıklarını normal bulduğumuz nice buluş ve keşif, öyle birşeyin varolabileceğini aklımıza/hayalimize düşüren mucizeler sayesinde varolabilmiştir. Zira insanoğlu benzerini görmediği şeyi hayal edemez. Hayali haline gelmemiş şeylere ulaşamaz. Hülasa, demem o ki: Normal bir mü'minin aklı, nakil kat'i olduğunda, aklını o kat'i haberi 'cerh etmeye' değil 'anlayabilmeye' kullanır. Marifet ve hikmet yürüyüşü de zaten en özet haliyle budur.
Şimdi, asıl konumuza geri dönelim ve şu sorularla yüzleşelim: Cenab-ı Hak, bu kainatta, çocuklara da acı çektirmekte midir? Elcevap: Evet, çektirmektedir. Sakat bırakabilmekte midir? Elcevap: Evet, bırakabilmektedir. Öldürmekte midir? Elcevap: Evet, öldürebilmektedir. Medyada her gün (maalesef) görebildiğimiz şeylerdir bunlar. Peki, sırf yaşananların (görünürdeki) çirkinliğine ve Allah'ın nihayetsiz cemaline bakarak 'bunu ondan başkasının yaptığını' veya 'onun asla böyle şeyler yapmayacağını' söylemek ne kadar doğru olur? Tevhide ve "Ölümü de hayatı da yaratan odur!" ayetine iman eden hiçbir mü'min böyle birşeyi aklının geçirmez. O halde, Rahman ve Rahim bildiği Allah'ın tasarrufunda böyle şeyler gerçekleşince nasıl düşünür mü'min?
"Olmaz öyle şey!" deyip çocukları Allah'ın öldürdüğünü inkâr mı eder? Bu noktadan hareketle tevhidi terkedip 'ölümlerden/acılardan sorumlu' ikinci bir ilaha mı inanmaya başlar? Yoksa, Allah'ın Hakîm ve Âdil isimlerini de hesaba katıp 'bu işin bir hikmeti olabileceğini' mi tefekkür eder? Ben sonuncusunu seçiyorum.
Sonuncuyu seçmediğinizde, tıpkı mecusilerde olduğu gibi, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye ikili bir yalan kurgulayabilirsiniz. Yahut da mutezilede olduğu gibi 'şerrin yaratılışını kula verip' tevhid akidenize büyük bir zarar verebilirsiniz. Peki, çare nedir? İki vartadan kurtulmanın da çaresi 'anlamaya çalışmak'tır. Allah'ın rahmetini olayların sadece zâhirinde değil içyüzlerinde ve arkalarında da araştırmaktır. Tenzih adına tevhide zarar vermek değil; tenzihi, tevhidi doğrular bir şekilde anlamaktır:
Caner Taslaman'ın da mezkûr hadiste yaşadığı sorun budur: O, güya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı 'çocuklara beddua etmekten' tenzih ederken, aslında hadis ilminin 'sahihlik kıstaslarını' görmezden gelmektedir. Mutezile nasıl 'güya tenzih için' tevhid akidesine zarar vermekteyse, Caner Taslaman da, 'güya tenzih için' hadis ilminin üzerine kurulu olduğu sisteme zarar vermektedir.
Bu gemide açılacak en küçük bir delik bile küçük görülmemelidir. Bugün sırf aklı kesmiyor diye sahih bir hadisi inkâr edebilen, yarın yine aklı kesmediğinde, Hz. İsa'nın (a.s.) babasız doğmasını inkâr edebilir. Hatta kader gibi, melekler gibi, ahiret gibi, varlığını beş duyu organımızla algılayamadığımız akaid-i imaniyede inkâra cüret edebilir. Devası nedir bu vartanın? Devası 'anlamaya çalışmak'tır.
Üstelik yine mağduru(!) çocuk olan bir hâdise, Kur'an'da, Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssası içinde bizi bulmaktadır. "Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: 'Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.'" (Kehf, 74) Kıssanın devamında Hz. Hızır (a.s.) bu öldürüşün hikmetini açıklar: "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf, 80-81)
Şimdi, sözde Kur'an'a pek düşkün bir 'Prof. Dr.' olarak Caner Taslaman'dan beklenen, aklına yatmayanı hemen inkâr etmesi midir? Yoksa azıcık 'anlamaya çalışması' mıdır? Anlamaya çalışıldığında, tıpkı yukarıda Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında bize öğütlendiği gibi, pekçok şeyin hikmeti anlaşılabilir. Allah Resulü aleyhisselatuvesselamın o çocuğun ahlakında/geleceğinde ne gördüğünü, Hz. Hızır (a.s.) gibi nasıl bir endişe duyduğunu bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Eğer hadis ilminin kıstaslarına göre bir haber kat'iyse mutlaka bir hikmeti vardır: "Dedi ki: 'Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.' (Böyleyken) 'Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?'" (Kehf, 67-68). Caner Taslaman'ı da Hz. Hızır ve Musa (a.s.) örneğinin öğütlediği şekilde 'anlamak için gerekli olan sabra' ve 'içyüzü öğrenme gayretine' davet ediyoruz.
"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez. İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtüvesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtüvesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."
Bizim de Bediüzzaman'ın 'şahsına' duyulan muhabbetle 'yoluna' duyulan muhabbeti birbirinden ayırmamız lazım. Yoluna duyulan muhabbetten kastımız elbette ehl-i sünnet ve'l-cemaatin yoluna duyulacak bir muhabbettir. Eğer böyle bir muhabbet sözkonusu değilse, şahsına duyulacak bir muhabbet, en merhametli ifadesiyle faydasız, en yalın ifadesiyle yalandır. Çünkü o muhabbet arzu ettiğimiz türden bir muhabbet değildir. Geçmişte de, bir zaman Bediüzzaman'a muhabbetini ifade eden, ancak daha sonra ehl-i sünnet ve'l-cemaate (ve dolayısıyla Risale-i Nur mesleğine) saldıran birçok isimle karşılaştığımız malumdur. Yaşar Nuri Öztürk'ün veya Mustafa İslamoğlu'nun mazisini bilenler bu sözlerime hak verirler.
Şimdi, gelelim Caner Taslaman'ın itiraz ettiği hadise. Bu hadis, Bediüzzaman'ın Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklettiği rivayetlerden birisi. Önce o kısmı alıntılayalım: "Altıncı çocuk: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat' edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm 'Allahım, onun yerden izini kes!' demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş." Caner Taslaman bu rivayetin 'uydurma olduğunu düşündüğünü' ifade ediyor. Bizse, Söz Basım'ın Mektubat baskısında, ilgili hadisin altına not düşülen şöyle bir kaynak bilgisine rastlıyoruz: Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.
Demek ki; Caner Taslaman'ın mezkûr hadisi inkârı (Ah, yoksa 'katılmaması' mı demeliydim?) hadis kaynaklarında bulamamaktan veya hadis ilmine dair bir endişeden kaynaklanmıyor. Ya? Hadisin kendisine 'mantıklı' görünmemesinden kaynaklanıyor. Peki, nedir bu hadisi mantıksız kılan? Caner Taslaman'ın bu yöndeki ifadelerini okumadığımdan tahminde bulunayım: "Ümmetine bu derece şefkatli bir Resul-i Ekrem aleyhissalatuvesselam hiç sırf namazına zarar verdi diye bir çocuğa beddua eder mi? Hem Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) ile ilgili anlatılan rivayetler, onun, namazda rahatsız eden çocuklara çok şefkatli davrandığını göstermiyor mu? O halde bu tavır da neyin nesidir? Bu hadis, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın şefkatiyle bağdaşmayacağından 'uydurma' olduğunu söylemek daha doğrudur."
Acele etmeyin. Tartışmayı buradan göğüslerseniz müzakereye yanlış bir noktadan başlamış olursunuz. İlk olarak sorgulamamız gereken aslında şudur: İslam bizi sadece modern aklın kabul ettiği şeylere mi iman etmeye yönlendirir? Öyle ya! Kur'an'da ve hadis-i şeriflerde modern aklın basmayacağı birçok mucizeden de bahsedilmektedir. Hz. İsa'nın (a.s.) babasız dünyaya gelmesi, Hz. Yakub'un (a.s.) gözlerinin Hz. Yusuf'un (a.s.) gömleğiyle açılması, Hz. Musa'nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi... Sayamayacağımız kadar çok mucizenin haberi bize nakille gelmektedir ve biz bugün modern akılla 'nasıllığını' anlayamadığımız bu şeylere iman etmekle mükellefiz. Çünkü, en başta, 'aklımızın kavrayamayacağı şeyleri dahi yaratmaya gücü yetecek' bir Allah'a iman etmişiz. O halde, aklı ve kalbi doğru çalışan bir mü'minin sorması gereken bu olmalıdır: Bu haberler kat'i midir? Eğer işin nakil boyutu kat'ilik ifade ediyorsa, aklımız kesmese de, öyle olduğuna iman ederiz.
Hiç mi 'nasıllığını' anlamaya çalışmayız? Hayır, çalışırız. Hatta Bediüzzaman'ın 20. Söz'de peygamber mucizeleri ve teknoloji arasında kurduğu 'teşvik' ilgisi, bu mucizelerin Kur'an'da ve sünnette yeralmasının bir hikmetinin de 'onlara yetişmeye çalışmak' olduğunu bize öğretir. Nitekim, bugün varlıklarını normal bulduğumuz nice buluş ve keşif, öyle birşeyin varolabileceğini aklımıza/hayalimize düşüren mucizeler sayesinde varolabilmiştir. Zira insanoğlu benzerini görmediği şeyi hayal edemez. Hayali haline gelmemiş şeylere ulaşamaz. Hülasa, demem o ki: Normal bir mü'minin aklı, nakil kat'i olduğunda, aklını o kat'i haberi 'cerh etmeye' değil 'anlayabilmeye' kullanır. Marifet ve hikmet yürüyüşü de zaten en özet haliyle budur.
Şimdi, asıl konumuza geri dönelim ve şu sorularla yüzleşelim: Cenab-ı Hak, bu kainatta, çocuklara da acı çektirmekte midir? Elcevap: Evet, çektirmektedir. Sakat bırakabilmekte midir? Elcevap: Evet, bırakabilmektedir. Öldürmekte midir? Elcevap: Evet, öldürebilmektedir. Medyada her gün (maalesef) görebildiğimiz şeylerdir bunlar. Peki, sırf yaşananların (görünürdeki) çirkinliğine ve Allah'ın nihayetsiz cemaline bakarak 'bunu ondan başkasının yaptığını' veya 'onun asla böyle şeyler yapmayacağını' söylemek ne kadar doğru olur? Tevhide ve "Ölümü de hayatı da yaratan odur!" ayetine iman eden hiçbir mü'min böyle birşeyi aklının geçirmez. O halde, Rahman ve Rahim bildiği Allah'ın tasarrufunda böyle şeyler gerçekleşince nasıl düşünür mü'min?
"Olmaz öyle şey!" deyip çocukları Allah'ın öldürdüğünü inkâr mı eder? Bu noktadan hareketle tevhidi terkedip 'ölümlerden/acılardan sorumlu' ikinci bir ilaha mı inanmaya başlar? Yoksa, Allah'ın Hakîm ve Âdil isimlerini de hesaba katıp 'bu işin bir hikmeti olabileceğini' mi tefekkür eder? Ben sonuncusunu seçiyorum.
Sonuncuyu seçmediğinizde, tıpkı mecusilerde olduğu gibi, iyilik tanrısı ve kötülük tanrısı diye ikili bir yalan kurgulayabilirsiniz. Yahut da mutezilede olduğu gibi 'şerrin yaratılışını kula verip' tevhid akidenize büyük bir zarar verebilirsiniz. Peki, çare nedir? İki vartadan kurtulmanın da çaresi 'anlamaya çalışmak'tır. Allah'ın rahmetini olayların sadece zâhirinde değil içyüzlerinde ve arkalarında da araştırmaktır. Tenzih adına tevhide zarar vermek değil; tenzihi, tevhidi doğrular bir şekilde anlamaktır:
"Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allahı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar. (...)
Elcevap: Kader Risalesinde izah edildiği gibi, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, 'Ateşin icadı şerdir!' diyemezler. Öyle de, şeytanların icadı, terakkiyât-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûp olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir!' diyemez. Belki o, kendi kesbiyle kendine şer yaptı."
Caner Taslaman'ın da mezkûr hadiste yaşadığı sorun budur: O, güya Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı 'çocuklara beddua etmekten' tenzih ederken, aslında hadis ilminin 'sahihlik kıstaslarını' görmezden gelmektedir. Mutezile nasıl 'güya tenzih için' tevhid akidesine zarar vermekteyse, Caner Taslaman da, 'güya tenzih için' hadis ilminin üzerine kurulu olduğu sisteme zarar vermektedir.
Bu gemide açılacak en küçük bir delik bile küçük görülmemelidir. Bugün sırf aklı kesmiyor diye sahih bir hadisi inkâr edebilen, yarın yine aklı kesmediğinde, Hz. İsa'nın (a.s.) babasız doğmasını inkâr edebilir. Hatta kader gibi, melekler gibi, ahiret gibi, varlığını beş duyu organımızla algılayamadığımız akaid-i imaniyede inkâra cüret edebilir. Devası nedir bu vartanın? Devası 'anlamaya çalışmak'tır.
Üstelik yine mağduru(!) çocuk olan bir hâdise, Kur'an'da, Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssası içinde bizi bulmaktadır. "Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: 'Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın.'" (Kehf, 74) Kıssanın devamında Hz. Hızır (a.s.) bu öldürüşün hikmetini açıklar: "Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkar zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik." (Kehf, 80-81)
Şimdi, sözde Kur'an'a pek düşkün bir 'Prof. Dr.' olarak Caner Taslaman'dan beklenen, aklına yatmayanı hemen inkâr etmesi midir? Yoksa azıcık 'anlamaya çalışması' mıdır? Anlamaya çalışıldığında, tıpkı yukarıda Hz. Hızır ve Musa (a.s.) kıssasında bize öğütlendiği gibi, pekçok şeyin hikmeti anlaşılabilir. Allah Resulü aleyhisselatuvesselamın o çocuğun ahlakında/geleceğinde ne gördüğünü, Hz. Hızır (a.s.) gibi nasıl bir endişe duyduğunu bilemiyoruz. Ancak şunu biliyoruz: Eğer hadis ilminin kıstaslarına göre bir haber kat'iyse mutlaka bir hikmeti vardır: "Dedi ki: 'Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin.' (Böyleyken) 'Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?'" (Kehf, 67-68). Caner Taslaman'ı da Hz. Hızır ve Musa (a.s.) örneğinin öğütlediği şekilde 'anlamak için gerekli olan sabra' ve 'içyüzü öğrenme gayretine' davet ediyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...