Tatmin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tatmin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2020 Çarşamba

Allah'ın ibadete ihtiyacı mı var?

Kızlar yine fena değil. Elhamdülillah. Fakat erkek yeğenlerimin tamamı yarım mideli. Hatta çoğu zaman beslenmeleri için zorlanmaları gerekiyor. Yani annelerinin şevkinin bittiği yerde babalarının cebri başlıyor. Yapacak birşey yok. Aile olmak biraz böyle. Geçenlerde Hamza Enes olanı beni birşeyler atıştırırken gördü. İzledi. İzledi. İzledi. Sonra şöyle buyurdu: "Amca, öyle iştahlı yiyorsun ki, benim bile yiyesim geliyor!" Öhöm! Ancak beyzademi tanıyanların takdir edeceği üzere büyük bir iltifattır bu. Evet. Tıpkı bir kaplumbağanın tavşana bakıp "Öyle güzel koşuyorsun ki benim de koşasım geliyor!" demesi gibi birşeydir. Ne yalan söyleyeyim muhterem kârilerim. Uzun zamandan beri böyle gururlanmamıştım. (En azından göbeğim çıktığından beri.) 'Maşaallah' çektim kendime. Fazla varsa sizden de alırım bir dal. Sigara değil canım. Maşaallah.

Allah hepimize sağlık versin. Huzur versin. İman versin. Âmin. İştah bunların derkenarı. Tek başına varolabilen birşey değildir o. Asgarî bir mutluluk düzeyi de ister. İlla zengin olmak bağlamında söylemiyorum. İnsan kuru ekmeği bile iştahla yiyebilir. Ondan yağlı köfteden fazla lezzet alabilir. Ramazan'da yaşıyoruz. Bir bardak suyu bile nasıl özlüyoruz. Asıl önemli olan kafa-beden-gönül sağlığıdır. Bu üçünün sağlığı yerinde olursa insan taşı sıksa bile mutluluk çıkarır.

'Mutluluk' dedim de aklıma geldi. Yeğenimle diyaloğumuzun devamı da var. İlgili olduğunu görünce, fırsat bu fırsat, tabağın kromunu kazır kertede bir gayretle dibindekileri süpürmemin hikmetini şöyle açıkladım: "Allah mutlu olsun istiyorum!" Aslında 'mutluluk' ifadesi Cenab-ı Hak için kullanılmaya çok uygun değil. Belki Bediüzzaman'ın şuunat bahsinde dediği gibi 'memnuniyet-i münezzehe' diye tabir etmeli. Yani kusurlardan tenzih etmeli. Yahut da en genel şekliyle "Allah razı olsun istiyorum!" denmeliydi. Fakat mutluluk kelimesini kullanarak yeğenimin dikkatini çekmeye çalıştım. Başarılı da oldum zannederim. Zira muhabbetimiz şöyle devam etti:

"Sen böyle yeyince Allah mutlu mu oluyor?"

"Elbette. Şöyle düşün: Okuldan eve geliyorsun. 'Açım!' diyorsun. Annen de sevdiğin yemeklerden yapıyor. Sen de iştahla yiyorsun. (Aynı benim yaptığım gibi.) Annen mutlu olmaz mı? Bir de aksini düşün: Annen özene bezene nice yemekler yapmış. Sen de şöyle bir bakıp hemen sofradan kalkıyorsun. Veya kenarından azıcık kaşıklayıp yüzünü asıyorsun. Veyahut da tabağın birazını yiyerek gerisini bırakıyorsun. Bunlar anneni mutsuz etmez mi?"

"Eder tabii."

"Hatta yemeği beğenip yesen bile 'Eline sağlık!' demediğinde bu anneni üzebilir. İşte biz bu yüzden yemeğin dibini sünnetlemeyi ibadet sayıyoruz. 'Bismillah' diyerek başlıyoruz. 'Elhamdülillah' diyerek kalkıyoruz. Başlarken de Ondan geldiğini hatırlıyor/hatırlatıyoruz, biterken de Ondan geldiğini anımsıyor/anımsatıyoruz. Böylece teşekkür etmiş oluyoruz."

Yeğenimle diyaloğumuz bu şekil. Fakat sonra düşündüm: Aslında tebessüm etmenin bile böylesi bir yanı var. Yani yaşarken mütebessim olmak, eğer niyet Allah'ın rızası olursa, gündelik hayatı ibadete çevirebilir. Zira bu da bir memnuniyet ifadesidir. Her an söylenen "Eline sağlık!" cümlesi gibidir. Sadece başkalarına değil kendisine de bir bağışta bulunur insan böylece. Bir sadaka verir. Hem içine bir pozitif enerji yayar hem de dışına. Memnuniyet paylaşıldıkça çoğalır.

Çocuklarımıza teşekkür etmeyi ahlak olarak aşılamak istiyoruz. Kendileri için yapılmış fedakârlıklara teşekkür etmelerini öğretmeye gayret ediyoruz. Bu öğretiş teşekküre muhtaç olduğumuz için değildir. Bir anne çocuğu teşekkür etmese de annelik eder. Fakat şunu da bilir: İnsaniyete yakışır kemale sahip olmak teşekkürle ilgilidir. Teşekkürü bilmeyen insan yarım kalır. Sevilmez. Tıpkı özür nedir bilmeyenlerin sevilmeyişi gibi. Yani 'tevbe' nasıl fıtrîdir. Yaratılışımızda vardır. Bizi tamamlar. 'Teşekkür' de öyledir. Onsuz da eksik kalırız. Yara alırız. Belki biraz da bu yüzden Aleyhissalatuvesselam buyurur: "İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmez.”

'Teşekkür' diyoruz ama belki teşekkür sadece bir tezahür. Yahut da tezahürlerden birisi. Asıl gerisinde bir memnuniyet, bir farkediş, bir takdir, belki de bir minnet hissi yatıyor. Yani teşekkür eden insan kendisine edilen iyiliğin farkına vardığını gösteriyor. Bu farkındalığın şiddetine göre ahlaktaki karşılığı da değişiyor. Bazen minnet oluyor. Bazen hürmet oluyor. Bazen vefa duyuyor. Bazen aşka varıyor. Bazen de bu teşekkür bir ömür ruhunda asılı kalıyor. Ne zaman hatırına gelse "Ne güzel insandı!" deyu sevgisini yolluyor. Tıpkı babasıyla yaşayan bir oğul gibi.

Ve biz asla şöyle birşey demiyoruz: "Rahmetli, ne vefalı insandı, bir kere bile uğramadı!" Veya söylemiyoruz: "Ahmed, çok saygılı bir çocuktur, bir Allah'ın selamını dahi vermez." Veyahut hiç ağzımızdan çıkmıyor: "Ona o kadar iyilik borçluyum ki hiç yardımına koşmam!" Bunlar belki ancak bir ironi olarak, ilk cümlede altı çizilenin aslında ne kadar hakikatsiz olduğunu ifade etmek için, dilimizden dökülebiliyor. Yani, eylemsizlikle sıfatlar ispat edilmiyor, ancak yanlışlanıyor.

Tam da bu noktada mürşidimin "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna verdiği cevap hatırımıza gelmeli işte: "Cenab-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. (...) Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: 'Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?' Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın."

Bunun şu yüzden hatırımıza gelmesini istiyorum: Biz, yukarıda zikrettiğim şekilde, çocuğumuzun teşekkür etme yeteneğine/ihtiyacına sahip olmasını onun kemalinin bir parçası olarak takdir edebiliyoruz. (Bunu ateist ebeveynler bile takdir edebiliyor.) Fakat gelgelelim: İbadet etmenin insanda ne türden bir fonksiyon gördüğünü bir türlü göremiyoruz. Evet. İbadet de bir teşekkürdür. Ve her teşekkür gibi bir ihtiyaçtır. Fıtratımızın parçasıdır. Onsuz eksik kaldığımızdır. Yara aldığımızdır. İnsan nasıl 'teşekkür etme yeteneği' gelişmezse odunlaşır. Ve çevresindekiler onun hamlığından, bencilliğinden, ilgisizliğinden, dikkatsizliğinden veya hissizliğinden sıkça dem vurmaya başlar. Aynen öyle de: İbadetsizlik de bu şekilde odunlaştırır. Varlığa karşı ilgisizleştirir. Farkında olunsun-olunmasın. Hamlaştırır. Bencilleştirir. Hissizleştirir.

Teşekkür etme ihtiyacı/yeteneği bizi nasıl etkileşimlerimize karşı duyarlı hale getiriyorsa ibadetler de aynı şekilde bizi şahitliklerimize karşı duyarlı hale getiriyor. Nankörlüğümüzü alıyor. Teşekkürsüzlük nasıl iyiliklerin önemsenmediğine bir ima içeriyorsa ibadetsizlik de böylesi bir ima içeriyor. Tabir-i caizse: "Siz teşekkür, takdir, tefekkür vs. etmeye değmezsiniz!" mesajı taşıyor. Dikkat edin: Eşler arasında 'değer görmeme' tartışmaları en çok bu minvalde yaşanıyor. Marifetin iltifata tâbi oluşu kainatın her yerinde işleyen bir kanun gibi kulluğumuza çağrışımlar gönderiyor. Her yerdeki geçerliliğiyle buradaki geçerliliğini de hissettiyor. Belki biraz da bu yüzden Bediüzzaman diyor: "Mevcudatın kemalleri Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder."

Şöyle toparlamaya çalışayım: Ahlak iliklere kadar işlemiş bir alışkanlıktır. Alışkanlıkların en şiddetlisidir. Duyarlılık da bu nedenle bir alışkanlık işidir. Alışkanlıklarsa ancak düzenli tâlimler sayesinde ayakta dururlar. Ruhumuzu duyarlılığa alıştırmak istiyorsak teşekküre de alıştırmalıyız. Kula bakan yönü teşekkürdür. Allah'a bakan yönü şükürdür. Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir. Biz ibadet ederek Allah'a bir bağışta bulunmuyoruz. Hâşâ. Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok. Bilakis: Kendimizi odunlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Duyarsızlaşmaktan korumaya çalışıyoruz. Kalp ölümünü engellemeye gayret ediyoruz. Çünkü biliyoruz: Odunun yeri ateştir. Yeşerenin yeri cennettir. Üzerimize yağan yağmura, bakan güneşe, ısıtan toprağa bir tebessüm etmemiz gerek. Yoksa "Bu cansızdır!" deyu cehenneme atarlar. Allah saklasın.

17 Şubat 2013 Pazar

İyi de neden Allah'ın zikriyle?

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” demeyeyim de “Bir kitap okudum, yeni bir bakış açısı kazandım!” diyeyim. Böylesi daha uygun. Zira kanaatimce hiçbir kitabın hayatı değiştirecek gücü yoktur. Kitapların yapabildiği tek şey nazarları değiştirmektir. Her kitap da yapamaz bunu. Yeni bir bakış açısı veremez. Böylesi kitapları bu yüzden daha bir kıymetli bulurum. Zaten dünyamda kitapları ikiye ayırırım: Bilgi kazandıranlar ve bakış açısı kazandıranlar. İkinci kısmı daha çok önemsediğimi yaptığım girizgâhtan anladınız.

Hakikatin Dengesi kitabı hakkında da konuşurken bu sınıflandırmanın bana faydası olacak. Zira bence Metin Karabaşoğlu eserleri, bilgi vermeye değil, onun da ötesinde bakış açısı kazandırmaya konsantre olmuş eserlerdir. Okuduğum kadarıyla (en aşağı on kitaptır) itiraf edeyim: Her vakit aynı fikirde olmasam da Metin abinin her kitabını okuduktan sonra kafamda soru işareti sayısı artar.

Bu çok iyi birşey. Hatta sırf bu yüzden bir oturuşta yüz sayfayı aşmasıyla meşhur benim gibi birisi için o kitapların yirmi sayfasını geçmek büyük başarıdır. Kitap boyunca aklıma o kadar şey hücum eder ki; durup düşünürüm. Oradan oraya... Oradan oraya... Sonra bir bakmışım, okuduğum metinden kopmuşum. Bu yüzden hep söylüyorum: Metin Karabaşoğlu okuması yaparken çok sayfa sayısına, zamana kastırmamak gerek. Yapamazsınız da zaten. Bir hakkını verememişlik hissi huzursuz eder.

Neyse, konuyu dağıtmayayım. Her kitabı bir yana da Hakikatin Dengesi her nedense biraz daha fazla etkiledi. (Yakın zamanda konuştuğum Said Nohut kardeşim de aynı tesirden bahsediyordu, tevafuk.) Tam neden, ifade edemem. Ama tahmin ettiğim şey; kitabın, başlığından itibaren hedeflediği şeyi, hedeflediği şekilde yapması bunda etkili oldu. Ve enteresandır, bana, her ne okusam veya kendimce keşfetsem onda bir istiğrak yaşama diyebileceğim bir haleti yasakladı. Eskiden vardı çünkü. Severdim birşeye fazlaca kapılmayı. Şimdi neye kapılacak olsam bir de öteki tarafa başımı çevirmeye çalışıyorum. Denge—haklı bulununca—bir saplantı oluyor. Öteki tarafın ağırlığına bakmazsam ayağım kayar diye korkuyorum. Garip, ama hoş bir durum.

“Bir kitap okudum, hayatım değişti!” diyemem. Başta da söyledim. Ama bazı kitaplar hayata açılan yeni pencereler verebilir size. Hakikatin Dengesi de öyle birşey. Mesela geçen dönüp dönüp aklıma gelen bir ayeti tekrar tefekkür ederken bu denge beni kovaladı ve en nihayet kafamda yerini arayan parçayı keşfetmemi sağladı. O ayet şudur: “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur.” (Râd sûresi, 28) Nasıl birşey açtığını şimdi anlatayım:

Efendim, azıcık Risale-i Nur aşinalığı olanlar bilirler. Bediüzzaman’ın bize öğrettiği en büyük tefekkür sırlarından birisi, isimden isme geçme yeteneğidir. “Birbirine bakar şe’n ve namlar...” (24. Söz) temsili içinde ders verdiği bu yetenek, aynı zamanda Allah’ı daha derinden tanımayı sağlar. Yani bir insan mesela çiçeğin güzelliğine bakarak Allah’ın sanatını ve sanatkârlığını keşfetmekle birlikte, biraz daha akıl gözünü kıstığında, onun arkasında hikmetinin parıltılarını da görür. Yerli yerindelik sarar kainatın her yanını. Bu yerli yerindelik bir düzen işidir aynı zamanda. İksadı seven birisinin işidir. Her neyse...

Ben bu denge müptelalığına uğrayana kadar bu isimden isme geçiş meselesini sadece Allah’a iman vesilesi olarak görürdüm. Hatta işte bu nesneler üzerinden tefekkür etme olayında da pek ileri gitmezdim. İşte ezber ettiğim birkaç şey vardı, onları böyle kafamdan yapar geçerdim. İmanım vardı zaten. Zorum neydi? Fakat şimdi denge meselesi devreye girince mezkur ayet farklı görünmeye başladı gözüme.

Mesela ayetle ilgili sormaya başladım: Orada Allah neden başka bir ismini söylemiyor da “Allah” diyor? Mesela neden “Rahman’ı zikretmekle...” veya “Hakîm’i zikretmekle...” veyahut “Kadîr’i zikretmekle...” demiyor? Bunları sormaya başladım. Ha, bu soruları nereden çıkardın derseniz, İşaratü’l-İ’caz’dan bilirsiniz; Üstad, orada bazı kelimelerde aynen buna benzer sorgulamalar yapar. Ama daha çok çekimlerden hareketle bunu yapar. Referansım oradan... O başka bir yazının konusu olsun. Sadede gelirsem:

Ben şimdi anlıyorum ki; kalp denilen şeyin tatmin olması için bir isim veya birkaç isim yetmiyor. Allah’ı sadece birkaç yönüyle, ismiyle tanımak kalbi tatmin etmiyor. Allah lafzının esma terminolojisinde en önemli özelliği, bütün isimleri kapsayan bir isim oluşu. Ve Allah’tan başkasına isim olarak verilemeyişi. Yani Cenab-ı Hak, hissettiğim kadarıyla, orada muhteşem bir denge dersi veriyor ve diyor ki: “Allah’ı yalnız Rahman olarak zikretmekle, Allah’ı yalnız Hakîm olarak zikretmekle, Allah’ı yalnızca Kadîr olarak zikretmekle kalbiniz tatmin olmaz. Kalpler ancak bütün isimlerin birden kuşatılmasıyla, yani Allah lafzının kastettiği bütün isimler ve özellikleri bilinerek tatmin olur. Yoksa eksik kalırsınız. Tatmin olmazsınız.”

Zaten yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle bütün dalaletler de Cenab-ı Hakkı doğru tanımamaktan kaynaklanmıyor mu? Bütün sapkın fırkaların hareket kaynağı bir ismin tecellisine garkolma ve onunla kalbini tatmin etmeye çalışmadan ortaya çıkmıyor mu? Al sana 24. Söz’den Râd 28’e uzanan bir merdiven!

Hakikat, ama dengeli bir hakikat... İman, ama dengeli bir iman... Allah bilgisi ama tüm isimlerini kuşatan bir tefekkürle edinilmiş bir Allah bilgisi... Sanıyorum bizim ihtiyacımız biraz bu. Durun, durun! Buradan “Allah’ın 99 ismi var. Kim bu isimleri bilirse cennete girer” hadisinin bir manası da gözkırpıyor birden bana. Hakikaten, Allah’ı böylesi bir dengeyle tanıyan için; uzakta bir cennete kadar düşlemeye gerek yok; daha bu dünyada o cennete girer. Çünkü kalbi o dengeli tefekkürün kazandırdıklarıyla herşeye doğru anlamları yükler. Herşeyde bir kalp tatmini, bir ferah bulur. Bana sorarsanız; huriler, gılmanlar, ırmaklar değil; asıl cennet budur: Kalpte Allah...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...