Fakr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fakr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Allah'ın 'aynısı' olunmaz 'aynası' olunur

"Hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir."
11. Söz'den.

Mürşidim, Ramazan Risalesi'nin 7. Nüktesinde, şöyle bir ifade kullanıyor: "(...) savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." Bu ifade bir mecliste medar-ı müzakere oldu. Neden? Çünkü 'Samediyete aynalık' mevzuunda hemfikir olamadık. Bir kısmımız metnin öncesini de delil göstererek dediler ki: "Burada kastedilen 'ihtiyaçların azaltılmasıyla' Samediyetin aynası olmaktır." Diğer bir kısmımız da dediler ki: "Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden ayna olmak mümkün değildir. Çünkü insanın ihtiyaçsız bir ânı yoktur. Hatta orucu dahi 'ihtiyaçsızlığı' değildir, aksine, 'fakrın tezyidi'dir. Yani ihtiyaçların arttırılmasıdır. İnsan oruçluyken kendisini Allah'a daha muhtaç hisseder. Niçin? Zira karşılayabileceği ihtiyaçlarını dahi karşılayamamış haldedir. Yani 'bile-isteye fakrını arttırmış' haldedir."

Tabii, tarafların durdukları eşiklerden bakınca, metnin öncesine yaklaşımlar da değişiyor:

"(...) yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir..." denildiğinde tam olarak ne anlaşılmalıdır? Sözü uzattığımdan farketmişsinizdir. Ben de ikincilerin tarafındayım. Ve 'Samediyete aynalık' kavramlaştırmasını 'ihtiyaçları azaltma' ekseninde okumuyorum. Evet. Allah'a 'herşeyin Ona muhtaç olması ama Onun hiçbirşeye muhtaç olmaması' yönünden ayna olabileceğimizi sanmıyorum. Hatta bir parça 'teşebbüh-ü bilvacip' kokusu da alıyorum önceki yaklaşımdan. Ürküyorum. Eşyasının Allah'a ayna olduğu doğrudur da aynılığı mümkün değildir. Samediyete ihtiyaçsızlık üzerinden bir mazhariyetse mahlukatın üstesinden gelemeyeceği bir iştir.

Fakat Samediyete aynalığa, tam tersi şekilde, 'ihtiyaçlarımızı arttırarak' muvaffak olabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla, 'hayvaniyetten çıkma' tefekkürümde 'ihtiyaçların azalması' değil, 'ihtiyaç şuurunun şiddetlenmesi.' Neden? Çünkü, oruç tuttuğumuzda, karşılanması âdet u ülfet haline getirilerek kanadıkları neredeyse unutulmuş yaralarımızı tekrar hayatlandırıyoruz. Fakirliğimizi kaşıyoruz. Onlara kasten maruz kalıyoruz. Melekleşiyoruz, evet, ama melekleşmek Allah'a daha az ihtiyaç duymak mıdır? Hâşâ. İslam'ın bize öğrettiği melek tasavvuru böyle birşeyi kapsamıyor. Aksine, melekler ihtiyaçlarına duyarlılık bağlamında bizden daha şuurlu varlıklar, tesbih u zikirlerini asla aksatmıyorlar, gaflete düşmüyorlar. Hep uyanıklar yani. Allah'a olan ihtiyaçlarının hep farkındalar.

Bizse düşüyoruz. Hem de biz gaflete daha çok 'otomatik karşıladığımız ihtiyaçlar' üzerinden düşüyoruz. Otomatikleşme, robotlaşma, ihtiyaç şuurunu köreltiyor. Hergün doğan güneş için yeterince şükrediyor muyuz? Fakat bir öyle bir böyle olan şeyler bizi kendileri için şükretmeye sevkediyorlar. Bir esnaf, ihtimallere bağlı hissettiğini kazancı için, daha çok şükretme ihtiyacı hissediyor. Güneşin doğuşu gibi garanti görmüyor çünkü. Sabit maaşla çalışan memur o kadar hissetmiyor. Oruç bu yönüyle ihtiyaçlarımızı ortadan kaldırmıyor. Hayır. Onun yaptığı bu değil kesinlikle. O 'otomatikleşmeyi' ortadan kaldırıyor. Âdetimizi, alışkanlığımızı, ülfetimizi bozuyor. Yaralarımızdan kaçmamayı öğretiyor.

Hergün serbestçe yeyip içtiğimiz için açlık hükmünü üzerimizde icra edemiyor. Varlığımızın parçası olduğunu gereğince hatırlatamıyor. Susuzluk yeterince hissedilemiyor. Onlarla bağlantılığı diğer zaaflar da ortaya çıkamıyorlar. Bu anlamda, pek kusurlu akledişime göre, melekleşmek de ruhlaşmak da 'ihtiyaç azalması'nı ifade etmiyorlar. Ya? 'İhtiyaçlarının daha fazla farkında olmayı' ifade ediyorlar. O da 'fakrın tezyidi' meselesine götürüyor beni. 'Fakrın tezyidi' nedir? Sılasını misafir edelim öncelikle:

"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."

'Sakın yanlış anlama...'dan sonrası aradığımız tılsımı fısıldıyor sanki: "Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir." Demek ki, ihtiyaçların hissedilmesinde korkulacak birşey yok, asıl korku 'teşebbüh-ü bilvacib'in olabileceğini düşlemek. Peki 'teşebbüh-ü bilvacip' ne?

"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, 'İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir' deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler..."

Bakınız burada da Bediüzzaman Hazretleri acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapamayı 'tehlikeli bir alan' olarak işaretliyor. 'Ubudiyet yolunu seddetmekle' itham ediyor. O halde 'Samediyete aynalık'ı böyle anlamak doğru olabilir mi? Ramazan'ın böyle birşey olduğunu söylemek çok isabetli gelmiyor bana. Allahu a'lem. Doğru olan, bunun yerine, mürşidimizin "İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir âyinedir..." tefekkürünü hatırlayıp 'Birinci Vecih' hakkında daha fazla düşünmektir:

"Birinci vecih: Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de, insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor, ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı İlâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksatlara karşı bir nokta-i istimdad aramaya mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîmin dergâhına dayanır. Dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîmin bârgâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir..."

İşte, arkadaşlar, Ramazan Risalesi'ndeki 'Samediyete aynalık' meselesi, ancak 'Birinci Vecih' perspektifinden anlaşılabilir bence. Eğer bu perspektif bırakılıp da İkinci Vecih'in bakış açısı kuşanılırsa, bize de Samediyetten bir parça verilmiş gibi düşünülür ki, çok tehlikelidir. İnsan Samediyete bu yönüyle aynalık edemez. Zira Samediyet İkinci Vecih'te misal verilen sair sıfatlara benzememektedir:

"İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyatla, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder, onları anlar, bildirir. Meselâ, 'Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder' ve hâkezâ..."

İnsan, varlık anlamında, nerede 'Samediyet aynası' olduğunu iddia edebilir ki? Samediyete bu cihetten ayna olmak herhangi bir mevkide 'Allah gibi ihtiyaçsız olmak' ve de 'herşeyin size ihtiyaç duyması' gibi birşeydir. Beşer böyle olamaz ki. İnsan hangi konumda olursa olsun, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır, yine muhtaçtır. Arızî olanın Hayy u Kayyum karşısındaki pozisyonu değişmez. Ancak bilinci noktasında değişebilir. Yani, biz, her zaman Allah'a sonsuz derecede muhtacız da, bazen bunu idrakimiz diğer zamanlardan yüksek-eksik olabilir. Ramazan bize böylesi bir zenginlik katar. Farkındalığımızı yükseltir. Fakrımızı tezyid eder. Onunla yüzleştirir. Yoksa Samediyette Allah'a benzetmez, yüzbin hâşâ. (Mutasavvıfların çile, riyazet vs. gibi uygulamalarını da yine bu 'fakrın tezyidi' ekseninde kavrayabiliriz.)

En doğrusunu Allah bilir. Şuraya bağlayarak bitireyim sözü: 'Emanet ayeti' aldığımız yükü haber verdikten sonra hemen 'çok zalim' ve 'çok cahil' olduğumuzun altını çiziyor. Belki de burada aldığı emanetle duracağı yeri şaşıran insana kıymetli bir hatırlatma var. Evet. Üzerimizde İkinci ve Üçüncü Vecihler itibariyle görünen bazı emanetler var. Bazı aynalıklar yapıyoruz. Fakat bu emanetler hiçbir zaman mahlukiyetteki konumumuzu değiştirmeyecek. Kulluğumuzu yerinden oynatmayacak. Zalimliği-cahilliği varlığımızın ayrılmaz bir parçası olarak sırtımızda taşıyacağız hep. Hep eksik kalacağız. Hep yaralı olacağız. Hep arayacağız. Neden? Çünkü emanetçilik sahiplik değildir. Sahiplik ancak yaratıcılıktır. Yaratmayan hakiki sahip sayılamaz. Yoktan varedemeyen yoksunluk çekmekten kurtulamaz. İşte beni 'Samediyete aynalık' meselesinde uzun uzun kelam etmeye iten bu oldu kârilerim. İnşaallah meramımı anlatabilmişimdir. Tevfik ise Allah'tandır. Biz de inayetini, rahmetini, keremini Samediyetinden dileriz.

4 Eylül 2020 Cuma

Evrim neden mutsuzluğumuzu arttırıyor?

Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın arkadaşım. Bugünlerde 'acz' ve 'fakr' nüansı üzerine şöyle birşey kalbime geldi: 'Acz' eşiğinden bakınca taş insandan daha ileride duruyor. Neden? Çünkü nihayetinde beşerin 'e-bilmek' anlamında zâhirî bir iktidarı var. Duyuyor. Görüyor. Anlıyor. Yürüyor. Ediyor. Taş bunlardan hiçbirisini yapamıyor. Uğrayacağı zararlardan da sakınamıyor. Veya bizim gibi menfaatini kovalayamıyor. Fakat iş 'fakr' tezgâhına düştüğünde biz ondan daha ileriye geçiyoruz. Çünkü ihtiyacı yok gibi birşey. Bizimse birdolu. Neticede acz zemininde kaybetmemizi sağlayan herşey fakr dergâhında dizlerimizin kırılmasına neden oluyor. Taşı acizlikte ileri götüren her kemliği fakr kulvarında onu bizden zengin kılıyor. Bu acayibin acayibi işten benim kafama takılan bazı sorular var.

Lakin onlara gelmeden önce yine mürşidimin metinlerine uğrasak iyi olacak. Çünkü yukarıdaki durumun bazı göstergelerine o da eserlerinde işaret ediyor. Mesela nelerine? 1) Beslenme noktasında insanın pek de sandığı kadar 'ileride' olmadığına... Alıntılayalım: 

"Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur. Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene etmek kâfidir."

Yani insan bütün iktidar/ihtiyar iddiaları içinde aslında rızık konusunda geri düşmüştür. Herhalde dünya üzerinde başka hiçbir canlı türünün bu kadar çok miktarda ferdi açlık çekmemektedir. Açlık çekmeyenlerin de bu rızkı yukarıda misal verilen canlılara göre ne güçlüklerle elde ettikleri ortadadır. Hayvanları misal vermeyi terkedip yüzümüzü bitkilere dönsek zaten hepten çuvalladığımız bir kulvara gireriz. Onların rızıkları sanki ayaklarına gelir. Aslanın belki günlerce kolladığı avının bin fazlasına ağaç kılını bile kıpırdatmadan ulaşır.

Peki Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği göstergeler sadece bu kadar mıdır? Hayır. Değil. Cık. 2) Bir de herşeyin özünü oluşturan 'mutluluk' meselesi var. Yine alıntılayalım: 

"Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Burada da, farkettiğiniz gibi, dikkatimiz 'hayvanlardan üstün olmamızı sağlayan bazı yeteneklerimize' çekiliyor. Mesela: Biz zamanı daha geniş olarak algılayabiliyoruz. Yarını düşünebiliyoruz. Geçmişi tefekkür edebiliyoruz. Bunlar bir açıdan bakarsanız zenginliğimiz. Ancak diğer açıdan baktığınızda bunlarla havyanlardan geri kalıyoruz. Nasıl? Mesela: Mutsuz oluyoruz. Evet. Çok mutsuz oluyoruz. Evladımızı kucağımıza aldığımız andan itibaren, hatta bazen daha da öncesinden, geleceği endişemiz oluyor. Dertleniyoruz. Pişman oluyoruz. Hayatımızın tezadı buradan başlıyor. İrademizle ancak bulunduğumuz âna, o da eğer şuurundaysak veya imkanımız varsa, müdahale edebilirken tasavvurumuzla geniş zamanı kuşatabiliyoruz. Bu çelişkiden dolayı büyük sancılar çekiyoruz. Geriliyoruz. Stresleniyoruz.

Bence, tam da bu eşikte, evrimcilere bazı sorular sormak şart oluyor. Çünkü bu arkadaşlar mevzuyu sadece tek yönden ele alıyorlar. Başlarken ifade etmeye çalıştığım gibi, 'e-bilmek' noktasından bakarak, resmin sadece bir tarafını okuyorlar. Sözde gidişatın hep daha yukarıya olduğunu 'seçici algıyla' bize aktarıyorlar. Halbuki resmin tamamı böyle değil. Bizim hayvanlardan geriye doğru gittiğimiz yönlerimiz de var. İşte yukarıda bahsettik. Bir kere bizden başka hiçbir canlı böylesine bir stresi yaşamıyor. Bu kadar yoksunluk tatmıyor. Ne bileyim: Kutuplar eriyor diye telaş etmiyor. Yiyor. İçiyor. Yatıyor. Keyfine bakıyor. Bizse eylemlerimizle hem etrafımızdaki duvarları yükseltiyoruz hem de bu yükseltiyi solukluyoruz. Sözgelimi: "Yarınki düğünde ne giysem?" diye düşünen hiçbir maymuna rastlanmazken insanda böylesine abidik-gubidik tefekkürlere sıklıkla rastlanıyor. 

İnsanlığın son bir-iki yüzyılını düşünelim. Birçok yeni şeye ulaştık öyle değil mi? Elektrik yaptık. Telefon ürettik. Televizyon seyrettik. Uçak uçurduk. Ancak bütün bu süreçler bizde sadece 'e-bilmek' yönünde artış sağlamadı. Ya? Aynı zamanda ihtiyaçlarımızı da arttırdı. Yani fakrımız da arttı. Artık daha önce olmayan birçok 'keşke'miz var. Rızkından haberdar olmakla edindiğimiz bir dolu yeni açlık var. Ve yine dikkatinizi çekerim: İnsan bu noktada ileriye gittikçe dünyasına da daha fazla zarar veriyor. Hep virüslerle insanları benzetiriz. Matrix filminin de meşhur repliğidir. Fakat virüs dahi kainata bizim kadar külliyetli bir zarar veremez. Sistemi büsbütün bozamaz. Biz buna kadar varabiliyoruz. Yıkım noktasında bu kadar ileriye gitmişken, evrimin iddiasına göre başlangıcımız olan virüsten, daha ileriye gittiğimizi kim söylüyor? Sakın bu bakış resmin sadece bir yanını 'seçtiriyor' olmasın? Yahut da daha geriden soralım: Sakın bu evrim mevzuu bir göz aldanmasından ibaret kalmasın?

9 Mart 2019 Cumartesi

Düşüyorum, o halde, birşeyler yarım

Arkadaşlar, özellikle de düzenli bir şekilde yazılarımı takip eden en sevdiğim takipçilerim, küçüklerimin gözlerinden, büyüklerimin ellerinden öperim. Eğer bu konuyu daha önce yazmışsam lüften "Ahmed artık tekrara düşüyorsun!" deyu yüzüme vurmayınız. Çünkü bazen unutuyorum. Evet. Düpedüz unutuyorum. Daha önce hakkında kalem oynattığım meseleler zihnimden uçuyor. Bunda da gerçi 'bilginin hakiki kaynağının' Allah olduğuna dair bir delil var ama bir açıdan da beni korkutuyor. Yazılarında tekrara düşenler sevilmezler çünkü.

Bediüzzaman'ın kendi seyr u sülûk metodunu tarif için kullandığı 'Dört Hatve' ifadesini bilirsiniz. Hatve 'adım' demektir. Dördün içeriği ise şöyledir: Acz, fakr, şefkat, tefekkür. Kendi cümlelerimize geçmeden müellif-i muhteremin izahlarından bir parça alıntılayalım da yazımıza bereket versin:

"Cenab-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder. Şu tarik, hafî tarikler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi nüfus-u seb'a yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir."

İşte, geçenlerde eski bir yazımı okurken, bu dört adıma dair bencileyin ilginç birşeyi sezdiğimi, ancak üzerinde yeterince duramadığımı farkettim. O da şudur: Bu dört adımın her parçasının insanı 'varoluşuyla barıştıran' bir yanı var.

'Varoluşumuzla barışmak'tan kastettiğim aslında bir tür huzur makamı. Yani şeyler içinde bambaşka birşey olarak tuttuğunuz yerden razı olmak. Daha doğrusu: Büyük resmin içinde işgal ettiğiniz 'şey'likten razı gelmek. Onun öyle olmasından mutluluk duymak. En azından barışmak. Evet. Ben, huzurun, 'şeylerle insanın arasındaki musalaha'dan inkişaf edeceğine inananlardanım. Yani şahitliklerimiz ile sinemiz arasındaki ritim bozukluğu düzeltilirse şarkının aslında güzel olduğu anlaşılır.

Tabii böylesi bir barış iki boyutlu okumaları gerekli kılıyor. 1) İçe dönük okumalar. 2) Dışa dönük okumalar. İçe dönük okumalar şeyler arasında 'nece birşey' olduğumuzu anlamak için gerekli bize. Dışa dönük okumalarsa 'ben' denen şeyin etrafında 'nece şeyler' bulunduğunu idrak edebilmek için gerekli. Bu iki okumadan "İşte budur!" denilecek sonuçlara varılırsa insan olmaktan/olduklarından huzur duyar.

Hemen burada, İşaratü'l-İ'caz'da da tefsir edilen, benim 'küfür/gaflet psikolojisi tasviri' olarak gördüğüm o ayetlerin de ellerini öpelim: "Onların durumu karanlık gecede ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda, Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, (artık hiçbir şeyi) görmezler."

Sonrasındaki ayetlerde bir misallendirme daha var. Onu da okuyalım: "Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve şimşek bulunan yağmur(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki, Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır."

İşte ben her iki ayet-i celilede de yukarıda anlattığım 'yerini bilememe' huzursuzluğunun tasvirini hissederim. Hem 'karanlık gecede ateşsiz kalan' hem de 'yağmurlu havada yolunu yitiren' aynı boşluk hissini yaşamaktadır. Yani etraflarındaki şeyler nelerdir ve kendileri o şeyler içinde nasıl bir konumdadır? Böylesi hayatî soruların cevabını bulamadığı için; kâfir, münafık veya kimi zaman da (bildiği cevaplardan gaflete düşen) bizler, bir bocalama yaşarız. Bu bocalama huzursuzluk olarak okunur.

'Huzursuzluk' diye merkezî bir başlık açtık ama korku da, vehim de, hırs da, öfke de ve daha türlü çeşit dengesizlikler de böylesine 'sınırları bilinmez bir âlemde' yaşama tasavvurundan beslenen sapmalardır aslında. Doğru cevabı bilmeyen öğrencinin şıklar karşısında düştüğü telaşın yukarıda anlattığımız psikolojiye küçüğünün küçüğü bir benzerliği vardır.

Tam da bu noktada, arkadaşlar, acz-fakr-şefkat-tefekkür dörtlüsü bize kendimizle ve çevremizle barışmanın imkanlarını sunar. İnsan, 'aciz' ve 'fakir' olduğunu kabul ettiğinde kendisiyle, 'şefkat' ve 'tefekkür' ettiğinde de evreniyle barışır. Taşıyabileceğinden fazlasıyla yüklendiğini farketmedikçe hiçbir çilekeşin çilesi 'azalıcı' değildir. Bediüzzaman'ın, gemiye bindiği halde hâlâ yükünü sırtında taşıyan yolcu misalinde olduğu gibi, insan da 'güç yetiremezliğini' ve 'çok ihtiyaçlı olduğunu' kabullenmedikçe insan olmanın rahatlığına eremez.

Hani, yazılarımda sık alıntılarım, Irvin Yalom'un bir sözü vardır: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar!" diye. İşte insan da 'yalnızca bir insan' olduğunu kabul ettikçe şifa bulur. Kur'an'ın kendisini 'şifa' olarak tarif etmesinde bunun da payı vardır. Çünkü bize aslımızı anlatır. Aslımızı anlata anlata sanrı 'ben'liklerimiz alır. Elhamdülillah.

İnsan aczini ve fakrını kabul ettiğinde 'Hayır!' demesini de öğrenmiş olur. Kime karşı? Önce nefsine karşı. Sonra şeytana karşı. Sonra hevasına karşı. Sonra kibrine karşı. Sonra kendisini dev dalgalarıyla alıp sürüklemek isteyen yaşama telaşına karşı. Sonra? Bu sonraları onlara-yüzlere çıkarmak mümkündür. Fakat en nihayet hepsi aynı güzel şiiri söyler: Karınca, yalnızca bir karınca olduğunu kabul ettiğinde, deveyle yük yarışına girmekten kurtulur. Kimseyle yarışmayan yenilmekten kurtulur. Hatta hayallerimizin ortayaşlarımızdan sonra yapmaya başladığı tazyikattan dahi bizi kurtaran "Ben işte bu kadarım!" diyebilme yetimizdir.

Şefkat ve tefekkür ise bize dış âlemimizle barışmanın imkanlarını sunuyor. Mesela: İnsan şefkat ettikçe çevresindeki şeylerle kalbî bir barışma yaşıyor. Bir yavru köpek size yaklaştı. Elinizdeki dürüme doğru anlamlı bakışlar atıyor. Siz de açsınız. Bu köpek şimdi sizin düşmanınız mı? Şefkatliyseniz değil. Şefkatliyseniz ona yedirdiğiniz lokmadan daha leziz şeyler sizin kalbinize akacaktır. Şefkatiniz sayesinde şeyler sizin zararınızdan kurtulacaktır. Şefkatiniz sayesinde 'ben'iniz dünyayla kalbinden barışacaktır.

Peki ya tefekkür? Tefekkür de aklın evrenle barışması için gerekli. Başınıza bir musibet geldi diyelim. Bu musibete güzel bir anlam yükleyemedikten sonra onun etkisinden kurtulabilmek mümkün olabilir mi? Çünkü kaybettirdiği çoğu zaman geri getirilmez. Kaybı tastamam kayıptır. Gideni gidendir. İnsan gidenlerle ancak onlara doğru anlamları yükleyebilirse barışabilir. İşte, tefekkürümüz de, Allah'ın Hakîm ismiyle bezeli, 'Ondan gelen herşeyde bir hayır olduğu' düşüncesiyle sarılı, en çirkin sahnelerde bile ötelere bakan bir güzellik arayan açlığıyla 'ben'imizi aklından dünya ile barıştırır. Çıldırmaktan korur.

Demek, bu dört hatvenin, kendilik kulemizden çıkıp, ancak içlerinde durduğumuz yerin doğru tanımını yapmakla huzur bulacağımız yönlere, yani içe-dışa doğru adımlar atmaya benzer bir yanı var. Bediüzzaman'ın, geçmişi ve geleceği de katarak, 'şeş cihet/altı yön' kavramlaştırmasıyla andığı bu 'nerede olduğunu anlama' meselesinin dünyada bulacağımız huzurun kaynağı olduğu herhalde su götürmez.

İki halet-i ruhiye arasındaki nüansı karanlıkta merdiven inmeye de benzetebiliriz aslında. Hani olur ya. Bazen ayağınız iki basamağı birden aşar karanlıkta ve tabanı umduğunuz yerde bulamamaktan bir boşluk yaşarsınız o an. Bir düşme korkusu duyarsınız. Bocalarsınız. Tuttuğunuz yeri karıştırırsınız. İşte acz, fakr, şefkat ve tefekkür yaşarken bunu aşabilmemizi sağlıyor. Haklarını tam anlamıyla verebilirsek elbette.

3 Haziran 2016 Cuma

İmamların dokunulmazlığı nereden geliyor?

"Kur'ân'ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ‘ona taabbüd edecek bir derecede’ kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini ‘hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede’ büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." (17. Lem'a'dan...)

Ebubekir Sifil Hoca ‘Hikemiyat’ eserinde İmam Zehebî rahmetullahi aleyhten naklediyor: Yakın arkadaşı el-Merruzî; bir rahibin, İmam Ahmed b. Hanbel’e "Yıllardır seni görmek istiyordum. Senin varlığın sadece İslam için değil bütün mahlukat için hayır ve salahtır. Bizim cemaatimiz içinde senden razı olmayan yoktur!" demesi üzerine Hazret-i İmam’a dönüp demiş ki: "Öyle umuyorum ki ülkenin bütün şehirlerinde senin için dua ediliyor." İmam Ahmed rahmetullahi aleyhse bu güzel iltifata şöyle karşılık vermiş: "Ey Ebû Bekir, bir kimse kendi nefsini bilirse, insanların sözü ona bir fayda vermez."

Bana tesir eden bu hâdiseyi okur okumaz aklıma mürşidimin kendisini 'üç şahsiyete' ayırırken kullandığı ifadeler geldi arkadaşım. İstersen alıntılayayım: "İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan 'kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek' noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."

Allah Ehl-i Sünnet büyüklerinin nurlu izlerinden ayaklarımızı ayırmasın. Ben zannederim ki: İmam Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhin 'fayda vermez' ifadesiyle anlattığı tıpkı Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi bir halettir. Karanlığına baka baka ışık kesilmektir. Kendi aslına, asl-ı insana, dair bu idrak dışındaki her iltifatı/yergiyi anlamsız kılar. Yani hem övgüler hem hakaretler zararsız hale gelir. Uzaklaşır. Etkisizleşir. Çünkü nihayetinde özde 'âdemiyet' denilen şeyin kararına varılmıştır. Tanımı yapılmıştır. Su çatlağını bulmuştur. Karar bulan elbet rahat da bulur. Rahat bulan elbet karardadır. Tasından razı olan su taşmaz.

Artık kul konumunda 'acaba' taşınmamaktadır ki iltifatlar ile ifrata gitsin veya hakaretler ile tefrite düşsün. Kamil zatların her hal u şartta sergiledikleri istikametli tavır biraz da hakikatlerine dair ulaştıkları emniyetten kaynaklanır. Maide sûresinde yeralan “Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar!" müjdesi belki bunu da anlatmaktadır bize arkadaşım. Evet, kınayanın kınamasından korkmamak, ancak onunla ‘değişmeyeceğini’ bilmekle mümkündür. Müslümanın imanı sırr-ı tevhid içinde böyle bir manayı da saklar. Tek değiştirebilen Allah’tır.

Bence bu tarz bir idrak acz ve fakr şuurunun da zeminini oluşturuyor. Yahut da şöyle söylemeli: Acz ve fakr şuuru insanı böyle bir zemine doğru sürüklüyor. Kendisinde varlık namına gördüğü herşeyi Allah'ın lütfu olarak değerlendiren insan, ne başkasına kalpten borçlanır, ne de başkasından kalbiyle etkilenir. Alışverişi artık yalnız Onunladır artık. Bu durum karakterini hem daha dengeli ve hem de daha korunaklı kılar. Yani, acz ve fakr bilinci, insana dış etkilerden korunmakta da yardım eder. Hayatının istikamette olmasını dileyen, bu bilinci tam kuşanarak ancak, daha korunaklı bir tefekkür âlemi oluşturabilir. İzzeti, sebatı, sabrı, ahlakı ve sadakati bu etkilenmezlikten kuvvet alır.

Bu noktada artık diyebiliriz ki arkadaşım: Kul olmak 'Ondan gayrısından daha az etkilenir olmak' anlamında da kıymetlidir ve bize lazımdır. Zira biz 'acı' dediğimiz şeyin büyük bir kısmını bu etkiler nedeniyle yaşıyoruz. Ya bizzat elem oluyor yaşadıklarımız veyahut da zeval-i lezzetin elem olmasıyla acılaşıp dönüyorlar bize. Öyle ya. Güzel şeylerin hatırası da 'tekrarının imkansızlığı' ve 'ulaşılmazlığının ihtarıyla' bir sancı yapar. Her iki halin verdiği sarsıntılardan korunabilmenin yolu; kendi yerimizi, dış etkilerle nerede olduğumuzu şaşırmayacak bir kesinliğe kavuşturmaktır. Göze girmeye çalışmayarak gözde kalmaktır. Yarışmayarak yenilmemektir. Kendini bilen Rabbini bilir. Çünkü marifetullahın ışığına bakabilmek için kendi karanlığımıza ihtiyacımız var.

Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri'nde diyor ki: "İşte bana zulmedenlerin zulmetle araçlarını ölçüsüzce tüketerek bana ettikleri iyilik. Üzerimde hiçbir nüfuzları kalmadı. Artık onlarla alay edebilirim..." Rousseau'nun kitap boyunca ‘insanlardan duyduğu ümit’ ile ‘çektiği acılar’ arasında kurduğu ilgi ve ‘küskünlüğü’yle ‘huzur’u arasında kurduğu bağ, anlatmak istediklerimle kardeş gibi görünüyor. Neden? Çünkü arkadaşım: İnsanların çektirdiği acılar aslında onlardan ümit ettiklerimizdir. O ümidin inkisarıdır. Bozulmasıdır. Tepkisidir.

Bir insanın ilgisizliğine üzüldüğümüzde aslında üzüldüğümüz 'istediğimiz ilgiyi bulamayışımız'dır. Âşık, kalbindeki aşktan dolayı değil, muhatabın umduğu karşılığı vermemesinden acı çeker. Bu durum acılarımız ile ümitlerimiz arasında bir ilgi olduğunu gösteriyor. Bu karşılıksız ümit veya boş tahayyülün kaynağı ise, bana öyle geliyor ki, kendi hakkımızda bir türlü sahip olamadığımız netliktir. Biz aslında neyiz? Ne derece sevilmeye layığız? Neyi/kimden ümit etmeliyiz? Sınırlarımız nereye kadar? Hakiki sevilecek sonsuz kimdir? Bence bu tip sorulara verilecek cevapların ucu açık olduğu sürece insanlar bizi daha şiddetli etkiliyor. Zira nefsimizi hayalleriyle manipüle edebiliyorlar. Ünlü olmak isteyen birisi mesela kendisine bu damardan yaklaşan dolandırıcıya daha kolay kapılıyor. Parantezi kapatamadığımız her yerde ihtimallerin işkencesi var.

Evet. Biz de kamil zatlar gibi 'dokunulmazlık' elde edebiliriz. Kapıyı açık bırakmışlar. Nasihatle yol göstermişler. Hatta şunu da iddia edebilirim ki arkadaşım: Bazılarımız bu olgunluğun sahtesine yaşadıkları acılarla erişiyorlar. Schopenhauer gibi, Nietzsche gibi, Ömer Hayyam gibi karamsarlıktan gelen bir kemal(!) buluyorlar. Fakat eline geçiremeyenin küskünlüğü bu. Kendiliğinde karara varanın değil. Bazılarımız da tam tersi, bu ilginin bir parçasını bir şekilde elde etmekle, ilginin düşkünü haline geliyorlar. İkisinin de bekası yok ne yazık ki.

Bu iki vartaya düşmeden olgunluğa erişenler, işte onlardır, kendilerine hiçbir faydamız dokunmayan ve fakat varlıklarından hep fayda gördüklerimiz. Çünkü onlar kendi içlerinde karar bulmakla varlığımıza da bir karar katarlar. Direği, gemi için nasıl denge unsuruysa, istikametlilerimiz de toplum için birer denge unsurudurlar. Bu dengeleri biraz da tanımlarında ulaştıkları netliktendir. Onlar ümmetin manevî deprem sütunlarıdır. Yıkılmaktan koruyan kolonlarıdır. Ve en nihayet demem o ki arkadaşım: İstikamet istiyorsak ‘ne’liğimizde karara varmalıyız. Kimliğimizde, değerlerimizde, hedeflerimizde manipülasyona açık olmamalıyız. Ancak ‘ne olduğunu’ bilene Allah’tan başkası 'ne olacağını' dikte edemez. Böyle düşünüyorum: İçimde varabileceğim en geniş hürriyet budur.

17 Nisan 2015 Cuma

Hayvanlık namlusundan nasıl çıkılır?

"İnsan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görürse.” (Alâk sûresi, 6-7)

Bediüzzaman mesleğinin seyr u sülûkunu ‘dört hatve’ olarak tarif ediyor: Acz, fakr, şefkat ve tefekkür. “Şu tarik, hafî tarikler misillü, ‘letâif-i aşere’ gibi on hatve değil; ve tarik-i cehriye gibi ‘nüfus-u seb’a’ yedi mertebeye atılan adımlar değil; belki dört hatveden ibarettir.” Hatve ‘adım’ karşılığını alıyor lügatte. Tasavvufta ‘mertebe’ anlamına da geliyor. Bir terimsel karşılığı da askerlikte var: “Mermi çekirdeğinin ekseni etrafındaki turu esnasında namluda aldığı yol...”

Adımlar yolun parçasıdır. Mertebe yükselişin cüzüdür. Namludan çıkmak için kaç kere dönmek gerekir? Namlusu hayvaniyetidir insanın. Farkettiyseniz mezkûr tariflerin hiçbirisi adacığa benzemiyor. Yani acz, fakr, şefkat ve tefekkür dört ayrı/bağımsız görev değil. Ya? Ancak birbirini tamamlandıkça mesafe alınan bir yol gibi. Dört adımı atınca ancak insan-ı kamile ulaşmak hususunda gerekli mesafeyi aşmış oluyorsunuz. Namludan çıkmayı başarıyorsunuz.

Bir keresinde bir derste şöyle birşey söylenmişti: “Aczini bileceksin. Fakrını göreceksin. Şefkat edeceksin. Tefekkür edeceksin. Risale-i Nur mesleğinde bu dört yolla gidilir.” Katılamadım. Parçalı düşünmek yanlış geldi. Adımlar ‘yol’ sayılmamalıydı. Ben olsam şöyle derdim: “Aczini bileceksin, onunla (aczinle) fakrını göreceksin, onlarla (aczinle ve fakrınla) şefkat edeceksin, onlarla (aczin, fakrın ve şefkatinle) tefekkür edeceksin.” Yani arada nokta değil virgül olmalıydı. Bütünü hissettirmek gerekirdi.

Hem Bediüzzaman hatvelerin ayrı yollar olduğunu düşünse herhalde ‘adım’ değil ‘yol’ demeyi tercih ederdi. Değil mi ama? ‘Hatve’ değil de ‘tarik’ derdi mesela onlara. Özellikle de acz ve fakrın şuurunda olunmadan şefkat edebilmek mümkün değildi. Çünkü şefkat, aczin ve fakrın empatisidir. Kendi güçsüzlüğünü gören ancak diğerlerinin güçsüzlüğünü anlayabilir.

Duygularımızdır birbirimize uzanan kollarımız. İnsan içindeki tecrübelerle ancak başkasına doğru uzanır. Bilir. Anlar. Ne hissedeceğini tahmin eder. Kendisi de daha önce benzer şeyler hissetmiştir çünkü. O hislerin sizde de olabileceğini düşünür. Aksi takdirde her insanın ‘Kaptan Spark’ gibi robotikleştiği bir dünyaya uyanırız. Tefekkürümüz de onun Uzay Yolu serisinde sık sık ortaya koyduğu gibi olur. Yani şefkatsiz olur. En yakın arkadaşlarımız bile, mantıklı bir seçim gibi göründüğünde, hayatlarından vazgeçmeyeceğimizden emin olamazlar. (Into Darkness’ı izleyenler bu bağlamda okunabilecek diyaloğu hatırlarlar.)

Aczini görmeyen insan, varlığının devamı için gerekli olan şeylerin, yani kudret gerektiren şeylerin, aslında birer ihtiyaç olduğunu anlayamaz. Elde ediş olarak düşünür. Güçsüzlüğünü bilmeyen Karun tabiatlıdır. “Bu bana ilmimle verildi” der. “Bu bana aczimden dolayı bağışlandı” demez. Yaşamak bir işgal hareketidir artık. Hiçkimsenin ondan birşey eksiltmeye hakkı yoktur. O bu noktaya hakettiği için gelmiştir. Bu nedenle ona verilen herşey haketmişin zaferidir. Vazgeçtiği herşey ‘öyle olması gereken’ değil ‘fedakârlığı’dır. İhtiyacı falan değildir. Aczini bilmeyen hiçbir şeye ihtiyaç duymadığını sanır. Bu da en sessizinden/gizlisinden bir ‘ilahlık iddiası’dır.

Aczini bildikten sonra ancak devamının elinde olmadığı anlar. ‘Zaten öyle olması gerekenler’ birer ihtiyaca dönüşür. Ve bu ihtiyaç bilgisiyle kalp âleme mütevazi uzanır. Sevgiye muhtaç olduğu gibi (acz) seveceklere de muhtaçtır (fakr). Sevmeye muhtaç olduğu gibi (acz) sevileceklere de muhtaçtır (fakr). Muhtaç âlemle ilişki içine girmek zorundadır. Mecburen fildişi kulelerinden iner. Bencillik saraylarını terkeder. Artık mahlukattan herhangi birisidir. Bütünün parçasıdır. Bütünü kendisi değildir. İlişkisinin rengini ‘şefkat’ belirler. Zira onlar da en az kendisi kadar acizdir. Rızkları bağışlanmazsa kendisi kadar aç kalırlar. Şefkat bekleyen şefkat de gösterir.

Yavru kedinin miyavlamalarına dayanamayan çocuk aczden acze giden bir yol bulmuştur aslında. Onun ne hissettiğini kendisinden anlamıştır. İhtiyaçlar bu yönüyle birer bilme şeklidir de. Her ihtiyaç bir biliştir. Âlemle kurulan bir ilişkidir. Şefkat böylesi bir bilmeye de yardım eder.

Evet. Şefkat en özünde ‘şefkat ettiğinin devamını istemek’tir. Acz/fakr ekseninde bir okumayla, bütünün parçası olduğunu ve devamı için bütündeki herşeye muhtaç olduğunu farkeden insan, en nihayet bütüne şefkat eder. Çünkü onun devamı kendisinin de devamıdır. En azından hürmetine yaratıldıkları ortak hakikatin tecellisinin devamıdır. Hatta bazen şefkati o seviyeye ulaşır ki varlığından da vazgeçer: “Valideliğin en basit ve en ednâ derecesinde olan korkak tavuk, o şefkatin küçücük bir lem’asıyla, yavrusunu müdafaa için ite atılır, arslana saldırır.” O varlık sahnesinde kendisinden daha çok kalacaktır çünkü. Hakikatini daha uzun yıllar yansıtacaktır. Eşyanın hakikati ise esma-i ilahiyedir.

Aczini farketmeyen neden tefekkür etsin? Neden Allah’a ulaşmaya çalışsın? Yarası olmayan neden deva arasın? Yarasını hissetmeyenin tefekkürü, Allah’a ulaşmak için değil, sözde ilahçıklığını sağlamlaştırmak için olacaktır elbette. Enesi etrafında dönmeyen dünyaya düşmandır bencil. Merkeziyetini kabul etmeyen onu korkutur. Karamsarlaştırır. Kızdırır. Tefekkürü zehir olur da âlemi mahveder. Ürettiği teknoloji de âleme zarar verir, fikir de... Çünkü “Nazarında pek fena bir memlekete düşer...” Fena olana fenalık yapmak birşeyi değiştirmez ve haktır da. Demek tefekkürün de sıhhatı şefkattedir. Şefkatsiz dehanın zulümden korkulur. Hak vermez, anlamaya çalışmaz, çünkü şefkat etmez. Şefkati yaşatacak empatisi yoktur.

İşte bu sebepten dört hatvenin bağımsız yollar gibi görülmesine karşıyım. Bunlar birbirinin parçası, tamamlayıcısı ve tetikleyicisi. Üstelik birisinin faydası ancak diğerinin sıhhatiyle. İnsan-ı kamil tekiyle değil hepsiyle oluyor. Dört kere dönmedikçe hayvaniyet namlusundan çıkılmaz.

15 Ekim 2013 Salı

Kim daha fakir?

Hayret ettiğim bir sahnedir: Tebük gazvesi öncesinde, sahabeyi yardıma çağırdığında Allah Resulü; Hz. Ömer'in (r.a.) durumu, Hz. Ebu Bekir'den (r.a.) daha müsaittir. Ve Hz. Ömer efendim, bu durumu, kardeşini hayırda geçebilmek için bir fırsat olarak kullanmayı düşünür. Mal varlığının yarısını eve bırakır, gerisini Allah Resulüne teslim eder. Allah Resulü sorar:

"Evde ne bıraktın ya Ömer?"

"Bir bu kadarını da evde bıraktım" diye cevap verir. Daha sonra Hz. Ebu Bekir, bağışıyla gelir. O da aynı sorunun muhatabı olduğunda cevabı şöyledir: "Onlara Allah ve Resulünü bıraktım." Ve kaynaklar bize anlatır ki; hayır yarışında Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceğini, Hz. Ömer, o olaydan sonra anladığını ifade eder.

Ama bir dakika, Hz. Ömer neden böyle bir yargıya ulaşır? Getirdiği mal, Hz. Ebu Bekir'in getirdiğinden daha az olduğu için mi? Gelir seviyesi asla Hz. Ebu Bekir'i geçemeyeceği için mi? Hayır, belki Tebük'te yaptığı bağış bile Hz. Ebu Bekir'in getirdiği miktardan fazladır. Belki Hz. Osman ve Abdurrahman bin Avf Hazretleri gibi nicelerinin yaptığı bağışlar da Hz. Ömer'inkinden kat kat fazladır. İşin hakikati böyle bir nicelik/kemiyet ayrımından kaynaklanmıyor olmalıdır. Peki sırrı nedir?

Kanaatimce; aslında Hz. Ömer, Resulullahın hakikat çeşmesi kelamından Allah'ın rızasının hangi soruda saklı olduğunu anlamıştır. Allah'ın rızası "Ne kadar getirdin?" sorusunda değil; "Evde ne bıraktın?" sorusunda saklıdır. Eğer rıza bu soruda saklıysa; evinde, Allah ve Resulünden öte birşey bırakmayanlar, niteliksel olarak niceliği hep bastıracak; belki getirdiği yarım hurma ile başkasının yüz devesini geçmeyi başaracaklardır.

Bu hadiseyi her hatırlayışım bana "Asıl zengin kim?" veya "Hakikatte fakir olan hangimiz?" sorusunu sordurur. Zenginliği, mal varlığının çokluğu ile tarif edişimiz, fakirliği de 'elinde daha az mülk olan' olarak çıkarır karşımıza. Sözlüklerde bile anlamı böyledir fakirliğin bizde. Fakat Allah, sahip olduklarımızın tamamına kıyasla vazgeçebildiklerimizi ölçüp ona göre cömertliğimizi değerlendiriyorsa; rakama dayalı bütün nicelik kıyaslamalarımız tersyüz değil midir? O zaman hakikatte fakir/zengin olan kimdir?

"Hakikatte fakir kimdir?" ve "Fakirliğin Kur'anca tarifi nasıldır?" sorusunun cevabını Bediüzzaman'ın önce Nurun İlk Kapısı'nda, daha sonra 5, 10, 21 ve 23. sözlerde kullandığı bir misalde bulurum ben. Serçe kuşu misalinde...

Bediüzaman, o sözlerde sırlı bir şekilde saadet-i hayat cihetiyle karşılaştırır iki canlıyı; yani insanı ve serçe kuşunu. Ve insanın, eğer yalnız maddi yönüyle (hayat-ı hayvaniye) ele alınırsa, asla serçe kuşuna yetişemeyeceğini beyan eder. Normal şartlarda, kafamızdaki eski karşılıklarıyla düşünülse; bu kıyaslama şaşırtıcı, hatta tuhaftır. Hayattan bin türlü zevk almaya müsait bir yapıda olan insanın, saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşunu geçemiyor oluşu, hikmetli olmaktan ziyade, laf-ı güzaftır. Hakikat neresindedir bunun? Fakat bir saniye: Acaba saadet-i hayat, yalnız alınan lezzetlerle mi ölçülür?

İşte Bediüzzaman'ın benzetmesinde insanı uyandıran nüans budur: Saadet-i hayatı, yalnız alınan lezzetlerle ölçmek yanlıştır. Daha açık bir ifadeyle; hedoist bir algı, hayatın kuşatıcılığı içindeki saadet kavramını karşılamaya yetmez. Çünkü haz, saadet-i hayatın bir öğesi olsa da (Nurun İlk Kapısı'nda altını daha açık çizdiği gibi) bütününü kuşatamaz. O, bir geniş kavram olarak içinde izzeti, teavünü, ğınayı, merhameti, hatta tecelli eden esma sayısı kadar rengi/cihazatı barındıran bir dairedir. Örneğin; hayattan haz yönüyle neler tadarsa tatsın, eğer izzeti tamam değilse bir insanın, o bir rahatsızlıktır. O saadet, yarımdır. Ve bu yönüyle saadet-i hayatın açlığı, fakrın dairesi kadar geniştir. Peki, kim daha fakirdir?

Elbette ihtiyacı daha çok olan... Fakrın Kur'anî karşılığı aslında ihtiyaç çokluğudur. Kimin ihtiyacı daha çoksa, o daha fakirdir. Bakınız, tarifimizin kökenine tekrar dikkatinizi çekiyorum. Kim daha güçlüyse değil; kim daha çok muhtaçsa, o daha fakirdir. Bu ihtiyaçlarını karşılamaya gücü yetiyor olsun veya olmasın, fakirliğine nakıse getirmez. Bütün ihtiyaçlarını karşılamaya zahiren gücü yetiyor olsa da fakirdir. Zira fakirlik, güçten bağımsız olarak bir muhtaçlık tarifidir.

Bu nokta-yı nazardan meseleye bakılacak olursa, zenginlik tarifimiz de değişir. Elinde daha çok mal olan, güçlü olan değil; daha az şeye muhtaç olan zengin olur böylece. Fakat aslında fakrın karşıtı olan kelime de zenginlik değil, ğınadır. Ğına, karşıladığı mana ile fakrın zıttı olmaya daha müsaittir.

Böyle bir ölçüyle; bir kaya parçası, bir ağaçtan; bir ağaç, bir hayvandan; bir hayvan da, bir insandan daha az fakirdir denilebilir. Çünkü muhtaç oldukları şey sayısı, taş parçasından insana doğru gelinirken giderek artar. Sahip oldukları güç itibariyle bakıldığında tersi gibi görünse de; muhtaç olduğu şey sayısındaki yükseklik, insanı hepsinin yanında fasfakir yapar.

Ve bu fakirliğinden dolayıdır ki; saadet-i hayat cihetiyle bir serçe kuşuna yetişemez. Çünkü serçe kuşu daha az şeye muhtaç olmakla ondan daha zengindir. Ve o, daha çok şeye muhtaç olmak cihetiyle (yani saadet-i hayatı tam almak için tatmin etmesi gereken daha çok yönü, sırrı, duygusu, latifesi olmak cihetiyle) asla serçe kuşuna ulaşamaz. Arayışı bir açlık gibi hep omuzunda olur. Hep bir tatminsizlik yaşar. Benliğini doyuramaz. Neticesinde hem insana, hem serçe kuşuna irşad-ı nebevice sorulsa; evinde daha az şey bırakmaya fıtratı müsait olan, serçedir. İnsan değildir.

31 Mayıs 2013 Cuma

Şuurdan akıla...

Bir önceki yazımızda fakr üzerine bir miktar konuşmuştuk. Oradan devam edelim istiyorum. Yazıya yapılan yorumlar içerisinde birisi, bana Yedinci Söz’deki ‘fakrın tezyidi’ meselesini hatırlattığı için, ayrıca kıymetliydi. Üzerine birkaç gündür düşünüyorum.

Fakat ona gelmeden, ‘hatve’ kelimesi üzerine biraz konuşalım: Hatve, sözlüklerde bulduğu karşılık üzere; ‘mertebe, basamak’ demek. Zaten Bediüzzaman’ın, dört hatvesini anlattığı bölümde kıyas aracı olarak kullandığı letaif-i aşere ve nüfus-u seb’a da böylesi basamaklı terbiye metotları. Bu kıyaslamadan da Bediüzzaman’ın acz, fakr, şefkat ve tefekkür için bir merdiven sistematiği (veya bence çark) düşündüğü anlaşılıyor. Bu noktadan hareketle; hatveleri birbirinden ayrı yürünecek yollar gibi algılayanlar varsa hâlâ içimizde (ki ben de bir zamanlar böyle algılardım) onların kafalarındaki bu tasavvurun bir sağlamasını yapmaları lazım.

İkincisi; bu aşamalardan üçüncüsü olan şefkati anlamada düştüğümüz hata. Burada şefkatten kastedilen Cenab-ı Hakkın şefkatini farketmek/keşfetmek iken, bizde nedense bu ‘varlığa şefkatli davranmak’ olarak açıklanıyor. Şefkat yolunun gereği olarak da ‘şefkatli olmak’ bir davranış modeli olarak sunuluyor. Bu model elbette yanlış değil, ama eksik: Zira bu şekilde anlaşıldığı zaman bir sonraki adım olan tefekküre nasıl geçilecek, bu hiç sorulmuyor. Öyle ya; şefkati, yalnız şefkat göstermek olarak anlayan birisi ondan kendisinin muhtaç olduğu bir tefekkür devşirebilir mi? Bu yazılanları daha iyi anlamak için Yirmialtıncı Söz’ün Zeyl’ini okumanızı tavsiye ederim.

Şimdi, fakra geri dönelim. Bu yazıda, size aslında fakr ve psikoloji üzerinden birşeyler anlatmak istiyorum. Ki bu meselenin özü de arkadaşlarla konuştuğumuz birşeyden besleniyor.

Din adına psikolojiyi dışlama, küçük görme meylinde olan bir zümre var. Bunların ortak iddiası: Eğer dinin hakkı verilirse, psikolojiye gerek kalmaz merkezinde. Altını bir türlü dolduramadıkları bu fikri, bir slogan şeklinde savurup duruyorlar. Evet, ben de bunu reddetmiyorum: Eğer din hakkı verilerek işlenir ve yaşanırsa bence de modern psikolojinin üstünde birşeyler yapabilir. Fakat bunu yapması için psikolojiyi hepten dışarıda bırakması gerekmez. Doğu da batı da Allah’ındır. Bilgi zaten topyekün Allah’ındır. Ve hikmet müminin yitik malıdır. Islahı düşünülebilir, ama reddi düşünülemez.

Mesela Bediüzzaman’ın Risaleler içerisinde altını çizdiği ve ahirzamanın tebliğ metodu olduğunu belirttiği ‘aynı günahın içinde cezasını göstermek’ tarzı, bugün psikolojiye mi daha yakındır; yoksa dinî tedrisat yapan vaizlere, hocalara mı daha yakındır? Bu soru bana sorulacak olsa cevabım kesinlikle; “Psikolojiye daha yakındır” olacaktır. Zira psikoloji ahirete yaşadığı körlük nedeniyle sorunlu davranışları veya düşünceleri bugünden hareketle tedaviye çalışırken, vaizlerimiz ahirete vurgulu bir tebliğle bunu yapmaya çalışırlar. Nefsin unutkanlığı nedeniyle de bu tarz sorunları olanlar daha çok psikologlara gitmeyi tercih etmektedir. Olayı bugünde çözmek damarı onlarda daha kuvvetlidir çünkü. Bunda yadırganacak birşey yoktur.

Evet, din hakkıyla yaşansa her sorumuzu çözmeye yeterlidir. Ama din, tüm kuşatıcılığı ile yaşanırsa, bu yeteneğe sahiptir. Aksi takdirde bizim eksik nazarımız, uygulamaya da sirayet eder ve öğreti eksik kalır.

İmam-ı Gazalî, tevbenin ilimle olan ilişkisine büyük vurgu yaptığı Tevbe Risalesi isimli eserinde onun tarifini yaparken şöyle bir ifade kullanır; “Tevbe, günahı terketmektir. İnsan, ancak tanıdığı birşeyi terkeder.” İşte ben, biraz da bu sözden cesaret alarak diyorum ki: Bugünün psikolojisi, vaizlerimizden daha fazla günahları ve nedenlerini anlamaya konsantre olduğundan onu daha iyi tanır ve tedavisini başarır. Vaizlerimiz nakilden başka kendi tefekkürlerinden bir insan bilgisi üretemediklerinden (veya üretenler az olduğundan) bu yönleriyle eksik kalırlar. Kalmaya da mahkûmdurlar.

İşte bu noktada fakr, bize, dünyaya bir muhtacın gözüyle bakma; her nesnede veya olayda kendi aczine kadar uzanan yollar kurma; dünyayı ve vahyi, ötesinde yaşanan ve nefsini unuttuğu bir düzlemde değil; bizzat kendisini tedaviye çalışan bir hekimin eczahanesi olarak görmeye başlamakla bahsi geçen yaramızı giderebilir. Zaten Bediüzzaman da fakrın işaretini aldığı ayet olarak Haşir sûresinin ondokuzuncu ayetini gösterir ki, meali şöyledir: “O Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.”

Yani insanın kendisini muhatap olarak unutması, hasta olarak unutması, talebe olarak unutması, Allah’ı unutmuş olduğunun bir delilidir. Fakr ise bunun tam tersine çalışmaktır: Her karşılaştığı sorunda, olayda, ikramda veya nimette ilk tedavi edilen, ilk ihtiyacı karşılanan, ilk ikramda bulunulanın kendisi olduğunu düşünmekle sıradanlığı kırıp, varlık, sanki Allah’ın kendisiyle konuştuğu bir öteki dilmiş gibi onla muhatap olmaktır. Tedavi edilenin aslında kendisi olduğu ve tedavi edilmesi gerektiğini kabul etmekle hasta şifa bulabilir. Bütün tedavilerin ilk adımı budur: Tedaviye ihtiyacı olduğunu kabul etmek. Biz de kainatla bir muhtacın açlığı içinde muhatap olursak, ondaki şefkati görüp ondan tefekkürler devşirebiliriz.

Fakrın tezyidi meselesine giremedim. Belki diğer yazıda konuşuruz. Bir küçük dokunup kaçayım. Yukarıda konuştuğumuz gibi; tedavi, eğer hastanın hastalığını kabul edip hekimin bu yüzüne yüzünü dönmesiyle mümkün oluyorsa, o halde hastalığın tezyidi (fazlalaştırılması) bir yönüyle daha çok şifa bulmak değil midir? Ancak burada tezyid ihtiyaçlarının en ince kuytularına kadar girip, onları keşfedip, onlardan Cenab-ı Hakkın marifetine yollar, köprüler kurabilmek olarak anlaşılmalıdır. Varlıktan esmaya uzanan yollara bedel, duygulardan da şe’n-i İlahiyeye uzanan yollar vardır. Yoksa “Arabamı satayım, evimi satayım, Allah’a daha çok ihtiyacım olsun” gibi kaba, kuru bir algı bu yazının muradı değildir. Fahredilen fakirlik, nimet içinde bile olunsa, o nimetlere muhtaç olduğunun şuurunda olmaktır. Acz ve fakr şuurdur, tefekkür akıldır.

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir yaşam açısı olarak: Fakr...

“Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce...” Âlak sûresi, 6-7

Bir önceki yazımızdan devamla biraz daha fakr’ı konuşalım istiyorum. Benim fakr’ı konuşmaya olan ihtiyacım, aslında biraz kendi cehaletimden kaynaklanan bir açlık dolayısıyla. Mevcut izahlarda fakr’ın daha pasif ve hissî yorumlandığını görüyorum. Bu, beni rahatsız ediyor. Çünkü o soyutluk içinde fikrimin elini hiçbir yere koyamıyorum. Tefekküre kapı açılmıyor.

Fakr’ı anlamak, biraz daha pasif bir düzlemde, insanın yalnız kendi özünü anlaması olarak algılanıyor bizde. “Aslında Allah’a çok muhtaç canlılarız!” tesbitiyle böylesi değerlendirmeler nihayet buluyor. Daha ötesi? Daha ötesinde ayaklarımız yürümüyor, çünkü bundan sonrası yalnız ‘muhtaçlığın hatırlanması’ ile ilgili birşey. O kadarcık. Ben bu soyutluktan korkuyorum. Soyutluktan marifet devşirmek, amel çıkarmak çok güç. Çünkü soyutluk, mana aile aynı anlama gelmez. Soyutluk, bir tür tarif güçlüğüdür. Tarif edilemezliktir. Mana, o değildir. Mana, tarifin kendisidir.

Bir kere fakr’ı kendisinde başlayıp kendisine biten bir terim/yol olarak düşünmek, Risale-i Nur’un mesleğini dört esas içinde ders alanların rahatsız olacağı birşey olmalı. Benim külliyatın genelinden sahip olduğum kanaate göre; acz’de başlayan yolculuk fakr’a, oradan şefkate, oradan da tefekküre varıyorsa bu çark dönüyor. Yoksa dört esasın ayrı ayrı yürünmesi ile o mesleğe sahip olunuyor değil.

“Nur talebesi aczini bilecek. Nur talebesi fakr’ını bilecek. Nur talebesi şefkatli olacak. Nur talebesi tefekkür edecek...” Mesele bundan ibaret değil. Aslında Nur talebesi, aczini bilmekle başlayan yolculuğunu tefekküre kadar yaşarsa, kendi seyr-i sülûkunu bir devir tamamlamış oluyor. Bunlar başlıbaşına yollar, ayrı ayrı koridorlar değil. Birbirini tamamlayan süreçler. Birinde kalmak, yolda kalmak gibi.

Bediüzzaman’ın, sonu ibadetlere/fiillere (iltica, istinat, itimat, istimdad, istiğfar, tesbihan olmak) varan yolculuğu başlatırken acz’de ‘bilmek’ ve geri kalanda ‘görmek’ kelimesini kullanması, süreçlerin aslında tefekkür tetikleyici olduğunu düşünmemizi öğütler gibi: “... ‘aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Bu noktada şunu da anlıyoruz ki; ibadetlere varan yol, yalnızca ibadetlerin emredilmesi ve bizim işitmemizle ilgili değil. İbadetlerin yukarıdaki bir süreçten geçmekle ‘ihtiyaca’ dönüşmesi söz konusu. İmam-ı Gazalî’nin Tevbe Risalesi’nde (Etkileşim Yayınları) söylediği şu cümle çok anlamlı: “Şayet bir hareketin yapılmasında veya terk edilmesinde şu anda veya ileride bizim için takip edilen bir fayda yoksa, o fiille meşgul olmanın bir manası yoktur. O fiili bize biri vacip kılsın veya kılmasın fark etmez.”

Ben, Üstad Hazretleri’nin külliyatın içinde, özellikle hayatı nasıl tefekkür ettiğini anlattığı yerlerde, bu fakr dersini verdiğini düşünüyorum. Bir önceki yazımızda altını çizdiğimiz, dünyaya ‘veren’ gözüyle değil, ‘alan’ gözüyle bakmanın; Bediüzzaman’ın, hayatını ele alışında nasıl bir bakış açısına, tefekkür yöntemine dönüştüğünü idrak ediyorum.

Daha telif ettiği eserler konuşulurken kendisini ‘en çok muhtaç olan’ olarak zikretmesi, kâinata bu gözle baktığının en büyük delili. Ve fakr mesleğinin de nasıl bir meslek olduğunun temel taşı: “Her ne yapıyorsanız yapın hayır namına, veren el siz değilsiniz. Veren el olduğunuzu düşünüp üstünlüğü kendinizde saymayın. Alan el olduğunuzu farkedin. Ki aslında insan her zaman alan eldir. Üstün olan Allah’tır.” Bu noktada Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları romanındaki şu cümlesi ne kadar anlamlı geliyor bana: “İnsan, dünyada diğer insanların fedakârlığına nasıl muhtaçsa, öteki insanlara karşı fedakârlık etmek ihtiyacı da bazı aynı şiddette oluyor.”

Özetle söylemek istediğim şey şu: Fakr mesleğini mesleğiniz sayıyorsanız, dünyaya asla veren el olduğunuzu düşünerek bakmayacaksınız. Meseleleri veren el sizmişçesine yorumlamayacaksınız. Sizin elinizle insanlara sunulan isterse cennet olsun, o cenneti sizin elinizle sunmakla aslında en büyük bağışın size yapıldığını idrak edeceksiniz. Alan el kalacaksınız.

Aczinizi bilmek, onu verenin aslında siz olmadığınızı bilmenizi sağlayacak. Fakr’ı görmek verilenlerden birinin de siz olduğunuzu anlamanızı sağlayacak. Kainata karşı şefkatli olmak değil yalnız; Allah’ın size şefkat ettiğini, size şefkat edildiğini farkedeceksiniz. Bu tetikleyici, sizi, “Bu ihsanın size bağış olan yönü nedir? Bu nimet sizde neleri tamir etmek için verildi?” onu araştırmaya sevkedecek. Bu açlıktan bir tefekkür devşireceksiniz. Ortaya ya bir ilim ya bir ibadet çıkacak. Ve bu sizin gıdanız olacak. Sanki o dört esasın bize verdiği ders, Hz. Mûsa aleyhisselamın Kur'an'da geçen duası: “Rabbim, doğrusu; bana vereceğin her hayra muhtacım.”

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...