Yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ağustos 2017 Perşembe

Kaderle barışmanın bir yolu var mı?

"Kaçırılmış fırsatlar bir süre sonra aşk tadı alır." Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri'nden.

Bazı şeyleri geçmişte bırakmak öyle zor ki. Özellikle bugününüzü etkilemeye devam ediyorlarsa. Bugünümüzü etkilemeye devam eden (veya oluşturduğu dalga geri alınamayan demeliyim) seçimlerimiz arkada bırakılmıyor. Sebep olduğu her yeni kırılmada tekrar hatıra geliyor. Tekrar can yakıyor. Tekrar kan akıtıyor. Onlarla barışabilmenin bir yolunu şimdilik bulamadım. (Bazı tedavi denemelerini ise aşağıda zikredeceğim.) Çünkü bunların bir kısmı benim seçimlerim de değildi. Evet, seçtim, ancak ikinci ihtimale açık kapı bırakılmayarak. (Acaba hakikaten öyle miydi?) İtilerek. Mecbur bırakılarak. Hal böyle olunca onları kendi seçimlerim olarak görüp sorumluluğu üzerime almam da mümkün olmuyor. Başkalarını suçlamaya devam ediyorum.

İnsan bir şekilde kendi hatalarıyla barışmanın yolunu bulur. Çünkü kendisine karşı hüsnüzan sahibidir. Anlayışlıdır. Hoşgörmeye meyyaldir. Hatta, bir noktadan sonra, aptallığından yaşadığı mahrumiyetleri iradeli seçimlermiş gibi göstererek hava bile atabilir. (Acısı yokedilemeyen şeylerin acısıyla hava atılır.) Fakat bir başkasının bizi mecbur ettiği seçimlerde bu anlayış kalmıyor.

Biraz bastırıyorsunuz üstünü edeben. Kötü şeyler denmesin hakkınızda diye tutuyorsunuz içinizi. Duvarlara söyleniyorsunuz. Ama ebeden tutmaz ki bu taş altındakileri! "Bir yol bulmalı!" diyorum o zaman. "Bir yol bulmalı! Yoksa bu emrivakiler beni kötü bir adam yapacak. Geri dönüşü mümkün olmayan şeyleri düzeltemeyişimin hırsını sevdiklerimden alacağım."

Kadere iman etmeyen işte bu yüzden zalimleşiyor. Kadere iman içimizdeki firavuna direnişin başlangıç noktasıdır. Zalimliğin bizdeki ilk engelidir. Yaşadıklarınızın yaratılışını sebeplerden aşkın birşeyle (özellikle de dişinizin kesmediği birşeyle) bağladığınızda etrafınızdakileri haksızca suçlamayı kısmen terkedersiniz. Çünkü resmin büyüklüğünün yükü beşerî omuzlardan aldığını görürsünüz. Mazlumunuzun çapı bu organizasyonun sorumluluğunu kaldıramaz.

Kaderi de denedim. İş kadere geldiğinde elbette akan sular duruyor. Nihayetinde bu seçimlerin hepsi bir takdirden geçti. Planlar üstünde bir plan vardı ve elbette yollar beni en nihayet oraya götürdü. Hayatta durduğum yer çok da halinden şikayet edilecek bir yer değil. Elhamdülillah. Ne büyük sıkıntılar yaşayanlar var. Kendisinin gram payı olmayan savaşlar için ülke değiştirenler var. Sakat kalanlar var. Arakada bırakılmaz acılar çekenler var. Ancak, benim de, onların da düğümümüz aynı sanki. Eğer dışımızda gelişen ve bizim de dahil edildiğimiz şeylerle barışmanın bir yolunu bulursak huzura ereceğiz. Bunu nasıl yapacağız?

Nietzsche Ağladığında'da bunun bir çözümünü gördüm sanki. İzah etmeyi denersem: İnsan, geçmişindeki böyle şeylere, yani kaçırılmış fırsatlara, onları 'en güzel' olarak kurguladığı için âşık oluyor. Uzaklaştıkça da bu kurgu güzelleşiyor. (Uzaklık nesnedeki kusurları 'görünmez' veya 'daha az görünür' yapar.) Bunu bir örnek üzerinden konuşmak daha doğru. Öyle yapalım. Sözgelimi: Sevdiğiniz kızla/erkekle evlenemediniz. Bu ihtimal artık sürekli kanıyor.

Pişmanlıklar zamana bırakılmış ayraçlardır. Akıl geçmişi her eline aldığında kitabınız oradan açılır. Tenimizdeki yaralar zaman geçtikçe kurur. Kanaması azalır. Pişmanlıklar öyle değildir. Ruhun, bedenin hilafına, sonsuz olduğunun bir kanıtını da burada buluruz: Ruhun yaraları da lezzetleri de kalıcıdır. Ve siz, bir yandan kendinizi, bir yandan o ihtimali büyütmeye başlarsınız. Hayal büyüdükçe güzelleşir. En nihayet, öyle bir hal alır ki, kaçırılmış koca bir alternatif hayat gibi birikip önünüzde durur. Bugününüzü binbir 'keşke' tasavvuruyla taciz eder.

İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu. Hayalimizde büyüyen şu alternatif hayatlar! Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayat adeta tenzih edildi. İşte, Nietzsche Ağladığında kitabında, bu derde bir çözüm olarak şu kötümserci yöntem öneriliyor:

Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat de bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanış bu tutum. Yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim. Ya bu kişiyle vuslata erdiğimizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya hayatınızı birleştirdikten sonra ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız?

Ya şimdikinden beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, gerçek, bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır.

Şunu söylemek istiyorum: Seçtiğiniz şıkkın hayatınızı bugünden daha iyi bir yere götüreceği sadece bir yanılsama. Bir kurgulama. Bir cennet hayali. Belki de öyle olmayacaktı? Belki de o şıkkı seçmeniz sadece bugününüzü değil ahiretinizi de yakacaktı. Belki, şimdi bir kere mutsuzsanız, o zaman bin kere mutsuz olacaktınız. Belki... Belki... Belki biraz da bu yüzden, hayal ettiğimiz kurguların kötü bir sona evrildiğini öğrendiğimiz zamanlarda, o hayalin peşini hemence bırakırız. Kaçırdığımıza üzüldüğümüz otobüslerin kaza yaptığı haberi tüm 'yeterince çabuk davranamama' pişmanlıklarını uçurur.

Fakat bir saniye... Aynı misali kullanmayı terketmeyelim. Mesela: Âşık olduğunuz insanın bir kötü yanı, ilerde başkasıyla kurduğu yuvada ortaya çıkarsa/çıktığında ve siz de bunu duyduğunuzda 'kurtarılmışlık' duygusu içinde şükretmez misiniz? Veya tatile gidemediğiniz bir yerde deprem olduğunda. İşte, biz aslında, bize yaşatılan gerçeklik sayesinde ihtimal halindeki birçok kötülükten de kurtarılmış oluyoruz. "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" ayeti belki bu 'sonsuz ihtimallerin çilesini' de hatırlatıyor bizlere...

Hem mürşidim de şöyle demiyor mu: "Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin."

Bu cümlelerin altında verilen harika bir minare örneği de var. Ancak uzun olduğundan yazıya eklemeyeceğim. (Belki siz bir nazar edersiniz.) Demek mesele kendinden kötüye bakmayı bilmekte... Ancak biz bu 'kendinden kötüye bakma' işini sadece başkalarının hayatlarında yaşarız. Kendi hayatlarımızı düşlemeyiz. Halbuki hayatlarımızı da 'daha kötü ihtimaller' üzerine çalışabilmeliyiz.

Kaderden razı olmak, hem Allah'ın yaratışı olduğu için razı olmak, hem de gerçekleşmeyen ihtimallerin daha iyiye gideceği yönünde hiçbir garantinin olmayışından dolayı razı olmakla ilgilidir. 'Olmamışların hep güzele gittiği' yerde 'olmuşlar' elbette onlarla başa çıkamaz. Bu kem huyu bırakmalıyız. İçimizdeki Deccal bizi şükürsüzlüğe şu araçla itiyor. Lütfen, siz de benim gibi yapın, ara sıra seçilmeyen şıkların gidebileceği muhtemel kötü senaryoları da çalışın. Belki de hayalgücünün bize verilmesinin hikmetlerinden birisi de bu: Yaşananın ihtimallerin en iyisi olduğunu görebilmek. Kaderden böylece razı olmak. Geçmişle en nihayet barışıp geleceğe kavgasız bakabilmek...

24 Temmuz 2014 Perşembe

Herkesin cennete bir gitmişliği vardır

Zerre Risalesi hakkındaki bazı düşüncelerimi (veya Zerre Risalesi'nin tetiklediği bazı düşünceleri) karaladığım "Ya hepimiz dönüşüyorsak?" başlıklı yazımda şunu anlatmaya çalışmıştım: Belki de hepimiz, 'her an cennete ve cehenneme dönüşen' bir âlemin içinde, 'dönüştürücüler' olarak istihdam ediliyoruz. Varlığımızın bir hikmeti de bu: Dönüştürmek.

Ciğerlerimizin oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi, biz de nesneleri alıp, tadıp, yaşayıp, hissedip, duyup, koklayıp, görüp, düşünüp, kullanıp ahirete dönüştürüyoruz. "Zulmette, karanlıkta, anlamsızlıkta, saçmalıkta, hiçlikte, fanilikte, amaçsızlıkta bıraktıklarımız, bizi, dönüştürdüğümüz o kötü halleriyle cehennemimizde bulacak. İmanla aydınlattıklarımız ise, sonsuza kadar bizimle olmak ve bizi mutlu etmek üzere, cennetimize dönüşecek. Bugünümüzün yarınımızı her ânıyla böyle meyve verecek.." gibi bir hal halimizden okunuyor. Çünkü yaşadıklarımızla ilişkimiz kopmuyor. Bir giden hep gidiyor. Bir yaralayan hep yaralıyor. Bir sevindiren hep sevindiriyor. Hatırladıkça, düşündükçe, deştikçe zamanı aşkın bağlar kuruyor bizimle.

Böyle birşeyler anlamıştım, kendimce, Zerre Risalesi'nde mürşidimin söylediklerinden. Şimdi, onun bir adım ötesinde, ama yine onunla ilgili birşeyi 6. Söz'de farkediyorum. Görüyorum ki: Bediüzzaman ayet-i kerimede geçen 'cennet' ifadesini sadece 'gelecekte yaratılacak bir âlem' veya 'daha sonra bağışlanacak olan bir mükafat' gibi yorumlamıyor. Adeta her an ve her defasında bir alışverişimiz oluyor Hak Teala ile bizim. Her an canlarımızı/mallarımızı satıyoruz. Allah da karşılığında bize her an bir başka cennet bağışlıyor. Ahiretin cenneti kadar hakikat bir "an'ların cenneti."

6. Söz'de tefsir edilen ayetin kısa bir mealini alıntılayalım başlarken: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara cennet vermek sûretiyle satın almıştır." Tevbe sûresinin 111. ayeti olan bu müjde bir kesinliğin altını çiziyor. Yani: "Müminler bu alışverişi yapmışlardır ve cennetlerini de almışlardır." Sanki ardımızda kalmış bir alışveriş gibi. Çoktan bitmiş. Fakat bu hakikati sınırlarımız itibariyle anlamak güçleşiyor.

Zamanın içinde olduğumuz ve ahiret âlemi geleceğin ucunda, henüz varamadığımız/erişemediğimiz bir mesafede göründüğü için, Allah'ın böylesi bir alışverişin bittiğini ve cennetin verildiğini söylemesi 'zor anlaşılır' gelebilir. O nedenle biz bu ayeti biraz daha şuna yakın anlamayı tercih ederiz: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek sûretiyle satın 'alacak'tır." Yani; daha ileriye, geleceğe, olacaklara dair bir ümit gibi. Öyle ya! Cennet bizler için henüz dokunulabilir birşey değildir. Biz bu karşılığı henüz alabilmiş veya alabilir değiliz. O halde kullukla yaptığımız alışverişe bitmiş gözüyle nasıl bakabiliriz?

Fakat Cenab-ı Hak, bizim mahkûmu ve mecburu olduğumuz kayıtlardan müberra ve münezzeh olduğu için, yani Ezelî ve Ebedî olduğu için (buna bir tür zaman-dışı'lık veya zaman-üstü'lük de diyebiliriz) gelecekte olacak birşeyin onun nazarında şu an olandan farkı yoktur. Bu nedenle bize göre gelecekte olacak birşeyin, Kur'an'da, olmuş veya şu an oluyor gibi buyrulmasında yadırganacak birşey olamaz.

Bu perspektiften güzel bir cevap aldık. Elhamdülillah. Fakat hemen pes etmeyelim. Bu balı kaşıklamaya devam edelim. Birkaç sual daha soralım hemen mesela: "Acaba bu ayette 'alacağım' diyemez miydi? Neden dememiş? Neden böyle bir ifade yolunu seçmiş? Neden salt geleceği değil de yaşadığımız hazır zamanı da içine alacak şekilde buyurmuş?"

6. Söz'ü okurken, Bediüzzaman'ın, bu tarz sorulara da bir cevap verdiğini farkettim kendimce. Mürşidimin, o ayetten 'sadece ahiretteki cenneti' anlamadığını, cennetlerin sayısını "İşte, beş mertebe, kâr içinde kâr..." ifadesinde olduğu gibi 'beş çeşit' şeklinde tefsir ettiğini gördüm. Hatta bu noktada 'satın almıştır' ifadesini de böylesi bir 'beş mertebe cennet' içinde tevil edebildiğini farkettim. Zira burada ifade buyrulan cennet, yalnız ahirette kavuşulacak bir cennetten ibaret değilse, yani dünyadaki hazır karşılıkları da içine alıyorsa, o halde 'satın almıştır' ifadesini geçmiş ve şimdiki zaman için kullanabilmek çokça hikmetliydi. Hemen 6. Söz'deki kâr tariflerine sığınayım burada:

"Birinci kâr: Fânî mal bekâ bulur..." Yani yaptığın fiillerin yok olup gidici olmadığını, Bakî-i Zülcelal yolunda işlenen amellerin hem kaydedildiği, hem unutulmadığını, hem ziyan olmayacağını, hem de cennet sûretinde sonsuza dönüştürüldüğünü bilmen sana verilen birinci cennettir. Eylemlerinin sonsuzluk sahibi için olması, onları da, dair oldukları şey üzerinden sonsuzlaştırır. Yoksa 'batıp gidenlerin' ardından çok ağlayacaktın.

"İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor..." Burada konsantre olunması gereken cennet değil, 'fiyat' bence. Bir fiyat veriliyor yani insana. Hemen o güzel işi yaptığı anda. Bunu ben 'Satmaya bakacağız' yazımda yeğenimle oynamaktan aldığım lezzet üzerinden örneklendirmeye çalışmıştım. Yaptığınız her iyi şeyin içinde lezzet türünden size bağışlanmış bir küçük cennet var. Ki o cennettir çoğu zaman sizi o iyi işi yapmaya sevk eden.

"Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar..." Kullanılış amacı, kullandığımız şeyin değerini arttırdığına göre; yani amacın yüksekliği ve kıymeti, yapılan fiile de artı değer olarak yansıdığına göre Allah rızası için yapılan bir fiilden, kullanılan bir yetenekten, sarfedilen her emekten daha yüksek değeri bulabilecek bir iş, bir âzâ, bir hasse, bir kabiliyet, bir yetenek yoktur. Niyet amellere içirilmiş bir iksir gibidir. "Meselâ, göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur." İşte, bu değerleniş, yani 'hayatını yaşamaya değer kılan anlam' üçüncü cennetim.

"Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder." İşte, dördüncü cennetin de seni, yaptığın şeyi Allah'ın rızası için, dolayısıyla ona dayanarak ve güçlükle karşılaştığında ona sığınarak yaptığın için buluyor. Kendinden ötesi birşey için yaptıklarında öte olanın da desteğini almış oluyorsun. Böylesi bir dayanak bulan daha dünyada iken bir cennet almış değil midir? "Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler!" tesellisinde bir cennet saklı. Umut aynı cennettir.

"Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler." İşte, bu da, ayetin manasından hemen anladığın, ahirette sana verilecek olan cennet. En muhtaç olduğun zaman o çünkü. Kıyametin dehşetinden yokluğa düşmeye korktuğun an. Dilerim, Allah bizi seninle orada da buluşturur, esması hakkında sonsuza dek konuşturur.

Özetlersem: Cennet aslında sadece bir değil, beş değil, yedi değil, Allah rızası için ve şeriatı dairesinde yaptığımız her güzel şeyde birçok cennet var hemen bizi bulan. Bir küçüğün başını okşamakla onun yüzünden aldığınız tebessüm bile bir cennet. Bir annenin ellerini öpmekle ondan aldığınız dua bile bir cennet. Bir kedi yavrusunun karnını doyurmakla ondan aldığınız 'miyav' bile bir cennet. İyi olan herşeyin içinde bir sürü cennet var. Ve bu küçük cennetler onların ahirette daha büyük bir cennete dönüştüğünün delili oluyor. Dünya dönüşüyor arkadaşım. Dünya onu nasıl yaşarsan ona doğru dönüşüyor. Sonra seni tekrar bulmak üzere...

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir yaşam açısı olarak: Fakr...

“Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce...” Âlak sûresi, 6-7

Bir önceki yazımızdan devamla biraz daha fakr’ı konuşalım istiyorum. Benim fakr’ı konuşmaya olan ihtiyacım, aslında biraz kendi cehaletimden kaynaklanan bir açlık dolayısıyla. Mevcut izahlarda fakr’ın daha pasif ve hissî yorumlandığını görüyorum. Bu, beni rahatsız ediyor. Çünkü o soyutluk içinde fikrimin elini hiçbir yere koyamıyorum. Tefekküre kapı açılmıyor.

Fakr’ı anlamak, biraz daha pasif bir düzlemde, insanın yalnız kendi özünü anlaması olarak algılanıyor bizde. “Aslında Allah’a çok muhtaç canlılarız!” tesbitiyle böylesi değerlendirmeler nihayet buluyor. Daha ötesi? Daha ötesinde ayaklarımız yürümüyor, çünkü bundan sonrası yalnız ‘muhtaçlığın hatırlanması’ ile ilgili birşey. O kadarcık. Ben bu soyutluktan korkuyorum. Soyutluktan marifet devşirmek, amel çıkarmak çok güç. Çünkü soyutluk, mana aile aynı anlama gelmez. Soyutluk, bir tür tarif güçlüğüdür. Tarif edilemezliktir. Mana, o değildir. Mana, tarifin kendisidir.

Bir kere fakr’ı kendisinde başlayıp kendisine biten bir terim/yol olarak düşünmek, Risale-i Nur’un mesleğini dört esas içinde ders alanların rahatsız olacağı birşey olmalı. Benim külliyatın genelinden sahip olduğum kanaate göre; acz’de başlayan yolculuk fakr’a, oradan şefkate, oradan da tefekküre varıyorsa bu çark dönüyor. Yoksa dört esasın ayrı ayrı yürünmesi ile o mesleğe sahip olunuyor değil.

“Nur talebesi aczini bilecek. Nur talebesi fakr’ını bilecek. Nur talebesi şefkatli olacak. Nur talebesi tefekkür edecek...” Mesele bundan ibaret değil. Aslında Nur talebesi, aczini bilmekle başlayan yolculuğunu tefekküre kadar yaşarsa, kendi seyr-i sülûkunu bir devir tamamlamış oluyor. Bunlar başlıbaşına yollar, ayrı ayrı koridorlar değil. Birbirini tamamlayan süreçler. Birinde kalmak, yolda kalmak gibi.

Bediüzzaman’ın, sonu ibadetlere/fiillere (iltica, istinat, itimat, istimdad, istiğfar, tesbihan olmak) varan yolculuğu başlatırken acz’de ‘bilmek’ ve geri kalanda ‘görmek’ kelimesini kullanması, süreçlerin aslında tefekkür tetikleyici olduğunu düşünmemizi öğütler gibi: “... ‘aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Bu noktada şunu da anlıyoruz ki; ibadetlere varan yol, yalnızca ibadetlerin emredilmesi ve bizim işitmemizle ilgili değil. İbadetlerin yukarıdaki bir süreçten geçmekle ‘ihtiyaca’ dönüşmesi söz konusu. İmam-ı Gazalî’nin Tevbe Risalesi’nde (Etkileşim Yayınları) söylediği şu cümle çok anlamlı: “Şayet bir hareketin yapılmasında veya terk edilmesinde şu anda veya ileride bizim için takip edilen bir fayda yoksa, o fiille meşgul olmanın bir manası yoktur. O fiili bize biri vacip kılsın veya kılmasın fark etmez.”

Ben, Üstad Hazretleri’nin külliyatın içinde, özellikle hayatı nasıl tefekkür ettiğini anlattığı yerlerde, bu fakr dersini verdiğini düşünüyorum. Bir önceki yazımızda altını çizdiğimiz, dünyaya ‘veren’ gözüyle değil, ‘alan’ gözüyle bakmanın; Bediüzzaman’ın, hayatını ele alışında nasıl bir bakış açısına, tefekkür yöntemine dönüştüğünü idrak ediyorum.

Daha telif ettiği eserler konuşulurken kendisini ‘en çok muhtaç olan’ olarak zikretmesi, kâinata bu gözle baktığının en büyük delili. Ve fakr mesleğinin de nasıl bir meslek olduğunun temel taşı: “Her ne yapıyorsanız yapın hayır namına, veren el siz değilsiniz. Veren el olduğunuzu düşünüp üstünlüğü kendinizde saymayın. Alan el olduğunuzu farkedin. Ki aslında insan her zaman alan eldir. Üstün olan Allah’tır.” Bu noktada Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları romanındaki şu cümlesi ne kadar anlamlı geliyor bana: “İnsan, dünyada diğer insanların fedakârlığına nasıl muhtaçsa, öteki insanlara karşı fedakârlık etmek ihtiyacı da bazı aynı şiddette oluyor.”

Özetle söylemek istediğim şey şu: Fakr mesleğini mesleğiniz sayıyorsanız, dünyaya asla veren el olduğunuzu düşünerek bakmayacaksınız. Meseleleri veren el sizmişçesine yorumlamayacaksınız. Sizin elinizle insanlara sunulan isterse cennet olsun, o cenneti sizin elinizle sunmakla aslında en büyük bağışın size yapıldığını idrak edeceksiniz. Alan el kalacaksınız.

Aczinizi bilmek, onu verenin aslında siz olmadığınızı bilmenizi sağlayacak. Fakr’ı görmek verilenlerden birinin de siz olduğunuzu anlamanızı sağlayacak. Kainata karşı şefkatli olmak değil yalnız; Allah’ın size şefkat ettiğini, size şefkat edildiğini farkedeceksiniz. Bu tetikleyici, sizi, “Bu ihsanın size bağış olan yönü nedir? Bu nimet sizde neleri tamir etmek için verildi?” onu araştırmaya sevkedecek. Bu açlıktan bir tefekkür devşireceksiniz. Ortaya ya bir ilim ya bir ibadet çıkacak. Ve bu sizin gıdanız olacak. Sanki o dört esasın bize verdiği ders, Hz. Mûsa aleyhisselamın Kur'an'da geçen duası: “Rabbim, doğrusu; bana vereceğin her hayra muhtacım.”

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...