25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir yaşam açısı olarak: Fakr...

“Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce...” Âlak sûresi, 6-7

Bir önceki yazımızdan devamla biraz daha fakr’ı konuşalım istiyorum. Benim fakr’ı konuşmaya olan ihtiyacım, aslında biraz kendi cehaletimden kaynaklanan bir açlık dolayısıyla. Mevcut izahlarda fakr’ın daha pasif ve hissî yorumlandığını görüyorum. Bu, beni rahatsız ediyor. Çünkü o soyutluk içinde fikrimin elini hiçbir yere koyamıyorum. Tefekküre kapı açılmıyor.

Fakr’ı anlamak, biraz daha pasif bir düzlemde, insanın yalnız kendi özünü anlaması olarak algılanıyor bizde. “Aslında Allah’a çok muhtaç canlılarız!” tesbitiyle böylesi değerlendirmeler nihayet buluyor. Daha ötesi? Daha ötesinde ayaklarımız yürümüyor, çünkü bundan sonrası yalnız ‘muhtaçlığın hatırlanması’ ile ilgili birşey. O kadarcık. Ben bu soyutluktan korkuyorum. Soyutluktan marifet devşirmek, amel çıkarmak çok güç. Çünkü soyutluk, mana aile aynı anlama gelmez. Soyutluk, bir tür tarif güçlüğüdür. Tarif edilemezliktir. Mana, o değildir. Mana, tarifin kendisidir.

Bir kere fakr’ı kendisinde başlayıp kendisine biten bir terim/yol olarak düşünmek, Risale-i Nur’un mesleğini dört esas içinde ders alanların rahatsız olacağı birşey olmalı. Benim külliyatın genelinden sahip olduğum kanaate göre; acz’de başlayan yolculuk fakr’a, oradan şefkate, oradan da tefekküre varıyorsa bu çark dönüyor. Yoksa dört esasın ayrı ayrı yürünmesi ile o mesleğe sahip olunuyor değil.

“Nur talebesi aczini bilecek. Nur talebesi fakr’ını bilecek. Nur talebesi şefkatli olacak. Nur talebesi tefekkür edecek...” Mesele bundan ibaret değil. Aslında Nur talebesi, aczini bilmekle başlayan yolculuğunu tefekküre kadar yaşarsa, kendi seyr-i sülûkunu bir devir tamamlamış oluyor. Bunlar başlıbaşına yollar, ayrı ayrı koridorlar değil. Birbirini tamamlayan süreçler. Birinde kalmak, yolda kalmak gibi.

Bediüzzaman’ın, sonu ibadetlere/fiillere (iltica, istinat, itimat, istimdad, istiğfar, tesbihan olmak) varan yolculuğu başlatırken acz’de ‘bilmek’ ve geri kalanda ‘görmek’ kelimesini kullanması, süreçlerin aslında tefekkür tetikleyici olduğunu düşünmemizi öğütler gibi: “... ‘aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”

Bu noktada şunu da anlıyoruz ki; ibadetlere varan yol, yalnızca ibadetlerin emredilmesi ve bizim işitmemizle ilgili değil. İbadetlerin yukarıdaki bir süreçten geçmekle ‘ihtiyaca’ dönüşmesi söz konusu. İmam-ı Gazalî’nin Tevbe Risalesi’nde (Etkileşim Yayınları) söylediği şu cümle çok anlamlı: “Şayet bir hareketin yapılmasında veya terk edilmesinde şu anda veya ileride bizim için takip edilen bir fayda yoksa, o fiille meşgul olmanın bir manası yoktur. O fiili bize biri vacip kılsın veya kılmasın fark etmez.”

Ben, Üstad Hazretleri’nin külliyatın içinde, özellikle hayatı nasıl tefekkür ettiğini anlattığı yerlerde, bu fakr dersini verdiğini düşünüyorum. Bir önceki yazımızda altını çizdiğimiz, dünyaya ‘veren’ gözüyle değil, ‘alan’ gözüyle bakmanın; Bediüzzaman’ın, hayatını ele alışında nasıl bir bakış açısına, tefekkür yöntemine dönüştüğünü idrak ediyorum.

Daha telif ettiği eserler konuşulurken kendisini ‘en çok muhtaç olan’ olarak zikretmesi, kâinata bu gözle baktığının en büyük delili. Ve fakr mesleğinin de nasıl bir meslek olduğunun temel taşı: “Her ne yapıyorsanız yapın hayır namına, veren el siz değilsiniz. Veren el olduğunuzu düşünüp üstünlüğü kendinizde saymayın. Alan el olduğunuzu farkedin. Ki aslında insan her zaman alan eldir. Üstün olan Allah’tır.” Bu noktada Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları romanındaki şu cümlesi ne kadar anlamlı geliyor bana: “İnsan, dünyada diğer insanların fedakârlığına nasıl muhtaçsa, öteki insanlara karşı fedakârlık etmek ihtiyacı da bazı aynı şiddette oluyor.”

Özetle söylemek istediğim şey şu: Fakr mesleğini mesleğiniz sayıyorsanız, dünyaya asla veren el olduğunuzu düşünerek bakmayacaksınız. Meseleleri veren el sizmişçesine yorumlamayacaksınız. Sizin elinizle insanlara sunulan isterse cennet olsun, o cenneti sizin elinizle sunmakla aslında en büyük bağışın size yapıldığını idrak edeceksiniz. Alan el kalacaksınız.

Aczinizi bilmek, onu verenin aslında siz olmadığınızı bilmenizi sağlayacak. Fakr’ı görmek verilenlerden birinin de siz olduğunuzu anlamanızı sağlayacak. Kainata karşı şefkatli olmak değil yalnız; Allah’ın size şefkat ettiğini, size şefkat edildiğini farkedeceksiniz. Bu tetikleyici, sizi, “Bu ihsanın size bağış olan yönü nedir? Bu nimet sizde neleri tamir etmek için verildi?” onu araştırmaya sevkedecek. Bu açlıktan bir tefekkür devşireceksiniz. Ortaya ya bir ilim ya bir ibadet çıkacak. Ve bu sizin gıdanız olacak. Sanki o dört esasın bize verdiği ders, Hz. Mûsa aleyhisselamın Kur'an'da geçen duası: “Rabbim, doğrusu; bana vereceğin her hayra muhtacım.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...