Benim namazla hukukum aslında eskidir. İlkokul yıllarından itibaren dönem dönem başlamış ve bırakmışımdır. Ta ki, yirmi yaşıma kadar... Yirmi yaşımda, bir manevî sarsıntı neticesi açlıkla sarıldığım seccade, değil yalnız ahiretime umut, dünya hayatım için de kurtuluş olmuştur. (Huzurundan umut kesilmeyen Allah’a hamdolsun.) Bu kurtuluşun/umudun detayları bir tarafa, o günlere dair analizlerimi konuşmak istiyorum bu yazıda sizlerle. Geçmişte neyi yanlış yaptığımı, yirmi yaşımda ise neyi doğru anladığımı tartışmak istiyorum. Hem böylece belki, fakr’a dair bir sır da bize nazar edecek, inşaallah. Muvaffakiyet Allah’tan ve hamd her zaman Ona.
Şimdi, geçmişime geri dönelim: İlkokulun masumiyeti, ortaokul ve lisenin saf taklitçiliği içinde uyanamadığım şey neydi ki; ben, defaatle başladığım namazlarımı birkaç ay sonra nedametsiz bırakıyordum? Öyle ya! Namazların kıymetini biliyordum. Ailemde kılanlar da vardı. Buna rağmen benim dünyamda nasıl bir eksiklik vardı ki; kıymetini bildiğim bir ibadeti hakkını vererek yapamıyordum?
Bunu çok sorguladım. Çünkü aynı Ahmet’in yirmisinden sonra namazlarına devam edişi, önceki sebatsızlığını anlamamı güçleştiriyordu. Yıllar sonra, aradığıma, Bediüzzaman’ın bir cevabında rastladım. Orada Üstad Hazretleri, özetle; “Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?” şeklinde sorulan bir suale şöyle yanıt veriyordu: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın.” O zaman jeton düştü kafamda: Ben o zamana kadar namaza muhtaç olduğumu ve bende birşeyleri tedavi ettiğini hiç düşünmemiştim!
Evet, bunu bir itiraf olarak değil yalnız, bu zaman müslümanlarının bir gerçeği olarak kabul etmemiz gerek: Bizim, daha küçük yaştan itibaren aldığımız dinî eğitim, ibadetleri/yasakları bize ihtiyaç olarak öğretmiyor, hissettirmiyor. Daha çok onları (affınıza sığınarak söylüyorum) bir bonus kazanma aracı gibi tarif ederek ve faziletlerine vurgu yaparak özendirmeye çalışıyorlar. Bu dünyadan uzak, ahirete dönük yüzünü anlatıyorlar.
Ve böyle bir tedrisat da en nihayet, ortaokul ve lise yıllarındaki Ahmet gibi “Cenab-ı Hakka hediye verir, hatta—haşa—Onun bir ihtiyacını karşılar gibi...” ibadetler yapmamıza neden oluyor. Risalelerdeki o sorunun beslendiği mantık, bu aslında. Bizim namaz başta olmak üzere bütün ibadetlerle ilişkimiz bu yönüyle sorunlu. Birşey bağışlar gibi, artı puan kazanmaya çıkmışız gibi yapıyoruz onları. Açlık çekerek değil. Bu, aslında modern insanın kendisine vehmettiği kusursuzluğa da bir kapı açıyor. Kusursuz insan, çevresi için ne yaparsa, bunu fedakârlık olarak yapıyor. İhtiyaç olduğundan değil. Her yaptığı bağış. Her yaptığı bonus.
Hatta bu gözle “Tebessüm sadakadır” hadisini bile tekrar bir izah etmemiz gerekiyor kendimize: Neşeli olmanın insanın bizzat kendi psikolojisine müspet tesirinin ispatlandığı bugünlerde, bu sadaka kimedir? Yalnız topluma yapılmış bir bağış mıdır? Yoksa insanın bizzat kendisinin de nasiplendiği birşeyler, tedavi olan ‘manevî yaralar’ var mıdır? Yani bu sadaka Allah tarafından, tebessüm suretiyle yapılan, sende bir ihtiyaç giderme midir? Yoksa sen muhtaç olmadığın halde (hâşâ) avantadan insanlara tebessüm mü sunmaktasın? İtiraf et nefsine: Bağışta bulunan mısın? Bağışta bulunulan mısın? Nasıl hissediyorsun ibadetleri yaparken kendini? Mesela zekatını verirken?
Bize yapılan her kudsî tavsiyeyi ve amel-i salihi bu gözle (yani ihtiyaç gözüyle) tekrar gözden geçirmemiz gerek. Yalnız farzları değil, sünnetleri de... Ki ancak böyle böyle onları ihtiyaçlarımız gibi açlık hissederek yerine getirebiliriz. Ekmeğe ihtiyaç, meyveye duyulan ilgiye benzemez. Ondaki ihlas, ötekinde yakalanmaz. Risale-i Nur’un mesleğinin bir esası da fakr’dır. Ben bu fakr’ı, biraz da, işte böyle ibadetlere/takvaya açlık hissetmek olarak anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bonusları sonra düşünüp önce açlığa ve nedenlerine konsantre olmak... Ki bunun Ene Risalesi’ndeki ifadesi de şudur:
“Nübüvvet ise, ‘Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır’ diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.”
Nur mesleğinin fakr esasına dayanması, aslında insanın modern zamanlarda kendisine dayatılan ‘kusursuzluğu’ reddedip muhtaçlığına tekrar vurgu yapmasıdır bence. Kainata ‘veren’ olarak değil, ‘alan’ olarak temas ettiği noktaları itiraf edip açığa çıkarmasıdır. Girizgâhı itiraftır. Bu da bir tefekkür kapısıdır ve bu kapıdan girenler ibadetlerinde daha sebatkâr ve ihlaslı olurlar. Irvin Yalom’un da Bugünü Yaşama Arzusu’nda dediği gibi: “Tedavi, suçlamanın bitip kişinin sorumluluklarını kabul ettiği yerde başlar.”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder