Stres etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stres etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2020 Cuma

Evrim neden mutsuzluğumuzu arttırıyor?

Cenab-ı Hak hidayetinden ayırmasın arkadaşım. Bugünlerde 'acz' ve 'fakr' nüansı üzerine şöyle birşey kalbime geldi: 'Acz' eşiğinden bakınca taş insandan daha ileride duruyor. Neden? Çünkü nihayetinde beşerin 'e-bilmek' anlamında zâhirî bir iktidarı var. Duyuyor. Görüyor. Anlıyor. Yürüyor. Ediyor. Taş bunlardan hiçbirisini yapamıyor. Uğrayacağı zararlardan da sakınamıyor. Veya bizim gibi menfaatini kovalayamıyor. Fakat iş 'fakr' tezgâhına düştüğünde biz ondan daha ileriye geçiyoruz. Çünkü ihtiyacı yok gibi birşey. Bizimse birdolu. Neticede acz zemininde kaybetmemizi sağlayan herşey fakr dergâhında dizlerimizin kırılmasına neden oluyor. Taşı acizlikte ileri götüren her kemliği fakr kulvarında onu bizden zengin kılıyor. Bu acayibin acayibi işten benim kafama takılan bazı sorular var.

Lakin onlara gelmeden önce yine mürşidimin metinlerine uğrasak iyi olacak. Çünkü yukarıdaki durumun bazı göstergelerine o da eserlerinde işaret ediyor. Mesela nelerine? 1) Beslenme noktasında insanın pek de sandığı kadar 'ileride' olmadığına... Alıntılayalım: 

"Evet, en parlak bir mucize-i san'at-ı Samedâniye ve bir harika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise, rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de Odur. Ondan başkası olmaz. Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir (meyve kurtları ve balıklar gibi). Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer (çocuklar ve yavrular gibi). Evet, vasıta-i rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için, balıklarla tilkileri, yavrularla canavarları, ağaçlarla hayvanları muvazene etmek kâfidir."

Yani insan bütün iktidar/ihtiyar iddiaları içinde aslında rızık konusunda geri düşmüştür. Herhalde dünya üzerinde başka hiçbir canlı türünün bu kadar çok miktarda ferdi açlık çekmemektedir. Açlık çekmeyenlerin de bu rızkı yukarıda misal verilen canlılara göre ne güçlüklerle elde ettikleri ortadadır. Hayvanları misal vermeyi terkedip yüzümüzü bitkilere dönsek zaten hepten çuvalladığımız bir kulvara gireriz. Onların rızıkları sanki ayaklarına gelir. Aslanın belki günlerce kolladığı avının bin fazlasına ağaç kılını bile kıpırdatmadan ulaşır.

Peki Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği göstergeler sadece bu kadar mıdır? Hayır. Değil. Cık. 2) Bir de herşeyin özünü oluşturan 'mutluluk' meselesi var. Yine alıntılayalım: 

"Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer.

Burada da, farkettiğiniz gibi, dikkatimiz 'hayvanlardan üstün olmamızı sağlayan bazı yeteneklerimize' çekiliyor. Mesela: Biz zamanı daha geniş olarak algılayabiliyoruz. Yarını düşünebiliyoruz. Geçmişi tefekkür edebiliyoruz. Bunlar bir açıdan bakarsanız zenginliğimiz. Ancak diğer açıdan baktığınızda bunlarla havyanlardan geri kalıyoruz. Nasıl? Mesela: Mutsuz oluyoruz. Evet. Çok mutsuz oluyoruz. Evladımızı kucağımıza aldığımız andan itibaren, hatta bazen daha da öncesinden, geleceği endişemiz oluyor. Dertleniyoruz. Pişman oluyoruz. Hayatımızın tezadı buradan başlıyor. İrademizle ancak bulunduğumuz âna, o da eğer şuurundaysak veya imkanımız varsa, müdahale edebilirken tasavvurumuzla geniş zamanı kuşatabiliyoruz. Bu çelişkiden dolayı büyük sancılar çekiyoruz. Geriliyoruz. Stresleniyoruz.

Bence, tam da bu eşikte, evrimcilere bazı sorular sormak şart oluyor. Çünkü bu arkadaşlar mevzuyu sadece tek yönden ele alıyorlar. Başlarken ifade etmeye çalıştığım gibi, 'e-bilmek' noktasından bakarak, resmin sadece bir tarafını okuyorlar. Sözde gidişatın hep daha yukarıya olduğunu 'seçici algıyla' bize aktarıyorlar. Halbuki resmin tamamı böyle değil. Bizim hayvanlardan geriye doğru gittiğimiz yönlerimiz de var. İşte yukarıda bahsettik. Bir kere bizden başka hiçbir canlı böylesine bir stresi yaşamıyor. Bu kadar yoksunluk tatmıyor. Ne bileyim: Kutuplar eriyor diye telaş etmiyor. Yiyor. İçiyor. Yatıyor. Keyfine bakıyor. Bizse eylemlerimizle hem etrafımızdaki duvarları yükseltiyoruz hem de bu yükseltiyi solukluyoruz. Sözgelimi: "Yarınki düğünde ne giysem?" diye düşünen hiçbir maymuna rastlanmazken insanda böylesine abidik-gubidik tefekkürlere sıklıkla rastlanıyor. 

İnsanlığın son bir-iki yüzyılını düşünelim. Birçok yeni şeye ulaştık öyle değil mi? Elektrik yaptık. Telefon ürettik. Televizyon seyrettik. Uçak uçurduk. Ancak bütün bu süreçler bizde sadece 'e-bilmek' yönünde artış sağlamadı. Ya? Aynı zamanda ihtiyaçlarımızı da arttırdı. Yani fakrımız da arttı. Artık daha önce olmayan birçok 'keşke'miz var. Rızkından haberdar olmakla edindiğimiz bir dolu yeni açlık var. Ve yine dikkatinizi çekerim: İnsan bu noktada ileriye gittikçe dünyasına da daha fazla zarar veriyor. Hep virüslerle insanları benzetiriz. Matrix filminin de meşhur repliğidir. Fakat virüs dahi kainata bizim kadar külliyetli bir zarar veremez. Sistemi büsbütün bozamaz. Biz buna kadar varabiliyoruz. Yıkım noktasında bu kadar ileriye gitmişken, evrimin iddiasına göre başlangıcımız olan virüsten, daha ileriye gittiğimizi kim söylüyor? Sakın bu bakış resmin sadece bir yanını 'seçtiriyor' olmasın? Yahut da daha geriden soralım: Sakın bu evrim mevzuu bir göz aldanmasından ibaret kalmasın?

30 Mayıs 2019 Perşembe

Pedofili oruçsuzluğun bedelidir

"Hiçbir memlekette ahlak yıkıcılığı şu son çeyrek asırda Türkiye'de kaydedilen nisbeti bulmuş olamaz. Hergün bir yandan kendi kulaklarımızla duyduğumuz, bir yandan da kendi gözlerimizle şahit olduğumuz vakaların uyandırdığı endişe, milli bir kaygı, hatta telaş halini almak üzeredir. Bastımız her adımın altında bir tuzak olmak ihtimalini düşündüren bir hile, yalan-dolan havasiyle kuşatılmış gibisiniz. Türkiye'de yirmibeş-otuz seneden beri azalan bir müeyyidenin kıtlığı hergün biraz daha fazla hissedilmektedir: Allah korkusu!" Peyami Safa, Kavga Yazıları, 17.01.1956.

Uzmanların sıklıkla dikkat çektiği birşeydir şu: Bir alışkanlık ancak üzerinde yükseldiği öteki alışkanlık/alışkanlıklar öldürülebilirse öldürülür. Yani, mesela, 'internet bağımlılığınız' varsa, bunu öldürmenin metodu 'geç yatma' alışkanlığınızın öldürülmesidir. Geceleri uyanık kalırsanız eliniz elbette modeme doğru gider. Yine, mesela, herhangi bir zararlı madde bağımlılığının bitirilmesi için de o bağımlılığı çözümmüş gibi gösteren hayatınızdaki stres öğelerinin temizlenmesi gerekir. Stres kaynağına bağımlılığınız azalırsa bu tarz marazlar da azalır.

Hatta daha küçük alışkanlıklarda bile, velev tırnak yemek kadarcık olsun, çözüm onların ardındaki tetikleyicileri çözmekle mümkündür. Tetikleyiciler çözüldüğü zaman düğüm de çözülür. Tıpkı ilk çıkan siğil tedavi edilince diğer bütün siğillerin iyileşmesi gibi. Mürşidim bu sadedde der: "Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menbaıdır." Ve ekler: "Sıgar-ı nefis tekebbürün menbaıdır. Zaaf gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir."

Modern medeniyetin herbiri sinesinde artık birer kanser haline gelmiş sapkınlıkları gideremeyişinde de bu sırrın kokusu vardır. Yani, ahirzaman düzeni kimi marazları birer 'maraz' olarak kabul eder, fakat 'tetikleyicilerinin marazlığını' kabul etmez. Örneğin: Tacizi bir maraz olarak görür. Fakat karşı cinsler arasındaki mesafesizliği bir maraz olarak görmez. Kadının metalaşmasını bir sorun olarak görür. Ama tesettürsüzlüğü bir sorun olarak görmez. Alkol bağımlılığını bir maraz olarak görür. Ama içkiyi bir maraz olarak görmez. Fakirliği bir arıza olarak görür. Ama israfı bir arıza olarak görmez. Daha bunlar gibi pekçok şey vardır ki, ahirzaman insanı haklarında pekçok pekçok şikayetçidir, fakat onları doğuran etkenler karşısında endişesizdir. Önünü almaya yatkın değildir. Bir de üstüne teşvikçidir. Tüm sanat dallarında, özellikle romanında, bu çelişkinin izleri okunabilir.

Bediüzzaman Lemeat isimli eserinde modern sanatın bu çelişkisine sinema-tiyatro-roman üçlüsü üzerinden şöyle dikkat çeker: "Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." Hatta bu sanat anlayışı İslam'ın 'koruyucu hekimlik' tavsiyelerini bile çoğu zaman 'Aman da insan haklarına aykırı!' veya 'Aman da bireysel özgürlüğe müdahale!' veya "Aman da sanata saygısızlık!" şeklinde lanse eder. Kızar. Küser.

Halbuki her günahın arkasında bir israf vardır. "Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!" derken mürşidimin dikkatlerimizi çektiği de biraz budur. Eğer bir insan, yaşarken aldığı lezzetin bir sınırı olması gerektiğini düşünmezse, hazcılık onun hayatının merkezine kurulur. Zevk almak yapılan herşeyin meşrulaştırıcısı olur. Kanaat bu anlamda bizler için bir koruyucu hekimliktir. Daha azıyla mutlu olunabileceğini kabul etmeyen artık konaklayacak bir daha fazlası bulamaz. Çünkü her daha fazlanın bir daha fazlası vardır. Ve bu 'daha fazla'lar sonu gelmeyen basamaklar gibi karşımızda durup sürekli yukarıya çağırır. Bu noktada artık zevkin kaynağı ihtiyaçlar değil çeşitliliktir. Çünkü çoğu ihtiyaç ilk karşılamada biter. Mide ilk lokmada doyar. İktisat Risalesi tat alma duyumuz üzerinden der ki:

"İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Ben bu 'tenevvü-ü et'ime' meselesini çok önemli buluyorum. Ve ahirzamandaki birçok sapkınlığın böylesi bir annesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Modern insan sapıtıyor. Çünkü yetinmenin doğruluğuna inanmıyor. 'İhtiyaçlarını karşılarken lezzet almak' yerine 'daha fazla lezzet almak için ihtiyaç uydurmayı' tercih ediyor. Yaşarken yapmaya mecbur olduğu şeylerden lezzet almak yerine lezzet almak için mecbur olduğu şeyleri yapıyor. Hedonizm hayatın odak noktasını kaydırıyor.

Hatta bu sıralar televizyonlarda çokça örneğini gördüğümüz 'gurme' programlarında bile var bu. Aranılan doymak değil onlarda. Aranılan lezzet. Bu nedenle malzemeler bin türlü şekle sokuluyor. Yetmiyor. Helalin sınırına dayanıyor. Bu defa haramların dairesine geçiliyor. 'Farklı lezzetler denemek' başlığı altında eti yenmeyen hayvan, içilmeyen içki, karıştırılmayan malzeme, yapılmayan çılgınlık kalmıyor.

Peki 'kuvve-i zaika'da işler böyle de annesi 'kuvve-i şeheviye'de işler nasıl yürüyor? Yani lezzet odaklı insan 'tenevvü-ü et'ime/yiyecekleri çeşitlendirmek' ile yatayda hazzının derecesini yükseltmeye çalışıyor da cinsel meselerde de bunu tekrarlamıyor mu? Bilakis, aynı alışkanlığı burada da devam ettiriyor, hem de daha çirkin şekillerde.

Bugün birer arıza olarak dünyanın her köşesine yayılan eşcinsellik, pedofili, ensest vs. türünden sapkınlıklar "Zinaya yaklaşmayın!" ayetine kanaat edemeyişimizden değil mi? Eğer burada yetinebilseydik elbette şu çirkin tenevvü/çeşitlenme yer bulup sosyal hayata yerleşemeyecekti. "Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz!" emr-i Kur'anîsi bir duvar olup elimizi şerden kesecekti. Çeşitleri çoğaltmaktan gelen yataydaki sahte lezzetlerden yüzümüzü çevirip dikeydeki asıl lezzetlere, yani sahici ihtiyaçlardan gelen lezzetlere, bizi yönlendirecekti.

Ben, Aleyhissalatuvesselamın, zinadan korunmak için bekarlara oruç tutmayı tavsiye etmesinde de bu açıdan epeyce hikmet görüyorum. Yani, oruç sadece nefsimizi tokatlamıyor, bize tekrar dikeydeki lezzetlerin kıymetini de anımsatıyor. Aç kalıp doymanın ne kadar güzel birşey olduğunu hatırlatıyor. Susuz kalıp kanmanın ne kadar lezzetli olduğunu ihtar ediyor. Ve bu anımsama, sadece bizi güçsüz bırakarak değil, sadece nefsimizi tokatlayarak değil, asl-ı lezzeti hatırlatarak da 'sûn'î iştiha-yı kazibe'lerden kurtarıyor benliğimizi. "Alman gereken asıl lezzet bu!" diyor.

Ayılalım! Savaşmamız gereken cephe başka yerde değil burada. Geri dönelim. Direnelim. Zararlı alışkanlıkların üzerine bina olduğu marazları bulalım. İlk siğili tedavi edelim. Nerede o peki? Belki şurada: Biz 'daha azın yetebileceğine' dair inancımızda yara aldık. İlk siğil bu. Buraya bir şifa merhemi çalalım. Gerçek ihtiyaçlarımızın lezzetini unuttuk. Bunun için de oruç tutalım. Hatırlayalım. Hatırlayalım ki yaşadığımız türlü felaketlerin tedavisi burada. Evet. Oruç tutanlar azaldıkça bu rezillikler çoğalacaktır. Düştüğümüz yerden kalkalım. Çünkü, idam da dahil, başka hiçbir teşebbüs/metod bizi diriltemeyecek. Çünkü ilk siğile değemeyecek.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...