2008 yapımı The Happening/Mistik Olay filmini izleyenleriniz var mıdır bilmem. Enteresan bir yapımdı. Özet geçeyim: Dünyanın her yerinde insanlar toplu intiharlara başlıyorlardı aniden. Sebebi ise şuydu: Dünya, ona verdikleri zararlardan ötürü, iyice çoğalan insanlara karşı kendisini koruyordu. Bir tür antikor salgılayarak, tıpkı vücudun virüsleri temizlediği gibi, kendisini insanlardan temizliyordu. Onları iyice ilerlemiş bir enfeksiyon gibi görüyordu.
Bugün Yunus sûresini okurken 22. ve 23. ayetler kulağımdan tutup beni kendilerinde konaklattılar. "A acûl âdemoğlu, bizde de hisselerin var, sabırsızlıkla geçme, uğrayıp al!" dediler. Ben de "Eyvallah" dedim. Ellerini öptüm. Sofralarında konakladım. Ağzıma çaldıkları balın tek cümlede toplanışı şöyle oldu: "Dışımızdaki denizler taşıyorsa içimizdeki denizleri durdurmak içindir." Yahut şöyle: "İçimizdeki denizler şaşmasın diye taşırılıyor bazen dışımızdaki denizler." Veyahut da şu: "Dışındaki denizler taşıyorsa bil ki içindeki denizlerin durulmaya ihtiyacı vardır."
Hani basınç konusuna dair şöyle-böyle okuma yapanlar azbuçuk bilirler: Her canlının hayatta kalabileceği bir basınç aralığı vardır. İnsan vücudu atmosfer basıncına dayanır. Fakat suyun altında koruma giysisi olmadan inebileceği mesafe sınırlıdır. Suyun ağırlığı başka etkiler çünkü. Hatta inmeler-çıkmalar sırasında gözetilmesi gereken gavvas hassasiyetlerini kollayamazsa 'darbe' yer. Darbe ne demek? Bir tür basınç çarpması. Sonu ölümle biten bir yıkım.
Peki suyun altında böyledir de yukarılarda işler nasıldır? Özellikle Karadeniz bölgesinde seyahat yapanların tecrübelerine dayanarak size söyleyebileceği çok şey vardır. (Dağcılar hele bu işin en mütehassıslarıdır.) Yükseklere hızlı bir şekilde çıkarsanız oralarda da benzeri bir basınç sarsıntısı yaşarsınız. Kusarsınız. Başınız ağrır. Hastalanırsınız. Korkmayın. Mikrop kaptığınızdan değildir bu. Vücudunuz size yine uyarı vermektedir. Dışınızdaki basınçta meydana gelen değişime hazırlıksız yakalandığını bildirmektedir.
Dışarıda işler değişince hastalanıyoruz da içimizde işler deyişince başka mı oluyor? Bilakis, neredeyse aynısı oluyor, hatta fazlası yaşanabiliyor. Tansiyonunuz çıktığında bir sarsılıyorsunuz. Düştüğünde bir sarsılıyorsunuz. Kan basıncınızın inip-çıkmasıyla dışınızın üzerinizdeki tesirini daha farklı hissediyorsunuz. Yani herşeyin hassas bir düzeni var. İç-dış dengeli bir şekilde gitmeli. Dışarı taşarsa içerisi dikkatli olmalı. İçerisi taşarsa dışarısı duruma bakmalı. Her şekilde 'karışmayan denizler'in dengesi gözetilmeli.
Arkadaşım, sanma unuttum, başta yapmam gerekeni buraya kadar sakladım. İşte şimdi sana beni manalarında misafir eden ayet-i kerimelerin kısa bir mealini aktarıyorum. Buyruluyor ki: (22): "Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran Odur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlas ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: 'Eğer bizi buradan kurtarırsan, andolsun ki, şükredenlerden olacağız!' derler." (23): "Sonra Allah onları oradan kurtarır. Kurtulur kurtulmaz yeryüzünde çeşitli taşkınlıklara başlarlar. Ey insanlar taşkınlığınız sırf kendi zararınızadır. Şu değersiz dünya hayatının bir süre tadını çıkarınız, sonra nasıl olsa dönüp bize geleceksiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı tek tek size haber vereceğiz."
Bakar mısın: Sanki burada da bir tür iç-dış basınç dengesinden, içeride-dışarıda meydana gelen taşmalardan ve bu karşılıklı taşmaların örnekliğiyle görülen bir hakikatten bahsediliyor. Evet. Âdemoğullarının dengesini koruması gereken çok deniz var. Bu denizlerin bazısı içimizde. Bazıları ise dışımızda. İçimizdeki denizlerin dengesini korumakla biz görevliyiz. Cenab-ı Hak bizi bundan mesul kılmış. İmtihanı buna odaklamış. Haddimizi aşıp taşmamakla yükümlüyüz. Kibirlenmemeliyiz. Zalim olmamalıyız. Riyaya kapılmamalıyız. Aczimizi bırakmamalıyız. Fakrımızı unutmamalıyız. Şefkat etmeliyiz. Tefekkür etmeliyiz. Şükretmeliyiz. Hamdetmeliyiz. Duadan geri durmamalıyız. Allah'ı hatırlamalıyız. Böylesi fıkh-ı bâtına dair birçok detayı içimizin zenginliği bilmeliyiz. Kuşanabildiğimizce kuşanmalıyız. İşi ihlaslı tutmalıyız.
Tutamazsak ne olur? İşte o zaman dışımızdaki denizler taşar. Neden? Çünkü iç basıncımız bozulmuştur. İç basıncımızın bozulmasıyla dünyaya zulmetleye başlarız. Nasıl ki, dalgıçlar denizin basıncından çekinir, dünya da bizim basıncımızdan çekinir.
Say ki, dünya bizi içine almış bir deniz, biz de dünyayı içine almış bir insan deniziyiz. Onun basıncına karşı biz telaşlıyız. Bizim basıncımıza karşı da dünya telaşlı. Ve ne zaman haddimizi aşıp taşmaya başlasak dışımızda da kendi zararımıza dalgalar oluşturuyoruz. Dünya kendi basıncını yükselterek bize karşı korunmaya çalışıyor. Bizden gelen tsunamilere karşı sedler oluşturuyor. Belki biz de bu sedleri 'musibet' diye okuyoruz. 'Deprem' diyoruz. 'Sel' diyoruz. 'Fırtına' diyoruz. Onları gördüğümüzde tekrar haddimizi hatırlıyoruz. Aczimizi hatırlıyoruz. Sınırlarımıza dönüyoruz. En azından duruluyoruz.
Hani, şakayla söylenir, ama hakikati de vardır: Düşen uçakta ateist kalmaz. Çünkü uçağın düşmesi de bir dış dalgalanmadır. Dış dalgalanma başladığında, tıpkı yukarıdaki ayetlerde verilen fırtına-gemi örneğinde olduğu gibi, iç denizlerdeki bozulmalar sıkıntıyı farkeder. Hücumun tesirine karşı gerilere, olmaları gereken yere, doğru çekilirler. Böylece denge yeniden sağlanır. Fıtrat ayarları tekrar kendilerini gösterirler. Elhamdülillah. Şimdi buraya kadar konuştuklarımızdan hareketle soruyorum arkadaşım: Mürşidimin birazdan okuyacağın satırlarında da böylesi bir etkileşimin izleri okunmaz mıdır? Hani o Duhan'ın 29. ayetini tefsir ederken diyor:
"Şu âyet mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor: 'Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.' Ve mefhum-u muhalifle delâlet ediyor ki: 'Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlıyor.' Yani, ehl-i dalâlet, madem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini iskat ediyor, Sânilerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalifle der: 'Semâvât ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.' Zira, ehl-i iman ise, çünkü semâvât ve arzın vazifelerini bilir."
Günahlarımızı küçük görüyoruz. Çünkü dünyaya neler yaptığımızı göremiyoruz. Eyleyebildiklerimizi cirmimizle eş tutuyoruz. Fakat belki de dünya, tıpkı çevreye duyarsızlığımızla kirlendiği gibi, kulluğa duyarsızlığımızla da kirleniyor. Belki attığımız plastik poşetlerden zarar gören balık kadar melek zarar görüyor kötü sözlerimizden, kibrimizden, kemliklerimizden. İçimizde yükselen basınçtan kaç ayyüzlü darbe yiyor sezemiyoruz. Kaç sahile tsunami vuruyor görmüyoruz. "Neden başıma geldi ki bu!" diyoruz. Kızıyoruz. Halbuki kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var.
Fırtına etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fırtına etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
13 Haziran 2019 Perşembe
Kainatın da bize karşı korunmaya hakkı var
Etiketler:
Antikor,
Atmosfer,
Basınç,
çevre kirliliği,
Dağcılık,
Darbe,
Deniz,
Deprem,
Dünya,
Fırtına,
Hastalık,
İnsan,
Kur'an Ayetleri,
Mistik Olay,
Sel,
Sinema,
Taşkın,
The Happening,
Tsunami,
Yunus sûresi
29 Nisan 2019 Pazartesi
Bu özgürlüktür Bayan Merrett!
İman bir mü'mini nasıl özgürleştirir? Yok, bir saniye, çok ileriden başladık. Şuradan gelelim: Okuma-yazma bilmek bir çocuğa neler katar? Ian Mcewan Zamanın İzlerinde'de buna dair diyor ki: "Okuma-yazma bilen çocuk birşey okuduğunda kafasının içinde bir ses duyar. Çabucak gerçekleşen birşeydir bu. Çocuğu ona kitap okumaya vakit bulabilen ya da bulamayan yetişkinlerin kaprislerinden kurtarır." Buna benzer birşeyi, ama biraz daha büyüklere dair olanını, The Professor and The Madman (Deli ve Dahi) filminde duydum. Orada, akılhastanesine kendisini ziyarete gelen Bayan Merrett'in (Natalie Dormer) okuma-yazma bilmediğini öğrendiğinde, diyordu ki Dr. W.C. Minor (Sean Penn): "Size öğretebilirim. Çocuklarınıza öğretebilirsiniz. Bu özgürlüktür Bayan Merret. Buradan sadece kitapların sırtında çıkıp gidebilirim. Kitapların kanatlarında dünyanın sonuna kadar gidebilirim."
Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?
Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.
Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.
Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.
Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.
Okuma-yazma bilmek bütün bunları yapar mı sahiden arkadaşım? Bence yapabilir. Okuduğunuz zaman bir parça şu dünyanın esaretinden kurtulduğunuzu hissedersiniz. Şekillerin ardındaki manaya indiğinizde o şekillerin gıl u gışından müteşekkil 'fırtınalı deniz yüzü' de arkanızda kalır. Diplerde dalgalar yoktur. Diplerde kavgalar yoktur. Dingin bir okyanus vardır. Bu okyanusun içine dalarak seyr u keyf edersiniz. Başka renklere bulanırsınız. Başka dünyalar misafir edersiniz. Biraz 'o' olursunuz bu okumaları yaparken. Biraz da 'orada' kalırsınız. Metinlerdeki insanlar kadar insanlarla tanışırsınız. Mekanlar kadar mekanlar görürsünüz. Uzaya çıkarsınız. Güneşten makas alırsınız. Ay da hop atlarsınız. Sonra, eğer dilerseniz, saliseler içinde tekrar kitabın başındaki adama/kadına, yani başlangıç noktanıza dönersiniz. Böyle bir yetenek size bağışlanmış epeyce bir özgürlük değil midir? Yahut da şöyle söylemeli: Uzaklaşmak da özgürlükten değil midir?
Fakat neden hürriyeti yalnız bu tarz okuma-yazmalar ile sınırlamalı arkadaşım? Neden onu insanî harflere hapsetmeli? Bence okuma-yazmanın her türü insanı bir tür esaretten kurtarır. Yusuf aleyhisselamın özgürlüğü 'rüya tabiri'dir. Süleyman aleyhisselamın hürriyeti 'kuşlarla mukalemesi'dir. Davud aleyhisselamın ferahı 'dağların tesbihi'dir. Hızır aleyhisselamın cenneti 'ilm-i ledün' bilgisidir. Her peygamber kendisine bağışlanmış 'mucizevî okumalar' sayesinde bir farkındalığa erer. Bu farkındalık sayesinde kavmi içinde yaşarken dahi kavminden daha üst bir boyutta yaşar. Hem ümmetini de yaşatır. Misal: Rüya tabirindeki harikalığı, Yusuf aleyhisselamı, daha zindandayken özgürlüğe kavuşturmamış mıdır? Yani, tabir ettiği rüyalar sayesinde, hem kendisi hem hapisteki diğer mahkûmlar, bir tür hürriyet duygusu tatmamışlar mıdır? Yalnız düşleri kadarcık olsun duvarlarının dışına uzanmamışlar mıdır? Kanaatimce böyle bir yetenek de bir tür bugünden uzaklaşmadır.
Süleyman aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Davud aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hızır aleyhisselamın mucizesi de öyledir. Hepsinden ötede/zirvede Allah Resulü aleyhissalatuvvesselamın mucizeleri de öyledir. Hatta ona gelen ilk vahyin 'İkra/Oku' emriyle başlaması, Cebrail aleyhisselamın ona verdiği sıkıntıdan (yani bir tür sarılıp sıkmadan) "Ben okuma bilmem!" demekle değil, ancak "Neyi okuyayım?" demekle kurtulması, Kur'an eşliğinde kainatı okumaya başlamanın, onun için ve hem de ümmeti için, bir büyük kurtuluş olacağının müjdesi değil midir? Evet. Elhamdülillah. Zaman da bunun şahitliğini içermiştir. Cenab-ı Hakkın hidayeti bu ümmeti en çok Kur'an ve sünnet eşliğinde geliştirdiği kainat tefekkürleriyle feraha kavuşturmuştur. Yüzeyin ardındaki anlama bakmak veya kollamak ahirzaman kullarını 'fırtınalı deniz yüzünün' kem tesirlerinden korumuştur. Yani, bir diğer tabirle, Yusuf aleyhisselamın ümmeti için 'rüya tabiri' ne ise bizim için 'kainat tefekkürleri' de odur. Biz de ancak ölünce uyanacağımız bu dünya uykusundan Kur'an'ın tabirleriyle ayılırız.
Bediüzzaman'ın talebesi Refet abiye mana-i harfî ile mana-i ismînin farkını anlattığı bir yer var. Yazıyı uzatmak pahasına alıntılamak istiyorum: "Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları başlarında o mesele izah edildiği gibi ilm-i hakikatın Sözler ve Mektuplar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyânat vardır. Senin gibi zekî ve müdakkik bir zâta karşı fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir."
Her okumada bu sır vardır aslında. Okumak bakılanın mana-i harfî kılınmasıdır. Bakılanın mana-i harfî kılınmasıysa aynı zamanda esaretinden bir parça kurtulmaktır. Çünkü ondan aşkınlaşmaktır. Ardına uzanmaktır. Üstüne çıkmaktır. Derinine inmektir. Yani her neyin içinde/üstünde bir fazla boyut açsak o şeyin 'yalnızca o şey olmaktan' kaynaklanan esaretini deleriz. Ondan bir parça hürriyete kavuşuruz. Onu aşarız. Bu yönüyle Kur'an-ı Hakîm'in bize sunduğu imkan, getirdiği bilgi, özellikle Esmaü'l-Hüsna'ya dair olan bağışı, kuşanabildiğimiz miktarda bizi herşeyden özgür kılar. Misal: Cenab-ı Hakkın 'Hakîm' ismini bilen bir insan varlıkta da bu ismin izlerini, tecellilerini ve tesellilerini arar. Başına gelen kötü şeylerde "Vardır bir hikmeti!" diyerek esaretinden kurtulur. Bu kurtuluşu psikolojik olarak da hisseder. Yine Allah'ın 'Kerîm' ismini bilen birisi de olabileceklere karşı özgürleşmiştir. Her ne ihtimal ile korkutulsa "Mevlam Kerîm'dir!" der, inşaallah, dalgaları aşar gider.
Bu açıdan ben 'okumalarımıza-yazmalarımıza' daha bir dikkatle bakabileceğimizi umuyorum. Okumak 'kapıyı açmak'sa yazmak 'kapıyı açık bırakmak'tır. Bizim de açtığımız kapıları başka ihtiyaç duyacaklar için 'açık bırakmak' sorumluluğumuz var. Mürşidlerimiz de asırlardır eserleriyle bize bunu yapıyorlar. En başta imanımız kalbimizde bu işi yapıyor. Ve yine evde-işte-okulda-sokakta, kısaca hayatın her yerinde, üzerimize üzerimize gelen duvarlara karşı 'okuma eşiğini' atlamaya ihtiyacımız var. Esaretinden sıkıldığımız herşeyin ötesini okumalarımızla bulabiliriz. Ben 'buldum' diyemiyorum. Almam gereken çok yol olduğunu da seziyorum. Ancak yolun varlığına imanım tam. İsimlerin akisleri orada duruyor. Fakat şeylere bakarken onları aşmakta zorlanıyorum. Bence psikoloji ilminin özü de bu tarz okumaları geliştirmeye dayanıyor. Hasılı, arkadaşım, okumak bizi yalnız büyüklerin değil varlığın kaprislerinden de kurtarabilir.
25 Ocak 2018 Perşembe
Fırtınayı arkamızda bırakmak için
Bu da Risale okurken farkettiğim birşey oldu arkadaşım. İnşaallah doğru farketmişimdir. Farkındalığımın özetiyse şudur: İsim, failin 'fiilin küllünde' görünen yanıdır. Sıfat, failin 'fiilin künhünde' görünen yanıdır. Şuunat, failin 'fiilin devamlılığında' görünen yanıdır. Ne demek bunlar? Elimden geldiğince izah etmeye çalışayım. 'Elimden geldiğince' diyorum. Çünkü zor. Tevfik ise Allah'tandır.
Bir örnek üzerinden somutlaştırmayı deneyelim: Odanızdaki masa 'yalnız varlığına yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'eser' olduğunu söyler. Çünkü vardır. Biraz daha üzerine odaklandığınızda 'yalnız bütünlüğüne yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'faili' olduğunu söyler. Çünkü her eser bir fiil/fiiler sonucudur. Yapıttır. Yapılmıştır.
Oradan 'isme' gidilen bir yol bulunur. İsimler fiilerin faillerini 'teşhis etmek' veya 'hatırlamak' veya 'tanımlamak' için üzerlerine bıraktığımız işaretler gibidir. Yapıtı yapan Yapan'dır. Masayı yapan Marangoz'dur. Duvarı yapan Duvarcı'dır. Sonra siz 'bütüne gösterdiğiniz dikkatin üzerinde bir dikkatle' eserdeki detayları okumaya girişirsiniz. Eserin 'tek bir fiilin' değil 'birbiriyle ilgili birçok fiilin' sonucu olduğunu farkedersiniz. Fiiler ziyadeleşir. Fiilerin ziyadeleşmesi faili de isimlerden aşkın şekilde tarif etmeyi tetikler.
Her nesnede 'varolması varoluşun zaruriyatından olmayan' ama 'varoluşuyla eserin varlığı daha da muhteşemleştiren' 'hikmetli artılar' nazarınıza çarpmaya başlar. Mesela: Örnekteki masa 'varoluşu onu buna mecbur etmediği halde' süslenmiştir, renklendirilmiştir ve/veya şekillendirilmiştir. Bütün bu artıları ustasının/failinin 'sadece bir fail olmaktan öte' meziyetlere de sahip olduğunu gösterir. Çünkü eserde varolmaktan fazlası vardır. Bir özen vardır. Bir sanat vardır. Bir güzellik vardır. İnceliklerin böylesi bir derinlikle okunmasından isimlerin üstünde ('üstünde' demekten kastım 'bütün isimler için geçerli olmak'tır) bir sıfatların farkındalığı/bilgisi ortaya çıkar.
Demek ki o usta 'sadece bir Yapan' değildir. Fazlasıdır. Marifetinin (tabir-i caizse) detayları eserinin küllünde görülen fiilden de aşkındır. O sanatkâr usta, yaratışında, farklı seviyede veya türden incelikleri de gözeten bir ustadır. Sanatı lahana yaprağı gibi içiçe sarılmış, birbirine dolanmış, hatta birbirine dokunmuş, güzelliklere sahiptir. Örneğin: Yaptığını güzel yapmayı seven bir ustadır. Gözün neyi beğeneceğini bilen bir ustadır. İnsanın neyi seveceğini bilen bir ustadır. Eylemekten öte estetik bir murada da sahiptir.
Bu okuma, masanın sadece bütününe değil, detaylarına da gösterilmiş bir dikkatin sonucudur. Detaylar, işte böylece, ustanın fail olmaktan öte yanlarını bize fısıldar. Ancak iş burada da bitmez. Bu kez bakışınız detaylardan çıkar, masanın bütününden yükselir, aynı ustanın yaptığı bütün masaları bir anda kuşatır. (Onlardaki detayları da bir anda kuşatır.) Artık burada görülen eserdeki 'bütünlük' değil eserler dizisindeki 'tekrar'dır. Yani tekrarlanan fiilerin bütünüdür.
Kanundur. Daha doğrusu: Fiilerdeki devamlılıktır. Bu usta yaptığı bütün masalarda aynı hassasiyeti gözetmekte midir? Eğer gözetmiyorsa belki de denk geldiğimiz şu masa bir istisnadır? Ve biz bir istisnadan ustanın ahlakına dair çıkarımlar yapamayız. Çünkü istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat özenli bir tekrar ancak kasıtla olur.
Ahlak ise kaide okumalarından çıkar. İşte, bu noktada, fiilerin devamlılığı üzerinden yaptığımız okumaların bilgisine ihtiyaç duyarız. Bakarız ki mesela: Bu usta yaptığı tüm masalarda aynı inceliği gözetiyor. Aynı detayları kotarıyor. Aynı hassasiyetleri koruyor. O zaman sıfatların üstünde bir bilişle 'şuunatın marifetine' ulaşırız. O ustanın bu sanatları yapmaktaki devamlılığının kendi zatındaki bir kemalden ve o kemale işaret eden bir şuunattan kaynaklandığını, varlığın 'zorunda bırakması' veya 'öyle icap ettirmesi' işi olmadığını görürüz. Bu bizi, elhamdülillah, artık eşyadan bağımsız bir bilişe ulaştırır. Varlıktaki değişimlerin sıkletinden kurtuluruz. Kalbimizdeki imanı da, inşaallah, kurtarırız.
Tıpkı fırtınalı bir deniz yüzeyinin altındaki derinliklerde fırtınadan eser olmaması gibi, bize de öyle gelir ki, artık dünyanın üzerinde ne olursa olsun varlığa bakışımızı değiştirmez. Büyüklerimize "Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler!" veya "Kahrın da hoş. Lütfun da hoş!" dedirten sır budur. Ustayı şuunat düzeyinde bilmek, aynı zamanda, eşya ile bağlı okumalardan bağımsız olarak onu bilmektir. Daha doğrusu: Aşmış olarak bilmektir. Böyle bir bilgi elbette varlıkta yaşanan karmaşadan etkilenmez.
Nüanslarını şöyle bir örnekle anlatabilirim sanırım: Yeni yeni tanıdığınız bir insanın ahlakını fiillerinden okumaya çalışırsınız. Kadim dostunuzun fiilerini ise ona dair marifetinizle yorumlarsınız. Yabancınız size selam vermeden mi geçmiştir? Bunun tekrarı elbette onun ahlakında bir kemliğe işaret edebilir. Ancak dostunuzun birkaç kez selamsız yanınızdan geçmesi sizi telaşlandırır. Küsmüş müdür? Bir endişesi mi vardır? Kafasını meşgul eden ve çevresine dikkatini azaltan bir derde mi sahiptir? Olabilir. Hepsi olabilir.
Toparlarsam: Şuunat okuması eşyadaki değişimlerin zatın kemali üzerinden okunduğunu/anlamlandırıldığı bir düzeydir. İsim okuması ise eşya üzerinden zatın anlaşılmaya çalışıldığı bir düzeydir. İkisi de mübarektir. İkisinin de yeri vardır. İkisi de çok kıymetlidir. Ancak ikinciye erişince elde edilen huzur bir başkadır.
Ah arkadaşım, sözü çok uzattım, bütün bu söylediklerim mürşidimin şu metnini okurken lütfedildi kalbime işte:
"Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve 'nakkâş' ve 'musavvir' gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de..."
Bir örnek üzerinden somutlaştırmayı deneyelim: Odanızdaki masa 'yalnız varlığına yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'eser' olduğunu söyler. Çünkü vardır. Biraz daha üzerine odaklandığınızda 'yalnız bütünlüğüne yöneltilmiş bir dikkatle' size bir 'faili' olduğunu söyler. Çünkü her eser bir fiil/fiiler sonucudur. Yapıttır. Yapılmıştır.
Oradan 'isme' gidilen bir yol bulunur. İsimler fiilerin faillerini 'teşhis etmek' veya 'hatırlamak' veya 'tanımlamak' için üzerlerine bıraktığımız işaretler gibidir. Yapıtı yapan Yapan'dır. Masayı yapan Marangoz'dur. Duvarı yapan Duvarcı'dır. Sonra siz 'bütüne gösterdiğiniz dikkatin üzerinde bir dikkatle' eserdeki detayları okumaya girişirsiniz. Eserin 'tek bir fiilin' değil 'birbiriyle ilgili birçok fiilin' sonucu olduğunu farkedersiniz. Fiiler ziyadeleşir. Fiilerin ziyadeleşmesi faili de isimlerden aşkın şekilde tarif etmeyi tetikler.
Her nesnede 'varolması varoluşun zaruriyatından olmayan' ama 'varoluşuyla eserin varlığı daha da muhteşemleştiren' 'hikmetli artılar' nazarınıza çarpmaya başlar. Mesela: Örnekteki masa 'varoluşu onu buna mecbur etmediği halde' süslenmiştir, renklendirilmiştir ve/veya şekillendirilmiştir. Bütün bu artıları ustasının/failinin 'sadece bir fail olmaktan öte' meziyetlere de sahip olduğunu gösterir. Çünkü eserde varolmaktan fazlası vardır. Bir özen vardır. Bir sanat vardır. Bir güzellik vardır. İnceliklerin böylesi bir derinlikle okunmasından isimlerin üstünde ('üstünde' demekten kastım 'bütün isimler için geçerli olmak'tır) bir sıfatların farkındalığı/bilgisi ortaya çıkar.
Demek ki o usta 'sadece bir Yapan' değildir. Fazlasıdır. Marifetinin (tabir-i caizse) detayları eserinin küllünde görülen fiilden de aşkındır. O sanatkâr usta, yaratışında, farklı seviyede veya türden incelikleri de gözeten bir ustadır. Sanatı lahana yaprağı gibi içiçe sarılmış, birbirine dolanmış, hatta birbirine dokunmuş, güzelliklere sahiptir. Örneğin: Yaptığını güzel yapmayı seven bir ustadır. Gözün neyi beğeneceğini bilen bir ustadır. İnsanın neyi seveceğini bilen bir ustadır. Eylemekten öte estetik bir murada da sahiptir.
Bu okuma, masanın sadece bütününe değil, detaylarına da gösterilmiş bir dikkatin sonucudur. Detaylar, işte böylece, ustanın fail olmaktan öte yanlarını bize fısıldar. Ancak iş burada da bitmez. Bu kez bakışınız detaylardan çıkar, masanın bütününden yükselir, aynı ustanın yaptığı bütün masaları bir anda kuşatır. (Onlardaki detayları da bir anda kuşatır.) Artık burada görülen eserdeki 'bütünlük' değil eserler dizisindeki 'tekrar'dır. Yani tekrarlanan fiilerin bütünüdür.
Kanundur. Daha doğrusu: Fiilerdeki devamlılıktır. Bu usta yaptığı bütün masalarda aynı hassasiyeti gözetmekte midir? Eğer gözetmiyorsa belki de denk geldiğimiz şu masa bir istisnadır? Ve biz bir istisnadan ustanın ahlakına dair çıkarımlar yapamayız. Çünkü istisnalar kaideyi bozmaz. Fakat özenli bir tekrar ancak kasıtla olur.
Ahlak ise kaide okumalarından çıkar. İşte, bu noktada, fiilerin devamlılığı üzerinden yaptığımız okumaların bilgisine ihtiyaç duyarız. Bakarız ki mesela: Bu usta yaptığı tüm masalarda aynı inceliği gözetiyor. Aynı detayları kotarıyor. Aynı hassasiyetleri koruyor. O zaman sıfatların üstünde bir bilişle 'şuunatın marifetine' ulaşırız. O ustanın bu sanatları yapmaktaki devamlılığının kendi zatındaki bir kemalden ve o kemale işaret eden bir şuunattan kaynaklandığını, varlığın 'zorunda bırakması' veya 'öyle icap ettirmesi' işi olmadığını görürüz. Bu bizi, elhamdülillah, artık eşyadan bağımsız bir bilişe ulaştırır. Varlıktaki değişimlerin sıkletinden kurtuluruz. Kalbimizdeki imanı da, inşaallah, kurtarırız.
Tıpkı fırtınalı bir deniz yüzeyinin altındaki derinliklerde fırtınadan eser olmaması gibi, bize de öyle gelir ki, artık dünyanın üzerinde ne olursa olsun varlığa bakışımızı değiştirmez. Büyüklerimize "Mevlam görelim neyler. Neylerse güzel eyler!" veya "Kahrın da hoş. Lütfun da hoş!" dedirten sır budur. Ustayı şuunat düzeyinde bilmek, aynı zamanda, eşya ile bağlı okumalardan bağımsız olarak onu bilmektir. Daha doğrusu: Aşmış olarak bilmektir. Böyle bir bilgi elbette varlıkta yaşanan karmaşadan etkilenmez.
Nüanslarını şöyle bir örnekle anlatabilirim sanırım: Yeni yeni tanıdığınız bir insanın ahlakını fiillerinden okumaya çalışırsınız. Kadim dostunuzun fiilerini ise ona dair marifetinizle yorumlarsınız. Yabancınız size selam vermeden mi geçmiştir? Bunun tekrarı elbette onun ahlakında bir kemliğe işaret edebilir. Ancak dostunuzun birkaç kez selamsız yanınızdan geçmesi sizi telaşlandırır. Küsmüş müdür? Bir endişesi mi vardır? Kafasını meşgul eden ve çevresine dikkatini azaltan bir derde mi sahiptir? Olabilir. Hepsi olabilir.
Toparlarsam: Şuunat okuması eşyadaki değişimlerin zatın kemali üzerinden okunduğunu/anlamlandırıldığı bir düzeydir. İsim okuması ise eşya üzerinden zatın anlaşılmaya çalışıldığı bir düzeydir. İkisi de mübarektir. İkisinin de yeri vardır. İkisi de çok kıymetlidir. Ancak ikinciye erişince elde edilen huzur bir başkadır.
Ah arkadaşım, sözü çok uzattım, bütün bu söylediklerim mürşidimin şu metnini okurken lütfedildi kalbime işte:
"Nasıl ki, mükemmel, muhteşem, münakkâş, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkâşlık, bizzarure, mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve 'nakkâş' ve 'musavvir' gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder. Ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder. Ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe, o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder. Ve o kemâl-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder. Aynen öyle de..."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...