Kelime etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kelime etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2017 Cuma

Arrival'dan hakikat-i Muhammediye'ye (a.s.m.): Varlığın daireselliği üzerine...

"Sonunda hep Ona döndürüleceksiniz."
(Rum sûresi, 11)

2016 yapımı Arrival/Geliş filmi bize Hollywood'un metafiziği zayıf tepelerinden ilginç şeyler söyledi. Bende kalanları özetlersem: Neyin önce neyin sonra olduğu aslında 'ona nereden baktığınızla' ilgili birşeydir. Hayatınızın önce gibi görünen bir detayı sonranızın etkisiyle şekillenmiş olabilir. Sonra gibi görünen bir detayı öncenizi tetiklemiş olabilir. Modern fizik açısından bunun kuşatılabilir bir anlamı yoktur. Çünkü modern fizik determinizme dayanır. Determinizme göre ancak önceler sonraların yaratıcısıdır. Ancak nedenler sonuçların anasıdır. (Teolojilerindeki şirkin izdüşümü bir kastı varlıkta da tahayyül ederler.) Fakat ezel-ebed sahibi ve yarattıklarından aşkın bir Allah'a inandığınızda, yaratılışın her anı, varolduğu bütünle birlikte anlam kazanan ve ancak onlara yaslanmakla ayakta durabilen harflerden ibaret hale gelir.

Her ne kadar siz, yaratılışın içinde yeralarak, cümleyi 'henüz kuruluyor' gibi (Kitab-ı Mübin) görseniz de, aslında o cümle zamandan aşkın bir şekilde çoktan kurulmuştur (İmam-ı Mübin). Tıpkı Mülk sûresinin 14. ayetinde buyrulduğu gibi: "Yaratan bilmez olur mu hiç?" Bilmek yaratışın kudretten ve zamandan aşkın varoluşudur. Hep varolan varlığıdır. Bunun kadere iman ile de bir ilgisi var. Kadere iman ettiğimizde, biz, aslında varlığın şahit olduğumuz kısmını aşan 'zaman üstü yanına' iman etmiş oluruz. Çünkü cümle anlamlıdır. Güzellik, hikmet, rahmet, nizam, sanat, adalet... her biri bu anlamın farklı renkteki delilleridir. Anlam ise, cümleyle aynı anda değil, kurulmasından önce varolan birşeydir. Hadi bunu kusurlu bir örnekle daha anlaşılır kılalım:

Kalınca bir sözlükteki kelimelerin tek tek yazıldığı binlerce kağıtla dolu büyükçe bir kavanoz düşünelim. Determinizme göre; varlık, ancak süreç içinde ve sürecin kendisi tarafından yaratılabileceği için, rastgele çekilen kelimelerin veya karıştırırken kavanozdan düşenlerin oluşturacağı cümlenin ister-istemez anlamlı olacağı iddiasında bulunur. Fakat, kadere iman, kavanozdaki hangi kağıtta hangi kelimenin yazılı olduğunu önceden bilen birisinin seçimleriyle ancak anlamlı cümlelerin kurulabileceğini söyler. Hangisi haklıdır? Tecrübe etmek serbest. Yüz tane kelimeyle deneyelim bunu. Hatta elli kelimeyle. Sanıyorum yapacağımız denemelerin tamamı kadere imanı haklı çıkarır. Evet, anlamlı bir varoluş, ancak anlamın önceden bilinip parçaların ona göre seçilmesi/yaratılması ile mümkündür.

İşte burada kader-yaratılış arasındaki ilişki ile Arrival filminin bize öğütlediği bakış açısı barışıyor. Hatta mezkûr filmin böyle bir dersi neden 'dil' üzerinden verdiği de daha anlaşılır oluyor. Çünkü cümle anlamın en küçük yapıtaşıdır. 'Ol!' demekle irade edilen anlamın sonucudur 'oluveren' şey. Biz anlamlı bir cümleyi kurabilmek için o cümlenin anlamının daha önce zihnimizde/kalbimizde varolmasına muhtacız. O anlamın bütünlük içinde varoluşu ile o bütünlüğe yakışır bir cümle kurabiliriz. Cümlenin sonunda dile gelen anlam, aslında, varlıktaki hiyerarşi açısından cümleden öncedir. Yani; bir açıdan onun tohumu iken, diğer açıdan meyvesidir. Varlıktaki bu dairesellik, en büyük boyutunda kader ile önümüze çıkarken, daha küçük boyutlarda tohum-ağaç-meyve, düşünülen anlam-kurulan cümle-söylenilen anlam, tasarlanan sanat-üretilen eser-gösterilen sanat üzerinden de okunur.

Harflerin kendi başlarına içerdikleri tek anlam kendileridir. Bir kelimenin içinde kendilerinden daha aşkın birşeyler ifade etmeye başlarlar. Sonra bir cümle içinde kelimedeki hallerinden daha aşkın şeyler söylerler. Sonra bir metin içinde söylediklerinin sayısı artar. Fakat anlamın önceden varoluşu, tıpkı Arrival filminde dikkatimizin çekildiği gibi, varlığın sıralamasını da altüst eder. Mürşidimin tabiriyle; varlık, 'tecezzi kabul etmez bir küll'dür. Herşey birbiriyle aynı cümlenin parçaları gibi ilgilidir. Sonra gelen kelimenin varlık amacı, önceki kelimeyle değil sadece, bütün metinle ve metinden önceki anlamla açıklanabilir.

Şunun bir benzerini şiir yazanlarınız çok yaşamıştır: Bazen, en güzel mısra ilk akla gelendir de, şiirin ortalarında veya sonunda yeralır. Şiirin geri kalanı ona göre döşenir. Romancılar da iyi bir son veya kurgu keşfettiklerinde bunu yaparlar. Kurgunun o köşesine veya o şatafatlı sona gelene kadar yazılanlar, aslında, tasarım olarak onlardan sonra varolmuşlardır. Ancak siz romanı elinize aldığınızda önce oraları okursunuz. Arrival gibi filmler ise böylesi öncelik-sonralık ilişkilerinin sinemadaki şeklini gösterirler bize. (Burada yazar ancak filmi izleyenlerin anlayabileceği birşeye atıf yaptı.)

Şimdi bir sıçrama yapalım. Mürşidim miracı andığı bir yerde diyor ki: "Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtüvesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar..."

Bahis uzun. Haber verdiği döngü harika. Bize 'varlığın dairesel yolculuğunu' hakikat-i Muhammediye üzerinden ders veriyor. 'Levlake levlak...' sırrıyla kulak aşinası olduğumuz birşey bu. Devamında diyor ki mürşidim:

"Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü birşeyin neticesi, semeresi evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir."

Birşeyin neticesinin/semeresinin ondan evvel düşünülmesi... Vücuden en ahir olanın manen en evvel oluşu... Bunlar işte benim size yazı boyunca anlatmaya çalıştığım şeyler. Allah'ın ezelî oluşu da aslında bize bunu anlatıyor. Allah, elbette yarattığı zamanın öncesinde bir yerde değil, ondan aşkın. Ressam resminin içinde hapsolmaz. Allah için yaratılış cümlesinin kurulmamış bir yanı yok. Gelecek-geçmiş, öncelik-sonralık, neden-sonuç... Bunlar zamanın parçası olan ve içinde ancak bir miktar varolan bizlerin dertleri, sınırları.

"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."

Fakat mürşidim elbette benden güzel anlatıyor. Çünkü o, aynı hakikati, güzeller güzeli aleyhissalatuvesselamın örnekliğinde izah ediyor. Onun isminin anıldığı herşey güzelleşir. Çünkü; ism-i şerifi sayesinde, harfimiz, içinde varolduğu cümlenin anlamıyla buluşur. Dairenin iki ucu birbirine kavuşur. Ona çokça salavat getirmemizin bir sırrı da budur. Parça bütünün anlamını hatırlar/hatırlatır. Bu sırrı kavrayamanların, salavat-ı şerifenin faziletini diline dolayanların veya 'Levlake levlak...' tılsımına itiraz edenlerin kulakları çınlasın. İlla gavurlar filmini çekince mi bazı şeylere iman edecekler?

14 Aralık 2016 Çarşamba

Allah bağımlılık yapar mı?

"İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar." Münazarat'tan

Sırf birşeyler yazmak için yazmak mümkün mü? (Nasıl sorarsın? İşte yapıyorsun ya!) Galiba bu kalem işi bende biraz bağımlılık halini aldı. Müsekkin alır gibi yazıyor ve okuyorum. Okudukça ve yazdıkça sakinleşiyorum. Bir tür kitap/kalem terapi. Her gün bir miktar onlarla ilgilenmek, bana, 'bir işe yaramışım' gibi hissettiriyor. Asıl bağımlılığım o demek ki. Bir işe yaramaya mecbur yaratılmışım. Mecbur da denmemeli belki buna. Birşey olmaya muhtaç yaratılmışım. Lezzet de alıyorum çünkü. Kendisinden ibaret kalmaması gereken. Başkasına/ötesine işaret etmek üzere yaratılan. Yani ki, mürşidimin ifadesiyle, harf olarak yaratılan. Mana-i harfî... Kendi başına anlamsız. Bir kelime bulmalı.

Hiç sağa sola bakmaya gerek yok. O arızalı benim. Benden fazlasına işaret ederek son bulmamışsa günüm, gecesinde, boğulur gibi hissediyorum. İçine kaynayacağı ve onunla kendinden ötesi olacağı kelime bulamamış, cümle kuramamış harfim sıkılıyor. Bir yerlerden kendimi atasım geliyor. Mekanlara sığamıyorum. Duvarlara kızıyorum. "Bir su bulsam da elbiselerimle birlikte içine atlasam!" diyorum. İşte, o yüzden size, Allah'tan bahsetmeye ihtiyacım var. Çünkü Allah'tan bahsetmekle kendim olmaktan veya kendimden ibaret kalmaktan kurtulacağım. Allah, güzel isimlerini fikrimize lütfetmekle, bizi, kendimizde boğulmaktan kurtarmıştır. Talim-i esma Âdem'in (a.s.) kurtuluşudur. Ondan haberdar olmak, daha ilk farkındalık anından itibaren, hayat kurtaran bir nimettir. Bir cansimididir. Bir tutunacaktır. Kur'an'daki ifadesiyle sapasağlam bir kulptur. Kopmaz bir halattır. Cinnetin eşiğinden keskince bir dönüştür.

Allah bilmekle bitmeyecek olandır. Ona dair marifetin sonu yoktur. Ve biz bu sayede sınırlarla dolu dünyamızın kenarından düşmeyiz. Ayakları dünyaya basan, ama aklı ve kalbi dünyaya sığmayan insan, ancak böyle bir 'gayba' iman etmekle ferah bulabilir. Gayba imanın insanda yaptığı ilk etki özgürlüktür. Siz hürriyeti 'istediğini yapmakla' veya 'istemediğini yapmamakla' ölçebilirsiniz. Ben böyle yapmam. Eylemelerime değil bilişlerime yüklenirim. Esaretimi 'kendimden ibaret kalmakla' veya 'dünyadan ibaret kalmamakla' ölçerim.

Eğer herşey yaşadıklarımdan ibaretse, yaşamakla geçen zamanın, hür veya esir, hiçbir anlamı yoktur. Nihayetinde ölüm gelir ve hepimizi yokluğun esiri eder. Kendince hür olan ve kendince esir olan yoklukta eşitlenir. Ancak Allah varsa, ki vardır, o zaman kavram olarak 'hürriyet'in ele alınır bir tarafı olabilir. Çünkü Allah'ın varlığını bilmekle gayba iman edilmiş olur. Gayb, bize, bu dünyanın beş duyu organımızla algıladığımızdan ibaret olmadığını söyler. Demek ötesi de vardır. Buradan sonsuzluğa bir kapı açılır. Sonsuzluğun olduğu yerde yaşanır ancak hakiki hürriyet. Dünyamıza sonsuzluğun teşrifi ancak Allah'ın marifeti ile olur. Sonsuz olan birşeye iman ettiğimizde gerçek anlamda özgürlükten bahsedilebilecek bir alana sahip oluruz.

Onu bilişinin ve Onu bilmemizin sonu yoktur. İşte özgürüz. Onun ihsanının ve bizim muhtaçlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Onun yaratış kudretinin ve bizim yaratılışa açlığımızın sınırı yoktur. İşte özgürüz. Özgürlük atı, kibirde değil, ancak sonsuz esmaü'l-hüsnanın dilenciliğinde kendisini hür hisseder. Münacaat-ı Veysel Karanî'nin (r.a.) okudukça ruha genişlik veren sırrı da budur belki. Bediüzzaman'ın tercüme edişiyle nakledeyim: "Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden Sensin. Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzâk Sensin. Çünkü biz rızka muhtacız; elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren Sensin. Hem Sensin Malik. Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek Malikimiz Sensin. (...) Ve hâkezâ, bütün mevcudatın, küllî ve cüz'î herbirisi birer Veysel Karânî gibi, bir münâcât-ı mâneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla kudret ve kemâl-i İlâhîyi ilân ediyorlar."

İnsan, Allah'ı bilmekle ne elde eder? Bana öyle geliyor ki; işte, evvelce bunu elde eder. Biz Allah'a dair konuştuğumuz her anda bu farkındalıkla rahatlarız. Çünkü sonsuzluktan haberdar yaratılmış içimizdeki şeyler, haberdar oldukları, ancak vuslatına eremedikleri sonsuzluğun esintisine şu marifet ile ererler. Gaybın farkındalığında koşmak üzerine yaratılmış ruhumuz, dünya ahırından, madde ağılından memnun değildir. Önüne ne koysanız huysuzlanır. Tatmin olmaz ve sıkılır. Coşmak ister. Taşmak ister. Gayba iman etmediği sürece o alan açılmaz önünde. Acizdir. Fakirdir. Allah'a iman ettikten sonra dağlarını tanır. Ayaklarının sekerek bitiremeyeceği vadileri görür. Gözü doymadan gönlü doyar. Öyle ya, insan, ancak sonsuzluğun varlığını bilmekle tok olur. Belki bu yüzden Kur'an-ı Hakîm darlanmış ruhumuza şifa şifa fısıldar: "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur..." Yazmakta ve okumakta beni rahatladan da bu galiba. At sakinleşiyor. Dünya dünyadan ibaret değil. Şükür ki, ben de kendimden...

31 Mayıs 2015 Pazar

Hedef neden yenge?

Müslümanın imanı, tıpkı Nur ayetinde belirtildiği gibi 'cam fanus içindeki lambaya' benzer. Artık hayatındaki her davranış o imanın etkisinde şekillenir. Büsbütün imanın çerçevesine uysun veya uymasın, mutlaka bir şekilde o imanın telaşlarına, arayışlarına, endişelerine, yönlendirmelerine maruz kalır. Kafir gibi bakamaz artık dünyaya. Bakış açısı, bununla ilgili olarak da eşyadan yaptığı yorumlar, başka bir alana/eksene kayar. Güzel ahlak dediğimiz şeyler de, aslında, bu imanın 'insan denilen cam fanusta' yanmasıyla etrafa saçılan ışıklardır. "Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz!" atasözüne senelerden beri düşmanım bu yüzden. Sadece parayla imanı kıyaslaması açısından değil husumetim. Aynı zamanda imanı 'hayatta etkileri görülmez birşeymiş gibi' lanse etmesinden. Halbuki amel-i salih ve takva isimli iki ayağıyla iman bizzat hayatın kendisinde görülmeyi kasteder.

Teknoloji dediğimiz şeyin de, bazılarının savunduğu gibi, iman ve küfür karşısında nötr bir duruşa sahip olduğuna inanmıyorum. Hayrı, şerrine galip olabilir. Özünde bir hayır da bulunabilir. Fakat nihayetinde küfür psikolojisinin icadı olan herşey, vahiyden nasipsiz bir bakışaçısının ürünüdür. Bu yönüyle sınanmaya her zaman açık olmalıdır. Ehl-i sünnetin 'İsrailiyat' karşısında gösterdiği hassasiyetin bir benzeri, mutlaka bu alanda da gösterilmelidir. İsrailiyat olan bilgiler, eğer vahyin doğruladığı şeylerse, ehl-i sünnet bu bilgileri kabul eder. Eğer vahiyle çelişiyorsa, ehl-i sünnet onları reddeder. Eğer vahyin ve sünnetin hakkında malumat nakletmediği meselelerse, ehl-i sünnet bunların karşısında tevakkufta kalır.

Nötr kelimesi 'tevakkuf' manasını tam karşılamıyor aslında. Tevakkufun içinde, nötr kalmaktan öte, müteyakkız bir bekleyiş manası var. Tevakkuf, sırf beklemek değil, 'uyanık bir şekilde' beklemektir. Nötr kalmak, bir nevi agnostikliktir, yargısızlıktır. Doğru kullanımları açısından, iki kelime arasındaki bu nüansı hatırda tutmak gerek: Tevakkuf, sınamak için tetikte bir duruşu ifade ediyor. Nötr kalmakta bu yok.

Bunun için şöyle bir örneği veririm her zaman: Eğer otobüs bir müslümanın icadı olsaydı, mahremiyet algısından etkilenmez miydi? Yani; evlerimizde, düğünlerimizde, camilerimizde, toplu bulunduğumuz her yerde gözettiğimiz haremlik/selamlık endişesinden etkilenmiş otobüslerimiz olmaz mıydı? Mutlaka bu endişenin bir yerinden giriş yaptığı bir teknolojimiz olacaktı. Eğer bunları biz keşfetmiş olsaydık.

Şekillendirişin sonraki ve zoraki bir iradeyle 'Müslüman edeceğim lan bu icadı! Abdest aldıracağım lan ben buna!' şeklinde olmasına da gerek yoktu. (Pembe otobüs böyle bir ikincil iradedir.) İkinci iradeyi istemeyecekti. Fıtrî bir ahval olacaktı bu. Yani; fıtratı gereği, ister istemez böyle olacaktı. Çünkü kalpte ne varsa, elden de dilden de o çıkar. Müslüman bir mucid neyi keşfetse, imanının endişeleriyle bezenmiş olarak keşfeder. Bunu dindarlığı ölçüsünde yapar. O nedenle nükleer bombayı bir müslüman asla bulamaz, bulmamalı. O kadar insanı, masum/suçlu ayıramaz bir şekilde, katletmek bir müslümanın yapabileceği birşey değildir çünkü. Merhameti değil bakınız, ondan önce imanı izin vermez. Kur'an'ın şöyle dediğini anımsar şuur olarak beyninin bir köşesinde: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!"

İmanın endişeleri herşeyimize yansır. Bir ahlak olarak, mantığını unutsak bile, bir davranış şekli olarak bizimle yaşar. Kullandığımız kelimelere kadar tesiri vardır bunun. Ebeveynimize neden isimleriyle hitap etmeyiz Batılılar gibi? Neden aramızda bir yaş bulunan kardeşimize bile abi/abla deriz? Neden bayramlarda (pek de eğlendirici bir iş gibi görünmeyen) mezarlık ziyaretlerini aksatmayız? Bunların hepsinin altında İslam ahlakının ve ondaki hürmet duygusunun saklanmış sûreti, işareti, alamet-i farikası ve mantığı vardır. Neden olduğunu hatırlamasak da bu böyledir. Ve bunun böyle sürmesi, vahyin hayatla ilişkisini ayakta tutar.

Bunlardan birisini de ben 'yenge' kelimesi üzerinden okuyorum. Bir müslüman erkek, hangi kadınlar hakkında yenge kelimesini kullanır? Ve bu kullanım onun kalbinde/aklında nasıl bir çağrışım yapar? Bu sorular hakkında düşünmeye başlar başlamaz şu cevapları bulabiliyoruz:

Bu bir hürmet ve ihtar ifadesidir. Kadına dönük hürmet, erkeklere dönük ihtar. İki şekilde bir ihtardır. 1) Nefsine o kadının 'kemgözle bakılamayacak' olduğunu hatırlatırsın ve onu susturursun. 2) Andığın ortamdaki herkese o kadının başkasının namusu olduğunu hissettirirsin. Bir erkek, bir kadın hakkında 'yenge' ifadesini kullandığı anda çevredeki diğer erkeklere de bir uyarı yapmış olur: "Bu kadın bir başkasının namusu ve evet, bu namusa saygı göstermeyen insanlarla bir sorunum olacak!" İsterseniz, bir müslüman erkeğin yanında yengesi olarak bahsettiği kadın hakkında kötü birşey söyleyin. Dediğim şeyi size yumruklarıyla uygulamalı anlatacaktır. Bediüzzaman, Tesettür Risalesi isimli eserinde şöyle diyor:

"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

Burada anlatılan, benim de son hücreme kadar katıldığım, şey şu: Bir insan, kemgözle bakmaması gereken kadını 'yüzünden' tanır. Yüzünün alamet-i farikası o kadının şehvet duyulabilecek bir kadın olmadığını şiddetle hatırlatır ve bu hatırlama nefsin, değil ileri gitmesini, yola çıkmasını bile otomatik olarak engeller. Fakat ayrılması mümkün olmayan yerlerini açtıkça bir kadın, erkeğin onlarla kurduğu göz temasında nefsini susturacak 'çağrışımları' olmaz. Çünkü bu yerler yüz gibi/kadar alamet-i farika içermezler. Bu çağrışımların yitirilişi otokontrolün de yitirilişidir bir nevi. Bu nedenle açık saçıklığın artması insanlığın ahlakına zarar verir.

Bugünlerde 'yenge' kelimesinin başında da böyle bir belalı bulut dolaşıyor gibi geliyor bana. Önce şöyle başladı bu: Kadınlar 'yenge' kelimesiyle anılmaktan rahatsız olmaya başladılar. Televizyon dizilerinde kendilerine 'yenge' denilen kadınlar bu ifadeye tepki göstermeye, bunun 'birisi üzerinden tanımlanma olduğu' gerekçesiyle karşısında durmaya özen gösterdiler. (Şahit olduğum birkaç dizi var.) Tuhaf ve yeni bir özendi bu. Bu dil kısmen genç kadınlara da tesir etti. Onlar da bazen 'yenge' denildiğinde öyle denmemesini talep ediyorlar. (Bunun da bizzat muhatap olduğum bir örneği var.) Gerekçeleri yine aynı: Başkası üzerinden tanımlanmamak. Ne kadar da haklı bir gerekçe gibi duruyor öyle değil mi?

Mesele yalnızca bundan ibaret olsa, feminist özgururuna sahip olmak isteyen bacılarımı haklı görebilirdim, fakat değil. Son zamanlarda biraz spor/haber gazetesi veya sitesi karıştıran varsa görmüştür 'yenge' kelimesinin nasıl kullanıldığını. Yenge ifadesinin geçtiği her yerde 'en şuh duruşları ve çıplaklıklarıyla' dizilmiş sıra sıra kadın fotoğrafı var. Kim bunlar? Yengelerimiz. Nereden? Futboldan dünyasından. Tuttuğumuz takımda oynayan bir yabancı futbolcunun karısı/sevgilisi bizim yengemiz. Fakat nasıl bir yenge? Mümkünse en kemgözle bakacağınız kişi. Bunun vaktiyle şöyle bir iğrenç toplumsal karşılığı da yaşanmıştı: Galatasaray ve Fenerbahçe derbisinde Fenerbahçeliler Jardel'in eşinin fotoğraflarını, Galatasaraylılar da Lazetiç'in eşinin fotoğraflarını tribünden sallamışlardı. Anlamı malum. Anlamı iğrenç. Anlamı hâzâ pislik. Tam da Bediüzzaman'ın yıllar önce altını çizdiği şey: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

O zaman bunun haberini de aynı yayın odakları şu tarz yapmışlardı: Tribünde yengeler savaşı... Komplo teorilerini sevmem. Ama ben bu işin amaçsız olduğunu düşünmüyorum. Şuurla veya şuursuzca, bu toplumun ahlakının en kadim ifadelerinden birisinin altı oyulmaya çalışılıyor. Yenge dediğimiz anda artık aklımıza (Pavlov'un köpeğinde başardığı gibi) bu yengeler geliyor. Ve artık yenge kelimesi, kemgözle bakamayacağımız kadın hatırlatmasını bize yapmıyor. İşte Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi'nde dikkatimizi çektiği şeyin dilimize kadar uzanan ucu bu. Kelimelerde bile alamet-i farikaya müsaadesi yok bunların. Buna karşı direnmeliyiz!

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...