Tahrif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahrif etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Şubat 2025 Salı

Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur değildir

Bu mevzua 'biraz kişisel bir içerik'le başlamak istiyorum. Hidayet Allah'tan. Hamdı da yalnızca Ona. Fakat, sebepler dairesine dönersek, beni nurcu yapan Kenan Demirtaş Hoca'dır. Tek bir Haşir Risalesi dersiyle gözümü açmıştır. Yani, külliyatı, kitaplıktan 'mürşidlik' seviyesine çıkarmıştır gözümde. Ömrüm oldukça kendisine dua ederim. Fakat insanın imtihanı mürşidini bulunca da bitmiyor. Evet. Nurları içmeye başladığımın dördüncü veya beşinci senesinde zannediyorum 'tahrif tartışmalarına' rastladım. Yahut şöyle ifade edeyim: Tartışmaların içine düştüm. Böyle birşeyin tartışıldığını öğrenene kadar ihtimali dahi hatırıma gelmemişti. Sarsıldığımı anımsıyorum.

Gençken kolay vesveseye kapılınıyor. Zaten doğru düzgün bir ilmimiz de yok. Karşı koyamıyorsunuz. Bir süre ne yapacağımı bilmez halde sağa-sola bakındım. Cevap aradım. Bazı cevaplar tatmin etti. Bazıları etmedi. Bazı cevaplar bazı hususlar hakkında ikna ediciydi. Ama diğer bazılarını açıklamaya yetmiyordu. Bir zaman böyle gitti.

Sonra, yine mübarek bir hoca vesilesiyle, göğsüme genişlik veren bakış açısını kazandım. Vesveseler dağıldı. Rahatladım. Tekrar Nurlara döndüm. Bir daha hiçbir sarsıntı yaşamadım. Peki beni yaralarımdan kurtaran kimdi?

O kişi de Ebubekir Sifil Hoca'dır. Ebubekir Hoca'nın gerek derslerinde gerek kitaplarında öğrettiği 'ehl-i sünnet mizanı' eksik kalan parçamı tamamlamış gibi oldu. Kalb u aklıma şifası çoktur. Hepsini buraya sığdıramam. Lakin 'tahrif' hususunda vesveselerimi Risale-i Nur'a dair yanlış bir yönelişimi düzeltmekle iyileştirdi. O da şudur:

İnsan, bir mürşidin cazibesine kapıldığı zaman, onu bir ölçüde 'müstakilleştirmek' istiyor. Öyle görmek arzu ediyor. Bunu iki sebepten istiyor: 1) Muhabbetinin ziyadeliğinden dolayı başkalarını hatırına getirmeyi istemiyor. (Aşk ikincilere katlanamaz derler.) Seven sevdiğinde kaybolmayı arzuluyor çünkü. Garkolmayı arzuluyor. Bir tür 'vahdet-i şuhud' hali yaşamayı diliyor. 2) O halin bir tezahürü olarak da 'lazım her cevabı yalnız mürşidinde bulmak' kolaylığına koşuyor. Sağına-soluna, önüne-arkasına, yukarısına-aşağısına nazar etmiyor. Meşgul olmuyor.

Nefsimizi temize çıkarmamak lazım. Bunda tembelliğimizin de bir hissesi olabilir elbette. Eh, evet, bu türden tavırlar 'muhabbetlerinde' mazur olsalar da, Allah korusun, 'istikametlerini' yitirmeye müsaittirler. Zira bir mürşid 'müstakilleştirildikçe' korumalarından mahrum kalır. Nasıl Furkan-ı Hakîm, kendisi 'Furkan' olduğu halde, Sünnet-i Seniyye'den mahrum edildikçe tahrif edilebilir hale gelir; aynen öyle de; bir ehl-i sünnet mürşidi de; yolunu anlamaya yardımcı diğer mürşidlerin, meşayihin, ulemanın ilminden; yani ehl-i sünnet çizgisinden; mahrum bırakıldıkça tahrif edilebilir hale gelir-getirilir. Çünkü, o bir sıradağın parçasıdır, müstakil bir ada değildir.

Bir çizgi, çizginin devamlılığı, aslında o çizginin her noktası için koruyucudur. Geometride ilk öğretilen şeylerden birisidir: Müstakil bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçebilir. Ama birbirinin aynı olmayan iki noktadan yalnız tek bir doğru geçer. 'Tek bir doğru' sahibi olmak isteyen, bu yüzden, birden fazla nokta sahibi olmak zorundadır. Yanlış anlaşılmasın. 'Kıblesini tevhid etmesi' ihtiyacı değiştirmez. Mürşidini bir halkaya bağlı olarak mürşid tutmak mecburidir. Kıble edinmek budur. Yoksa, o, mürşidin sözünü doğru anlamasına medar olacak kıstaslara sahip olamaz. Yanlış anlaşılmaktan mürşidi mesul olmaz amma kendisinin mesuliyeti de elbet kalkmaz.

"İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler."

Yine, Bediüzzaman Hazretlerinin başka bir yerdeki ifadesiyle, bu ümmet istikametini 'sünnet' ve 'cemaate' dayanarak muhafaza etmiştir. Kendisinin ehl-i sünnete aidiyeti ise 'tartışılmaz'dır. Yalnız eserlerinde 'ehl-i sünnet' ifadesini taratmakla bile mürşidimin mesleğini kimlerden saydığı apaçık ortaya çıkar. O yüzden ben diyorum ki:

Risale-i Nur külliyatı yalnız Risale-i Nur külliyatından ibaret değildir. Risale-i Nur külliyatı bir anahtardır. Ehl-i sünnet mirasıyla yeniden bağ kurmamızı sağlar. Amacı budur. Kendisini sünni bilmeyen nurcular yetiştirmek değildir. Nurculuğu sünniliğin muhafazasına araç kılmaktır. Eğer ona bu niyetle değil de 'müstakilleştirerek' müracaat ederseniz, tıpkı Kur'an'da dalalet için müracaat edenlerin dalaletlerini arttırarak ayrılmaları gibi, siz de yanlışınızı çoğaltacak 'yanlış anlamalar' arttırarak dönersiniz. "Bana Kur'an yeter!" diyenlerin durumuna "Bana Risale-i Nur yeter!" diyerek düşersiniz. Halbuki Risale-i Nur ancak sünni mirasıyla bağ kurmak isteyenlere yeter:

"Selef-i Sâlihînin ve muhakkıkîn-i ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazine-i azîmedir; fakat bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazineden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü hazine kapalıdır. Fakat bir anahtar çok hazineleri açabilir."

Tahrif konusundaki fitne de tam buradan kaynıyor bence. Risale-i Nur'u 'müstakilleştirerek' duruş sahibi olmaya çalışanlar kelimeler üzerine boğuşuyorlar. Halbuki, o kelime 'öyle' olsun 'böyle' olsun, yorumcunun ehl-i sünnete aykırı yapacağı her yorum zaten bâtıldır. Yani, Bediüzzaman Hazretleri, Kürt demiş olsa da bu Kürtçülüğü meşrulaştırmaz, Türk demiş olsa da Türkçülüğü meşrulaştırmaz. İslam'ın kavmiyetçiliği gömdüğünü biz tâ Veda Hutbesi'nden biliyoruz. Kur'an'dan biliyoruz. Sünnetten biliyoruz. Bu konuda Risale-i Nur külliyatındaki herhangi bir kelimenin yerinden oynaması şeriatın amel edişine veya itikada sirayet etmez ki üzerine kavga etmeye değsin. Nihayetinde ben hangi kelimeyle okusam oradan yine sünniliği anlayacağım. Başta Şafiî-Eş'arî ekolü olmak üzere, zira müellifin kendisi Şafii-Eş'ârî'dir, ehl-i sünnetin manalarıyla manalandıracağım. Öyle manalandırdıktan sonra zaten metin bana bid'a öğretir olamaz. Ve bid'a öğretir olmayan metnin de kelimelerine takılmanın anlamı kalmaz.

İşte, arkadaşım, bu endişeyi aştıktan sonra, mürşidimi bir 'ada' olarak değil de ehl-i sünnet dağ silsilesinin çağımdaki parçası olarak gördüğümde yani, kelimeler üzerindeki kavgam bitti. Vesvesem geçti. Rahatladım. Neyi anlayacağımı öğrendikten sonra ne okuduğumu araçsallaştırmam mümkün oldu. Fakat "Risale-i Nur'un hocası yalnız Risale-i Nur'dur!" bakışına sahip olanlar için bu tür mevzular içinden çıkılmaz olmaya devam edecektir. Hatta bu şekilde bakıldıkça ifrat-tefrit çok acayip yaklaşımlar da ortaya çıkacaktır. 'Cemaate' ve 'sünnete' yaslanılmazsa hiçbir grup istikametini muhafaza edemez. Beni düzelten bizliğimizdir. O yüzden böyle denmiştir:

"Sevâd-ı âzama ittibâ edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama dayandığı zaman, lâkayt Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette kalan salâbetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı."

Biz bir 'dava' değiliz. Dava ehl-i sünnet davasıdır. Biz dava içindeki burhanız. Mürşidimiz eserlerini bize böyle tanıtıyor. Ne itikadda üçüncü bir mezhebiz ne de amelde beşincisiyiz. Anlaşılacaklar yeni değil bellidir. İtikadımızın çizgisi bellidir. Yol Aleyhissalatuvesselamın yoludur. Bizim itikat umdelerini yeniden şekillendirmeye değil inanmak için burhana ihtiyacımız var. Mürşidimiz de eserleriyle bize bunu öğretiyor. Hizmetimize bakalım. Yeni davalar keşfetmek peşinde olmayalım. İnsan, kem bir niyetle aranırsa, 'arzusuna fikir sureti giydirecek' tuzakları şeytan illa kurar-buldurur. O Rahman u Rahîm'den dileyelim de sırat-ı müstakiminden ayırmasın. Âmin.

20 Şubat 2017 Pazartesi

Bir mü'min 'inanması zor gelen' bir rivayetle karşılaşırsa ne yapmalı? (4)

Bu seri boyunca sıkça naklettiğim bir ifade var. 24. Söz'ün 3. Dalı'nın 10. Asıl'ında geçiyor. Okuyunca hatırlayacaksınız: "Şimdi, insafın varsa, bu On Usulü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadisin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tabiri vardır' de, ilişme..." Mürşidimde ifadesini bu şekilde bulan şu temkin, aslında, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasının bize öğütlediği 'tevakkuf' hassasiyetidir.

Hakikati akıllarının kestirdiğinden ibaret görmeyen ve naklî bilginin dindeki değerini takdir eden kadirşinas büyüklerimiz, bize, bu duruşu ilmî bir hassasiyet olarak öğütlemişlerdir. Çünkü insanlığın imkansızlık algısı da, tıpkı diğer algıları gibi, değişkendir. Zamanının çocuğudur. Biz bunu en net teknoloji aynasında görürüz. Öyle ya! Bugün, çocuklar için bile gayet doğal olan işler, birkaç asır önceki dehalar için hayal edilemez şeylerdi. Gökte uçan kanatlı metal yığınlarının, hem de yüzlerce kişiyi, kıtalar ötesine taşıyabileceğini söyleseydiniz, dünün insanı sizi delilikle itham edebilirdi. Fakat onlar için harika olan şeyler bugün bizim için sıradan. Onlar için 'imkansız' olan şeyler bugün bizim için 'olağan.' Ve bu da gayet aklî birşey.

Mürşidim bu hakikate ahirzaman hadisleri hususunda şöyle değiniyor: "'Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek' olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gezmesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare halletmiştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar." Yani; ahirzaman hadislerinde olacağı söylenen öyle şeyler vardır ki, bunlar, dünün insanları için imkansız, fakat bugünün insanları için 'pekâlâ olabilir' şeylerdir. O vakit, bu hadisler hususunda, sahih senedlerine itimat eden ve keyfiyetini Allah'a bırakan tevakkuf ehli mi isabet etmiştir, yoksa aklının kestiremediğini hemen inkâra yeltenen tehevvür ehli mi? Öyle görülüyor ki; zaman, selefine ve senedine itimat ederek imanlarını koruyan ehl-i tevakkufu haklı çıkarmıştır. Birçok örnek aynı hakikati doğrulamaktadır.

Şimdi, meselenin bu kısmı hatırınızda kalarak, Kur'an'da geçen birşeye değinmek istiyorum. Yahudilerin maymun edilmesi meselesine... Birkaç sûrede birden buyrulan bu kıssaya göre; yahudiler, cumartesi avlanmama emrine uymazlar ve cezası olarak da maymun edilirler. İlgili ayetleri veya kıssanın detaylarını, yazıyı uzatmamak için, buraya almayacağım. Ancak şu serinin yazılmasına vesile olan Hamdi Akyol abinin itiraz metnini mezkûr kıssa üzerine uygulayarak tekrar nazar etmenizi istirham edeceğim. Önce orijinalini koyalım:

"Fotoğraftaki rivayet Ebu Davud'dan. 1617 numaralı hadis olarak Cem'u'l-Fevaid'de yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Peygamberimiz namaz kılıyor. Önünden bir adam merkebiyle geçiyor ve peygamberimiz beddua ediyor, adam ömrünün geri kalanını kötürüm olarak geçiriyor. Bu rivayete göre sebep, merkebiyle namaz kılan peygamberimizin önünden geçmesi. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu rivayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya 'âlemlere rahmet olarak gönderilen' peygamberimizin (haşa) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Şimdi, bu metnin Kur'an'daki o kıssaya uygulanışını görelim:

"Fotoğraftaki ayet Bakara sûresinde yer alıyor. Şimdi ilahiyatçı ve konuya ilgi duyanlarla bir konuşalım bakalım: Yahudilerin cumartesi günü avlanması yasak ve yine de dayanamayıp avlanıyorlar. Cenab-ı Hak da onları maymun ediveriyor. Bu ayete göre sebep yahudilerin cumartesi balık avlaması. Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya bu ayeti uydurma, yalan olarak değerlendireceğiz. Veya Rahman ve Rahim olan Allah'ın (hâşâ) gaddar, hoşgörüsüz, kinci biri olduğunu tasdik edeceğiz... Veya önümüzde bir üçüncü seçenek varsa, onu da bilelim?"

Tekrar tekrar yazılarımda dikkat çekmeye çalışıyorum. Böylesi hadis-i şeriflere yapılacak şu yollu bir itirazın eninde sonunda Kur'an'a gitmemesi imkansızdır. Çünkü mezkûr rivayetlerin temalarına yakın temalar Kur'an'daki kıssalarda da vardırlar. Durum, işte şu mezkûr sebepten dolayı, 'Aman canım!' denilmeyecek kadar önem arzetmektedir. Ve insaf ehline şöyle sordurmaktadır:

Ey mü'min muterizler, Kur'an'ı böyle şeyler için (hâşâ) yalancılıkla itham etmiyorken, aynı üslûplu hadisleri sorgulanır kılan nedir? Belki ve ancak 'senedleri' olabilir. İddianız şu ise anlaşılabilir yanı vardır. Eğer senedlerinde zaaf varsa, biz de bu hadisleri, hemen inkâr etmemekle birlikte, diğer hadisler derecesinde güçlü tutmayız. Yok, senedlerini de takmayıp sadece aklımızla bakacaksak meseleye, o zaman şu soruya da cevap bulmalıyız: Kur'an'a hiçbir beşerî sözün karıştırılmadığı isbat eden nedir? Yine senedine duyduğumuz güven değil midir? Öyle ya! Elimizdeki tam nüshalar ancak Emeviler dönemine kadar uzanabiliyor. Ya ondan öncesi? Ondan öncesi için yine ve mecburen senede itimat ediyoruz. Sahabeye, tabiine ve tebe-i tabiine güveniyoruz. Alternatif bir formül gösterebilenimiz var mı? Gösteren varsa onu da görelim.

Hamdi Akyol abinin mezkûr tenkidi, eğer bir senet tenkidine dayanmıyorsa (ki itirazında bunu gösterir birşey yoktur), yarın Kur'an'a aynı itirazı getirebilmesini ne engelleyebilir? Cenab-ı Hakkın bir ismine yakıştıramadığı herhangi bir hadiseyi inkârdan onu (veya bir başkasını) ne/kim alıkoyabilir? Hadis ilmine güveni berhava ettikten sonra aynı ellerden gelen Kur'an'ı bu şüphecilikten kim azât edebilir?

İşte, sözün sonu, yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin o muhteşem mirasına, yani tevakkuf hassasiyetine geliyor. Bediüzzaman'ın 'İlişme!' değişindeki sır anlaşılıyor. Arızanın özünü ortaya koyan soruysa şu: Yalnız bize mantıklı gelmemesi bir hadisin inkârına yeter mi? Çünkü, görüyoruz, bu iş burada kalmayacak. Yarın, Kur'an'daki kıssalara ve belki bir adım ötesinde, Allah korusun, Mutezile gibi şerrin hilkatini Allah'a vermemeye kadar gidecek. Çünkü tenzih akidesini yanlış bir kurguyla (belki bir ifratla) işlettiriyor. Ne diyelim? Allah hepimizi istikamet üzere eylesin. Âmin.

4 Aralık 2014 Perşembe

Güya Allah'ı takdis ederken... 8: İsrailiyata vururken İslamoğluiyat'ı dikmek

Şahin Doğan abi, Risalehaber'deki yazısında Mustafa İslamoğlu'nun Kur'an'ı Anlama Yöntemi isimli kitabında yaptığı bir tahrifi gözler önüne serdi. İslamoğlu, 25. Söz'den alıntıladığı bir metni, aslında Risale-i Nur kelimesi geçmediği halde, içine Risale-i Nur kelimesini de katarak, Bediüzzaman'ın kendi eserlerini Kur'an'ın eşiti gibi gördüğü iddiasına karine olarak sunuyor. Tabii delili safsata olanın iddiasının neresini düzelteceksin? Arşimed bile dünyayı kaldırmak için dayanacak bir nokta istemiş.

Ben de yazıyı okuyunca hayretler içinde kaldım. İddiası iftira olduğu gibi, dayandırdığı metin de iftira. Kat kat iftiranın lahana yaprağı gibi tortop önünüze konduğu bir kitapla karşı karşıyasınız. İsmi de Kur'an'ı Anlama Yöntemi. Dua edin mümin kardeşlerim: Allah bu yöntemle Kur'an'ı anlamaktan bizleri korusun. Fakat durun! İslamoğlu bu kitapta bir 'tersten eğitim' mi düşünüyor acaba? Yani "Ben kötüsünü yapayım, onlar da bana bakarak nasıl olmaması gerektiğini öğrensinler..." türünden bir çalışma. Çok mu hüsnüzan ediyorum? Evet, haklısınız.

Ben de daha önceki günlerde twitter'da kitaptan bir bölümü paylaşmış ve Mustafa İslamoğlu'nun twitter hesabını da ekleyerek sormuştum: "Bunca yıllık Nurcuyuz, yıllardır da iyi kötü Risale okuyoruz, bu cümleyi Bediüzzaman nerede söylemiş, hiç okumadık, mümkünse İslamoğlu bize açıklasın." Cümle ise şu idi: "Said Nursi bir yerde ebcedi nasıl keyfî kullandığını şöyle itiraf eder: 'Bazı kelimeleri ebced hesabı tutsun diye attım. Ama iyi ki atmışım. Hem ebced hesabı tuttu, hem de böyle mana daha güzel oldu.'" Doğrusu tahkik mesleğinin bir özelliği olarak ben hafızama değil, metne güvenirim. O yüzden Risale metinlerinde bu cümleleri içindeki kelimeleri tek tek aratarak bulmaya çalıştım. Yok, yok, yine yok. Yani hakikaten Bediüzzaman'a ait değil bu ifadeler. Ya bizim ehl-i aklımız, müdakkiklikte alemdarımız, tetkikte mangalda kül bırakmayanımız İslamoğlu nasıl alıntılıyor itiraf diye? Muhtemelen Üstad bizzat kendisine itiraf etti. Fakat nasıl olur? Üstad vefat edeli çok oldu. İslamoğlu yakazayı falan da sallamaz. Başka şekilde aldı haberi herhalde.

Üstelik İslamoğlu'nu yalanlayacak şekilde Risalelerde birçok ifade de var. Örneğin Birinci Şua'da geçen şu kısım:

"İşte bu risalede mezkûr otuz üç âyet-i meşhurenin bil'ittifak, tekellüfsüz, mânâca ve cifirce Resâili'n-Nur'un başına parmak basmaları ve başta âyetü'n-Nur on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mâbeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medâr-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri mâruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir."

Dikkatinizi çekti mi son cümle: Ebced/cifirin geçerliliği için tasannu/yapmacık olmaması şartını koşuyor Bediüzzaman kendi metninde. (Başka yerlerde tevafuk için de kullanıyor bunu.) Ve bu cümleyi Risale-i Nur'da aratınca bulabiliyoruz. Şimdi tabii İslamoğlu'na sormamız gereken birçok soru ortaya çıkıyor: Bütün kitap boyunca, dikkatte ve doğrulukta hep bu seviyede mi idiniz? Eğer öyleyse, vay halinize!

Hani bir söz vardır: "Şeytanın en büyük hilesi olmadığına inandırmasıdır" diye. Baudalaire atfedilir. Al Pacino ve Keanu Reeves'in başrollerini oynadığı Şeytanın Avukatı filminden akıllara kazınmıştır en çok. Aslında 13. Lem'a'da Bediüzzaman'ın da altını çizdiği birşeydir bu: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir." İşte bence Mustafa İslamoğlu da tam buna benzer birşey yapıyor metinlerinde. Bazı kavramlara öyle bir yaslanıyor ve o yaslandığı kavramların haklılığından öyle bir güç alıyor ki; bir kere onu diline dolayınca artık müminlere her cerbezeyi (hatta karşısında savaştığı şeyi bile) yuttururum sanıyor. Haricilerin "Hüküm Allah'ındır!" sözüne Hz. Ali'nin dediği gibi: "Bu söz, kendinden bâtıl murad edilen hak bir söz." Evet, nasıl o gün Hariciler dillerinde zâhiren hak sözlerle bâtıl murad edip Hz. Ali'ye karşı savaştılar; bugün İslamoğlu gibiler de buna benzer hak sözlerle bâtıl murad edip ehl-i sünnetle savaşıyorlar. Bunlardan bir tanesi de İsrailiyat meselesi.

İslamoğlu'nun derslerini takip edenler bilirler: İslamoğlu bu İsrailiyat kelimesiyle çok takıktır. Aklına uymayan, hoşuna gitmeyen, zekasının kesmediği, gözünün görmek istemediği her ne rivayet, tevil, icma, kıyas varsa hepsini İsrailiyat ilan edip kapıdışarı eder. Yani demek ister ki: "Bunlar dinin aslında yoktur ve sonradan dine katılmıştır. Eğer dinin aslından olsa, böyle mantıksız olmaz. İşte Yahudilerden gelmiştir, Hristiyanlar yapmıştır, Farslılar katmıştır..." vs. Rengi boldur, ama tadı aynıdır bu argümanın.

Naklolunan bilgilerde İsrailiyat nevinden şeyler karışık bulunabildiği riski, çok cüz'i olarak, ehl-i sünnetin ortak endişesi olduğu için; İslamoğlu da dayar sırtını bu genel kabul görmüş endişeye! Ondan sonra sallar kılıcını düşman üstüne. Önüne Buhari mi gelmiş, Müslim mi çıkmış, İbn-i Hacer'e mi çarpmış, İmam-ı Malikî mi rastlamış hiç umursamaz artık. Dane-i hakikatini bulmuştur ya, gayrı dünyada ona dur durak yoktur. "Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir." O da bu bâtılın hakkını verir. Tâmim eder de eder. Kimse kaçamaz keskin çeliğinden.

Fakat efendim, bu ehl-i sünnet ulemasına kılıcından aman çıkmayan, nefes aldırmayan âlimimiz, konu Batı kaynakları olursa, hiç de böylesi "Acaba?"lara sahip olmaz. Mesela kitabından bir alıntıyla gösterelim:

"Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır. Kapadokyalı Apollonius, rakam değerli harfleri kullanarak tılsımlar ve büyü formülleri icat eden bir pagandı. Onun tılsım ve büyü formülleri Müslüman çevrelerde de revaç buldu."

Görüyor musunuz aslan parçasını, hiç Batı kaynaklarından şüphe ediyor mu? Gerçi hangi kaynaktan bunları aldığı da belli değil, ama yeterli görmüş ki, hem 'Kanaatimiz odur ki...' dedirtmiş, hem de 'Muhtemelen...' gibi ehl-i ilme pek yaraşır ifadeler kullanmış. Şimdi, bu noktada durup sormak istiyorum: Buhari'yi, Müslim'i vs. Kur'an'a arz eden (aslında ne Kur'an'ı düpedüz kendi aklına arz eden) İslamoğlu acaba bu bilgileri kime arz ediyor? Kapadokyalı Apollonius'u Kur'an'da mı gördü de bize sorgulanmaz bilgi gibi dayatıyor İslamoğlu? Yoksa Pisagor sûresi diye bir sûreye mi denk geldi bizim okumadığımız bir yerde? Hiç öyle değil. Daha evvel de dedim, onun yaptığı birşeyleri Kur'an'a arz etmek değil. Doğruluğuna karar verdiği hususlarda Kur'an'ı ve sünneti kendine arz ediyor; bakalım Kur'an tevil edilebilir mi, sünnet de doğruyu tutturabilmiş mi diye.

Ve tabii bunun sonucu olarak "İsrailiyat, İsrailiyat!" diye bağıran İslamoğlu yavaş yavaş kendi İsrailiyatını kurguluyor İslam içine. Kur'an'da olmayan, sünnette yeri bulunmayan ama kendisinin pek kıymetli ve sorgulanmaz gördüğü kaynaklardan alınmış bu bilgilerle vahyi ve ehl-i sünnet ulemasını hizaya sokan muhterem hocamız, bunlar da yetmiyor, bir de uydurduğu metinleri başka âlimlerin ağzına koyup bize yedirmeye çalışıyor. Bazı rivayetlerini mantıksız bulduğu için Buhari'yi, Müslim'i itham eden aslan parçası; kendi kitabında Bediüzzaman'a demediğini dedirtiyor, dediğine de kaçak kat çıkıp tahrif ediyor. Kimbilir daha ne şekillerde ıslah edecek bizi. Hepimiz muntazır bekliyoruz. 1400 yıldır yaşayamadığımız İslam'ı, İslamoğlu gelsin de bize öğretsin diye. Fakat durun bir saniye! 1400 yıldır yaşanmıyorsa, o zaman alınan mirasın sağlığı da sorgulanmış olmuyor mu? Arada geçen bütün İslam geleneği sapkınlıkla suçlanmış falan? Amaaan, boşverin! İslamoğlu'nun aklı yeter size. Yerseniz.

17 Ekim 2013 Perşembe

Modern zaman Samirileri...

"Şu zamanın nazarı evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez." (27. Söz'den...)

Bediüzzaman, Ene Risalesi'de 'nefsin firavuniyetinin' üç türlü yansımasından bahseder: Red, tahrif ve inkâr... "(...) Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkar, ya tahrif eder..."

Ben ne zaman bu kısmı okusam, nefis ve firavun arasında kurulan ilgiden dolayı zihnen kıssa-yı Musa'ya giderim. Orada, Firavun'un, Hz. Musa'yı daha ilk dinlediği anda takındığı tavrı 'red' kavramı içinde değerlendirirken, sihirbazlarının yenilgisinden sonraki tavrını ise 'inkar' şeklinde ele alırım. Çünkü red'de aklın da dahil olduğu bir 'kabul etmeme' anlamı saklıyken; inkar'da, 'şahit olduğu şeyi görmezden gelme' veya 'saklama' anlamları saklıdır. Belki de inkar, diğer kuvvelerin akla baskın çıkıp onu 'görmezden gelmeye' zorladığı bir zemindir.

Gündelik kullanımları da buna yakındır bizde. Mesela; mahkemeler bir davayı usulüne uygun bulmadıkları için reddedebilirler, ama varlığını inkar etmezler. Yine evlilik teklifleri de uygun görülmeyerek reddedilebilir, ama inkar edilmez. Bu nedenle; Firavun'un, şahit olduğu mucizelerden sonraki haleti, bence, redden ziyade inkardır. Allah'ın varlığının şahidi olduğunu, yani reddetmediğini, ancak saklamaya çalıştığınıysa Kızıldeniz'de garkolurken söylediği cümleden anlarız: "Musa'nın ve Harun'un Rabbine iman ettim."

Tahrif kelimesini anlamak içinse kıssanın biraz daha ilerisine götüreceğim sizi. Sözlükte 'değiştirme, karıştırma, bozma, bid'at çıkarma' gibi renklere sahipse de, kelimenin kökeni; 'harflerin yerini değiştirmek'ten geliyor. Ve benim bu fiili kıssa-yı Musa'da daha çok yakıştırdığım kişi Samiri. Çünkü Samiri, Hz. Musa'nın dinini topyekün red/inkar etmiyor. Hatta Taha sûresi, onun İsrailoğullarını saptırırken kullandığı argümanları şöyle naklediyor: "Nihayet Sâmirî onlara böğüren bir buzağı heykeli ortaya çıkardı. Bunun üzerine Sâmirî ve adamları: 'İşte sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, ama o unuttu' dediler."

Yani görüldüğü üzere Samiri'nin yaptığı Hz. Musa'nın şeriatını toptan bir red veya inkar değil. Sadece kavramların içlerini kendisine göre doldurarak dini evriltmeye çalışıyor. Hatta Hz. Musa ile yaşadıkları diyaloglarda da söyledikleri manidar: "Sâmirî: 'Onların görmedikleri bir şey gördüm: (Sana gelen) ilâhî elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi' dedi."

Bu ayeti tefsir eden bazı müfessirler bu ayetlerin aslında Samiri'nin tahrifinin detaylarını verdiğini söylüyorlar. "Onların görmediğini gördüm" demekle aslında kastettiğinin "Ben senin getirdiğin vahyin, İsrailloğulları'nın bile görmediği/anlamadığı yanlarını anladım." Yahut "Ben herkesten daha fazla/farklı anladım" anlamlarını içerdiğini ifade ediyorlar.

"Elçinin izinden bir avuç toprak aldım ve onu attım" cümlesinden kastedileninse, kendi malumatının (veya eskinin bilgisinin) içine bir miktar da vahiy bilgisinden kattığını; yani vahiyle onları karıştırıp birlikte sunduğunun ve bu sayede tahrifin hem nefsine, hem İsrailoğullarına hoş geldiğinin beyanı olduğunu söylüyorlar. Yani Samiri, vahyin hakikatini inkar ediyor değil; ama içlerini doldurmada kendi keşfiyatını (onların görmediğini gördüm) ve eskinin bilgisini (erimiş mücevheratın içine attım) da kullanıyor.

Peki, ben bu yazıyı niye yazdım? Şimdi oraya geleyim: Malumunuz, bugünlerde de 'Kur'an müslümanlığına dönmek' diye bir trend var. Bunu hakikaten/hakikatli bir yolla isteyenler bir yana, bir de nefislerine bir günahkâr özgürlük kazandırmak için eline lügatı aldığı gibi Kur'an metinlerine koşanlar var. Bunları, 1400 yıllık dev çınarı bir çırpıda red/inkâr edip "Kökü aslında anlayan biziz" demelerinden zaten ayırabiliyorsunuz.

Sorsanız, belki doğru düzgün Arapça bile bilmiyorlar. Ama ellerinde süper sözlükler mevcut. Onlara bir daldılar mı, tıpkı Samiri gibi, 1400 yıldır kimsenin görmediği manaları görüyorlar; onları etimolojik sihirlerle birbirlerine bağlıyorlar. Sonra içine bir tutam da vahiy atıp önünüze kendi buzağılarını tapılması gereken hakikat gibi dikiveriyorlar.

"Kurban kesmeye gerek yok" diyorlar mesela. "Namaz aslında üç vakittir" diyorlar. Sorsanız, kurcalasanız, daha neler neler dökülüyorlar. Hepsinin kudreti bir lügatçe, bir etimoloji. Zaten Hobsbawm, Darwinizm ve etimoloji arasındaki o meşhur bağıntısını boşuna kurmuyor. Bunlar da almışlar ellerine bir etimoloji sazı; vahyi/dini evriltiyor da evriltiyorlar. Sanırsınız, Arapçayı da ilk bunlar keşfetmişler. Araplara bile Arapçayı öğretebilirler. O derece...

Bu açıdan baktığınızda ne kadar da yolları Samiri'nin yoluna benziyor! Fakat korkmayın kardeşlerim. Bunların gürültüleri fazla, davulcuları çok olsa da Hz. Musa'nın Samiri hakkındaki hükmü belli:

"(Musa ona şöyle) dedi: 'Haydi çekil git. Artık senin için hayat boyunca, 'Benimle temas yok' diye söylemen var (bir vahşi gibi yapayalnız yaşamağa mahkum olacaksın). Hem senin için asla kaçamayacağın bir ceza daha vardır.'" Bunların bahtları da hep Samiri gibi yalnız kalmak. Sebebi ise, yaptıklarıyla ümmetin muhabbetini kaybedip nefretini kazanmak. Ve sonraki hayatlarında "Bana dokunmayın! Bize karışmayın! Benim hayatım! Benim görüşüm! Bence..." deyu sızlanıp durmak. Yani bir Samiri yalnızlığıdır bunların da kaderi...

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....