Unutmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Unutmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2022 Perşembe

Kendinden umut kesmeyen Allah'tan ümitvar olamaz

"Eğer hiç gurur sahibi olmasaydık başkalarının gururundan da şikayetçi olmazdık."
La Rochefoucauld (Aktaran: İsmet Özel, Faydasız Randevu, s. 37)

Modern özgürlük bir sınır ihlalidir. Her hamlesi bir sınırsızlık iddiasıdır. Herşeye karşı özgür olmak isteyen hiçbirşeyle kayıtlanmadığını düşünür. Evet. Ahirzamanda hürriyeti fazlaca tartışmamızın 'artan kayıtsızlığımız'la ilgisi var. Makine çağının çocukları artık eskisi kadar mahluk olmadıklarını sanrılıyorlar. Allah'a karşı özgür olunabilir mi peki? Onlara göre olunabilir. Çünkü Rablığın sınırlandırıcılığı da ıskartaya çıkarıldı içlerinde. Hatırlayalım mı: Niçe "Tanrı öldü!" ifadesini nasıl devam ettirmişti? "Onu biz öldürdük." Demek kastettiği hakikati değil tasavvuruydu. Tasavvurun ölümüne bir inkârcık yeter.

Şimdi birtek kendileri var. Kendilerinin Rabbi kendileri. Herkes Rab olunca mahlukiyetten doğan kardeşlik hukuku bozuldu. Rakipleşildi. Hepsini yaratan hepsi adına hidayet göstermiyor. Hukuku onlar yazarlar. Cezaları onlar verirler. Kararlar onlardan sorulur. Seçimler onların işidir. Anlaşamazlarsa savaşırlar. Savaşamazlarsa anlaşırlar. Bu kadar söz sahibi olduktan sonra da artık vites düşürülmez. Gidilebildiği yere kadar gitmelidir hükümranlık. Eh, biliyorsun, dünya da imtihan yeridir. Bize bir "Başardık galiba ha!" dedirtecek mühlet bağışlanır. Boğuşanlardan herbiri dişini hasmının şahdamarına geçirmesine az kaldığıyla avunur. Öyledir: Firavunlar da atlarını tıpkı Musa aleyhisselam gibi denize sürerler. Kendileri için yol kalmadığını durunca anlarlar.

Ayetin verdiği haber halimizdir: Allah'ı unutanlara Allah da kendilerini unutturur. Mahluk olduklarını unuturlar onlar. 'Sadece insan' olduklarını hatırlamazlar. Hatalarını görmezden gelirler. İtiraf etmezler. Bu yüzden tedavileri de aynı yerden başlamalıdır. Nedir? Mahluk tekrar mahluk olmak için 'aczini' bilmelidir. İnsan tekrar insan olabilmek için 'fakrını' görmelidir. Yani derim ki arkadaşım: Ahirzamanda irşad 'insanı tekrar insan haline getirmeden' başlayamaz. İnsan tekrar insan olmadığı sürece rendeçlenemez. Çünkü: 1) Kayıt sahibi olmayan kusur sahibi olmaz. 2) Kayıt sahibi olmayan endişe sahibi olmaz. 3) Kayıt sahibi olmayan özgürlük iddiasından vazgeçmez. Halbuki biz İslam'la düpedüz bu tarz hürriyetten vazgeçmeyi tembihliyoruz. Kendini kartal sanan tavuğa "Uçurumdan atlama!" demek kolay mı?

Belki biraz da bu hikmetle, Bediüzzaman Hazretleri, eserleri içinde acz-fakr bilincine tekrar tekrar vurgu yapıyor. Bununla 'insan olan insana' sadece 'insan' olduğunu hatırlatıyor. Yarasını bilmeyen devasını bilmiyor çünkü. Hastalığını kabullenmeyene şifa sunulamıyor. Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Marifetullaha, yani Allah'ı tanımamıza, dair her bilginin de insanda yaptığı böyle bir iş var. Marifetullah sadra şifadır. Niçin? Çünkü sonsuzun hakikatini öğrendikçe, insan, kayıtlarını da öğrenir. Olanı öğrenmekle olmadığını öğrenir. Sonsuzluğun aslı Allah gibi birşeyse ve Allah'ın sonsuzluğu böyle birşeyse, o halde, bendeki bu tarz iddialar düpedüz evcilik oyunudur. Düzelteyim: Rabcilik oyunudur. Hâşâ. Allah benim gibi birşey olamaz. Benim gibi birşeyden Allah çıkamaz. Ancak Allah 'Allah' olur. Allahlık ancak Allah'a yakışır. Sonsuzun tekilliği kabul edildikten, yani tevhide iman edildikten, sonra da geriye "Kimimiz/nice sınırlıdır?" sualini cevaplamak kalır.

Bu soruyu sorabilecek kıvama gelmemiş insanın irşadı güçtür. Kartallıktan vazgeçmemiş tavuk uçurumlardan sakınamaz. Ayağını gereğince dikkatli atamaz. Düşebileceğine ikna edilemez. İşte acz-fakr öğretisi bize 'düşebileceğimizi' hatırlatıyor. Düşüncemizi düşlerden kurtarıyor. Nasıl yapıyor bunu peki? Kendimizi Samediyet aynasında seyrettirerek. Allah olana herşeyin muhtaç olduğu, fakat Onun Allahlığı gereği hiçbirşeye muhtaç olmaması gerektiği gerçeğiyle bizi yüzleştiren Samediyet, karşısına devasa iddialarla gelenleri cüceleştirmekte, cüceliğinin bilinciyle gelenleri ise devasa umutlara sahip kılmaktadır. Hamdolsun. İnsan Allah olamıyorsa da Allah'tan umutlanabilir. Umut, yalnızca fakirin ekmeği değil, mesleğidir. Öyle ya: Sultan'ın karşısına güçsüzlükle-ihtiyaçlılıkla gelmeyen insan Ondan hangi bahşı umut eder? Hatta Sultan'ın 'sultan' olduğunu farkedebilir mi? Müstağninin Sultan'ı olur mu? Alâk sûresi istiğnanın bizi azgınlaştırdığını hatırlatıyor.

Kendimizden umudu kesmedikçe Allah'tan umut edemeyiz. Acz-fakr bilinci bize 'kendimizden umudu kesmemizi' emrediyor. Kesilen umudun kendisi değil, yönü, adresi. Boynu kesilen yüklendiğimiz sahte-haksız rububiyet. Yani 'rablık.' Evet. Rabbü'l-Âlemîn olamayanın Rab de olamayacağı, cümle sanrılarımızın 'âlemler' çapına yetişmeyeceği, açıktır. Yukarıdan aşağıya bu uyanış en küçük daireye kadar sürerse âdem kıvama erer. Yapamadıklarını göre göre ancak sahte rububiyetlerden soyunulur. Yaratılanları göre göreyse Rabbü'l-Âlemîn imanına uzanılır.

Arkadaşım çok uzattık. Asıl diyeceğimiz de geri bıraktık. Bir 'hülasa' ile olsun dokunalım: Neden hür olamıyoruz? Ahirzamanın her sınavda çıkan sorusu budur. Müslüman olduğumuzdan mı? Hayır. İslam özgürlüğü yasaklamıyor. Yasakladığı Allah gibi 'özgür' olmaya çabalamak. (Tırnak içinde anmamı uygunsuzluğunu bilmeme bağlayın.) Elhamdülillah. Allah'ın dilediğini eyleyeceğini Kur'an pekçok kereler haber veriyor. Zaten kudreti sonsuz. İradesi sonsuz. İlmi sonsuz. Samediyet sahibi. Mülk tamamen Onun. Tasarruf yetkisi Onda. Dilediğini eylemesine kayıt koyabilecek bir kuvvet yok ki. Hakkın hakkıdır bu durum. Peki sen böyle misin?

O halde senin arayacağın hürriyet ilaha yakışır bir hürriyet değil. Kendine yakışır bir hürriyet. Mahluka yakışır bir hürriyet. İnsana yakışır bir hürriyet. Onun özü de ihlastır. Sen ancak ibadetlerini Allah'ın rızasına münhasır kılmakla özgür olursun. Rızkını sadece Ondan beklemekle özgür olursun. Hukukunu şeriatında aramakla özgür olursun. Rabbin elverdiğince olur hürriyetin. Abdullahlıktan başkası olamaz. Olursa bela olur. Her yeni gün cefa olur. Fakat modern (me)deniyet öyle birşey ki herkesi birer ilahçık yapmış. Herkes ilahlığa yakışır bir özgürlüğün peşinde. Kavgaları yeri-göğü altüst ediyor. Savaşlar, yıkımlar, karmaşalar birbirini kovalıyor. Kur'an-ı Hakîm zaten haber vermişti: Allah'tan başka ilah olsaydı yerin-göğün düzeni kalmazdı demişti. Baksana sahtenin sahtesi putlar bile nelere sebep oluyor.

21 Mart 2019 Perşembe

Şimdi de Yeni Zelanda'ya mı âşık olacağız?

Bu hatırayı çocuk sayılabileceğim yaşlarda okumuştum. 'Âlim' ile 'ârif' kelimelerinin içerdiği nüansa dair bir izah içeriyordu. Yıllar geçmiş. Başından geçeni Ömer Seyfettin diye hatırlıyorum ya, yanlış da olabilir, Allahu'l-a'lem. Ben Ömer Seyfettin diyerek anlatacağım. Aslını bulan düzeltsin:

Ömer Seyfettin'in, çok okumuş-yazmış, biraz da bu haliyle kibirli bir muallim arkadaşı varmış. Fakat Ömer Seyfettin musırrane ona dermiş ki hep: "Hocam, sen âlimsin, fakat bizim hademe (...) efendi ise âriftir." Arkadaşı, gün içinde sık sık tekrarlanan bu sözü anlayamaz, biraz da Ömer Seyfettin'e gücenirmiş.

O yıllarda Türkiye'de bir şeker sıkıntısı yaşanıyormuş. Avusturya ile şeker alım-satımı konusunda bir müzakere yürütülüyormuş. Bir gün Ömer Seyfettin heyecanla arkadaşının yanına gelip demiş: "Müjde! Şeker meselesi çözüldü. Avusturya elindeki fazla şekeri, hem de karşılıksız bir şekilde, bize verecekmiş."

Arkadaşı hemen sevinçle ellerini çırpmış: "Aman, oh, çok güzel!" Onlar böyle konuşurken hademe (...) efendi de içeriye girmiş. Ömer Seyfettin aynı müjdeyi ona da vermiş. (...) efendi hiç istifini bozmadan yarım bir tebessüm edip demiş: "Aman beyim, benimle şaka etme, elin gavuru hiç bize bedava şeker verir mi?"

O böyle söyleyince Ömer Seyfettin de muallim arkadaşına dönmüş ve demiş ki: "Bak, sen onca okumuş-yazmış bir adamsın, yalanıma hemencecik inandın. Ama şu adamcağızın okuma-yazması bile yok. İşte ben bu yüzden diyorum: Sen âlimsin ama o âriftir."

Ben, bu âlimlik-âriflik bahsinin etimolojik tarafını yine de bilmem, ama işin şu kadarını anladım: Bilgili olmak ayrıdır. Feraset sahibi olmak ayrıdır. Malumatfuruşluk ayrıdır. Marifet sahibi olmak ayrıdır. Okumak ayrıdır. Anlayış sahibi olmak ayrıdır. Yani ki, tıpkı başka şeylerde olduğu gibi, bilmenin de birçok çeşidi vardır. Ve bunlardan bazısı diğer bazısından daha ehvendirler. Önemlidirler. Gereklidirler.

Hatta İslam'da akaidin amelden, fıkh-ı ekberin fıkh-ı zâhirden öncelikli olmasının da sırrını burada yakalarım. Akaid öncelikle 'eşyanın hakikatindeki sabiteleri' tayin etmemizi sağlar. 'İstikametli bir iman' sahibi olduğumuzda şeylerin geçmişte-bugünde-yarında sergiledikleri-sergileyecekleri davranışlara dair de 'isabetli bir sezgi' sahibi oluruz. Mürşidimin İman-Küfür Muvazeneleri boyunca temsilî hikayeciklerle bize anlattığı budur. Evet. Mü'min, yola başlarken edindiği tanımlar gereği, kainatı kâfirin gördüğünden daha başka bulur.

İki muallimle trende geçen hamiyet/cesaret müzakeresi sırasında söylediklerini hatırlarsak: Trenin davranış şeklini bilen çocuk, hayatında hiç tren görmemiş bir kahramana göre, rayların kenarında daha özgüvenle durur. Çünkü marifetinden gelen bir sınır tayini vardır. Ve bu sınır tayini hislerinin manipülasyonuna karşı da onu korur. Evet. Tren rayların dışına çıkmayacaktır. Raylardan uzakta olan zarardan da uzaktadır. Treni bilmeyen bunu bilmez.

İnsanı manipüle eden sadece dost görünümlü düşmanları değildir. Kendi içinde de manipülasyonlar yaşar insan. Duygularımızda ifrata düştüğümüzde, etkilerine istikametli bir sınır çizemediğimizde, 'kendi kendimize manipüle olur'uz hepimiz. Eşyanın sabit olan hakikatlerini bükmeye meylederiz. Bu temayülden bazen haramları helal, bazen de helalleri haram sayan inanışlar çıkar. Hadi, o noktaya varmasa da, sık sık ayak kaymaları yaşanmaya başlar. İstikamet yavaş yavaş ötelenir.

Bediüzzaman'ın, 7. Mektub'da, Hz. Zeyneb (r.anha) annemiz ile Hz. Zeyd'in (r.a.) boşanması ve sonrasında Aleyhissalatuvesselamın annemizle izdivacı sadedinde söyledikleri de beni bu noktaya götürür: Şefkat genleri değiştiremez. Yahut biraz daha kendi dilimizde söylersek: Şefkat neseblerin hakikatiyle oynayamaz. Yahut biraz daha genel olarak konuşursak: Duygular hakikatleri değiştiremez.

Aleyhissalatuvesselam elbette ümmetinin her ferdine karşı çok şefkatlidir, hatta Hz. Zeyd (r.a.) bundan ayrı olarak onun evlatlığıdır, fakat bu dahi onların arasındaki neseb ilişkisinin hakikatinde bir değişiklik yaratamaz. Eşya Allah'ın takdir ettiği gibidir. Hz. Zeyneb (r.anha) ile Aleyhissalatuvesselamın nikahı üzerinden Kur'an bize bunu da bildirir.

Yerinden alıntılayalım: "Peygamber, rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder. Ve risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat, şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin. Ve sizlere 'Oğlum' dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evlâdı olamazsınız."

Evet, mürşidimin, Kur'an'ın emriyle Zeyneb (r.anha) annemizin Aleyhissalatuvesselam Efendimizle nikahlanmasından çıkardığı hikmetlerden birisi de budur. Hatta o Kur'an'ın bu emrini izah sadedinde şu üç bakış açısını zikreder: "Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer'î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden..."

Buradan şuraya geleceğim: Ciğer yakan terör saldırılarının ardından Yeni Zelanda hükümetinin/başkanının her müslümanın takdirle takip ettiği sözleri-davranışları oldu. Bunlar sevinilecek şeyler. Fakat ben, internetten takip ettiğim kadarıyla, yine bir duygusal manipülasyon sürecinin yaşandığını hissettim.

Neden bu hale gelmişiz bilmiyorum. Ama gayrimüslimler bize azıcık iyi davranınca mest u hayran ve handan u şadan oluveriyoruz hemence. Onların asl-ı kimliklerine bir çizgi çekiyoruz. Beyaz sayfalar hediye ediyoruz. Bu temkinsiz tavır bana doğru gelmiyor. Küfrün sabit hakikatini unutturduğu için doğru gelmiyor.

Şeriatın çizdiği sınırların 'püf' diye hafızalardan silinmesini sağladığı, körkütük bir hüsnüzannı tetiklediği, üzerinde yükseldiğimiz tanımların ayaklarını kaydırdığı için doğru gelmiyor. Burada feraset bulamıyorum.

Elbette pozitif adımları destekleyelim. Elbette bize karşı atılan adımlara müsbet adımlarla cevap verelim. Ancak sabit hakikatleri de unutmayalım. Tarih bize en çok da bu yüzden gerekli. Irak, İngilizler geldiğinde ne olduğunu hatırlasa, ABD'ye bu kadar kolay kucak açar mıydı? Afganistan'da Rusların yaptıkları zulümler zihinlerde kazılı olsa, ABD oralara kan kokulu demokrasisinden(!) getirebilir miydi? Bu kadar kolay havaya girmemek gerekiyor gibi geliyor bana. Hem de bu kadar kanlı tecrübelerden sonra...

1950'lerde ABD hakkında aynısı yaşanıyormuş. Dün Kanada cumhurbaşkanı hakkında aynı sarhoşluk yaşanıyordu. Bugün Yeni Zelanda hakkında yaşanıyor. Fakat sütten bin kere dudağı yanmışlar hâlâ yoğurdu üfleyerek yiyemiyor. Onlar 'onlar' ve biz de 'biziz.' Karşılıklı bazı duygulanımlar ile eşyanın hakikati değişmez ki. Hem bu türlü kapılmalar aldanışların da sayısını arttırıyor. Hatta yine Bediüzzaman diyor:

"Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız!' derler."

Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak, bize önce kalplerimizi ehl-i sünnet ve'l-cemaat mizanlarıyla doldurmayı, sonra da onun öğreteceği bakış açısıyla olayları okuyup değerlendirmeyi nasip etsin. İhsan-ı ilâhîden fazla ihsanlar ettirmesin. Rahmet-i ilahîden daha ileriye şefkatlerimizi sürdürmesin. Eşyanın hakikatindeki sabitleri bize tam belletsin. Şaşırtmasın. Âmin.

22 Ağustos 2017 Salı

Unutulmamak yokluğun varlığıdır

Herkesin işe yaradığını hissetmeye ihtiyacı var. Bir hikmet ile gönderildiğimizi hepimiz seziyoruz. Sezgi nedir? Sezgi içimizin bizden önce bilmesidir birşeyleri. İçimiz bizden önce biliyor. Hikmet yokluğunda çektiğimiz azaptan biliyoruz. Bir işe yaramamız lazım. Kendimizden aşkın birşeyin parçası olmamız lazım. Bir amacımız olması lazım. Bütünsüz parçaya huzur yok. Peki nasıl bir işe?

Gözümüz yükseklerde... Varlığımızın tüm kainat için bir anlam ifade etmesini isteriz elimizden gelse. Öyle ki, biz olmasak, kainat hayıflansın. "O olsaydı herşey tamam olacaktı!" desin. Yüzü asılsın. Tadı kaçsın. Canı sıkılsın. Mutsuz olsun. Varolsun ama varolmuş gibi de hissetmesin. Yoksunluğumuz kalıcı bir yokluğa dönüşsün onda. Eksik kalsın. Böyle önemli olmak istiyoruz.

Hem ya varlığımızın ebedî olmasını yahut da yokluğumuzun unutulmamasını istiyoruz. (Unutulmamak yokluğun varlığıdır.) Ama yokluğumuzun unutulmadığını da bir yerlerden görebilmeliyiz. Bu ne demek? Arzumuzda yalan var demek. Demek yokken de varolmak istiyoruz. Yine şahit olmak istiyoruz yokluğumuza. Yokluğumuza ancak şahidi olarak katlanabiliriz. O da eğer unutulmayacaksak...

Peki ya unutulacaksak? Ardımızda varlığımızı hatırlatan iz/izler kalmayacaksa? O zaman ne yaparız? Eğer unutulacaksak gerçekten yokolmak 'mış gibi yokolmak'tan bin kere evladır. Çünkü yokluğumuzu izlemek de azap olur. Mürşidimin tabiriyle bu bir 'zeval-i lezzet'tir. Sonra hep elem verir. İbrahim Erkal'ın da dediği gibi: "Unutulanlar unutanları asla unutmaz." Lezzet bizi unutur. Mutluluk bizi unutur. Neşe bizi unutur. Yokmuşuz gibi varlığına başka varlıklarda devam eder. Fakat biz tattığımız güzellikleri asla unutmayız. Maşuk âşıkını unutur. Âşık maşukunu unutmaz.

Cehennem ehlinin tadacağı azaplardan birisinin de bu olacağına inanıyorum. Dünyada o kadar önemli şeyler yaptıklarını düşünenler, yokluklarının büyük boşluklar doğuracağını kuranlar, onlar yokken varlığın daha eksiksiz olduğunu görecekler. Cennet onlara, yokluklarında bir varlığın, varlıklarındaki bir varlıktan daha güzel olduğunu gösterecek. Bu kimbilir onlara kendilerini ne kadar kötü hissettirir? Biz de kötü hissetmez miyiz?

Çocukken bensiz oynanamayacağını düşündüğüm oyunlardan mızıkçılık ederek (Sivas'ta biz buna 'horlamak' deriz) ayrı düştüğümde kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü bensiz de oynanırdı o oyunlar. Herkes bensiz de gayet mutlu olurdu. Fakat ben içlerine dahil olamazdım. Mutluluk benim varlığıma ihtiyaç duymazdı. Yıkılırdım. Fakat hiçbirşeyi kendisine şart koşamazdım.

İnsanların sizsiz mutsuz olduğunu görmek de bir mutluluktur. Bu yüzden küseriz sevdiklerimize. Onların mutsuzluğundan bir keyif alırız. Annesini üzdüğünü düşünen çocuk bir keyif alır. Eşini üzebildiğini düşünen bir kadın/erkek keyif alır. Dünyayı eksik bırakabildiğimiz düşünerek keyifleniriz. Bu bize kendimizi önemli hissettirir. Ancak bütün bu ilüzyonların dağıldığı bir yer olacak.

Sevdiklerimizin bizim eksikliğimizi hissetmedikleri bir yer. Varlığın bizsizken daha mutlu olabileceği bir yer. Mutsuzluğun yükünün tamamen üzerimize kaldığı bir yer... Öyle bir yer olacak. Mızıkçılık yapanın biz olduğumuzu bileceğiz o zaman. (Allah korusun.) Oyunun içinden çıkmayı biz istedik. Olmazsa olmaz değildik. Samed olan, yani herşey ona muhtaçken hiçbirşeye muhtaç olmayan, oydu. Cehennem ehline bakarak bir ders alacaksa, ehl-i cennet, o da bu olmalı: Biz Allah'a kul olmakla şeref bulduk. Ona küsenler varlıkta hiçbirşeyi eksik bırakamadı.

1 Haziran 2017 Perşembe

Sen kendini unutursun ama kendin seni unutmaz

"Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü'min, şuurla okur ve o intisapla okutur." 23. Söz'den.

Çok tecrübe ettim. Hep öyle olduğunu gördüm. İçindekileri dökmekte bir müsekkin etkisi var. Velev yazmak kadarcık olsun. Bardağın taşkınlığından gelen/gelebilecek rahatsızlığı alıyor bu döküşler. Tedirginliği azaltıyor. Üstünden biraz eksiltiyorsun, sadece bir dudak payı belki, daha stressiz kılıyor bu seni. Daha az dolu bardağın dökülmesinden daha az korkmak gibi.

Demek gün boyu elinde bir tepsiyle geziyorsun. Tepsideki bardakların doluluğu sürecin gerilimini de belirliyor. Ne zaman onlardan birazcık eksiltsen yürüyüşün kolaylaşacak. Adımlarına daha az özeneceksin. Daha da az zahmet çekeceksin. Daha az dikkat edecek ve daha az gerileceksin. Gözün bardaklarda daha az kalacak. Zihnin ve kalbin süreçten daha az yıpranacak. İşte, dolu bardaklarımızı, bir dudak payı olsun eksiltmeye yarıyor bu iç döküşler. Cenab-ı Hak bize bu nimeti şu zahmeti eksiltelim diye vermiş.

Peki, sadece anlatmak, yani başka hiçbirşey elde edemeden anlatmak, belki duyan bile olmadan/aramadan anlatmak, nasıl derdin azalmasına yardımcı oluyor? Ben bu sorunun cevabını şöyle bir açıdan bakarak vermeyi seçiyorum:

Neyi yapmak üzerine yaratıldıysak onu yaparken tatmin oluruz. Onunla 'işe yaradığımızı' hissederiz. İnsanın varediliş amacı sadece 'yaşamak' değilse, yani hedefi salt 'kendisi' değilse, yani 'tatmak' dışında 'tattırmak' gibi bir amacı da varsa, o zaman varlığının dengesini ancak bu iki şeyin beraberliğiyle sürdürebilir demektir. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Biz hem 'tatmak' yoluyla biriktirmek hem de 'tattırmak' yoluyla dökmek için yaratılmışız. Kabımızın kaderinde ikisi de var. Elimizde kazan değil tas var. Tencere değil kaşığız. Küçücük kabımızın çabucak dolup bu doluluktan sıkılmasıyla amacının yalnızca biriktirmek olmadığını anlıyoruz. Fabrika ayarlarımız bize aslımızı hatırlatıyor.

Fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Öyle ya! Öğrendiğimiz gibi öğretiyoruz da, yediğimiz gibi pişiriyoruz da, gördüğümüz gibi gösteriyoruz da... Bizde yansıyan ne varsa onu biz de kendi rengimizde başkalarına yansıtıyoruz. Varlığımızın her zaman iki yönü var. Bu yönlerden birisi bize bakıyor diğeri başkalarına. Evet, ilk bakışta, bu başkalarına bakan yönün de bencil bir tarafı var. Öğretmekten, pişirmekten ve göstermekten bir ücret alıyoruz. Fakat ondan önce keyif alıyoruz, ondan da önce kemal alıyoruz, ondan da önce 'bir işe yaradığımızı' veya 'doğru şeyi yaptığımızı' hissediyoruz. Tatmin oluyoruz. İçimizde bir yerde birisi bağırıyor: Bunu sadece sen yaşayamazsın. Bu tecrübe sadece sende kalamaz. Varlığın yolunu tıkamaktan vazgeç. Paylaş onu! Paylaş onu! Paylaş onu!

Parçanın sadece kendisine karşı değil bütüne karşı da sorumlulukları var. Ve bu sorumluluklardan bir tanesi, en içimizden gelen sesiyle, paylaşmaktır. Onun şarkısını kulağımıza en çok söyleyen de şefkattir. Tevhidî bir bütünlüğün parçası olan bizler, yani 'ol' demekle 'olan'ın içindekiler, parça olduğumuzu elbette sezmekteyiz. Kendi içimizde bu durumun delillerini görebiliyoruz.

Hem elde etmek istiyor hem fedakârlık edebiliyoruz. Bir güzelliği hırsla arzuladığımız gibi bir güzele merhamet de edebiliyoruz. Arzu ile kazanmaya çalıştığımız gibi şefkat ile vazgeçmeyi de biliyoruz. Bütüne karşı olan sorumluluklarımız bize parçamıza dair fedakârlıkları öğütlüyor. Parçamıza karşı olan sorumluluklarımız bizi bencilleştiriyor. Nefsîmiz parçamızı hatırlatıyor. Vicdanımız bütünü çağrıştırıyor. Bu iki kanat ile uçuyoruz varlık âleminde. Varoluşumuz hem 'görmeye' hem 'göstermeye' yatkın.

Her bir ferdi 'bilmenin farklı bir şekli' olan bizler, yani orijinal aynalar, eğer nefis sahibi olmasaydık ne olurdu?

Görmeyen gösteremez. Tatmayan tattıramaz. Sevmeyen sevdiremez. Bu bizim, varlığının farkında olan parçalar olarak, bütüne yeni şeyler katmamıza engel olurdu. Yazmakla başladık. Oradan devam edelim: Eğer ben, bireysel olarak yazmayı arzulamasam, bu yazıyla okurlarımın oluşturduğu bütünlüğe nasıl katkıda bulunabilirdim? Bir aşçı, bireysel olarak 'canı çekme' diye bir duyuya/hisse sahip olmasa, o kadar güzel yemekleri bizlere nasıl sunabilirdi?

Bir bilimadamı, bireysel olarak yeni şeyler keşfetmeye arzu duymasa, insanlığa faydalı o kadar şeyi nasıl ortaya koyabilirdi? Yani demek istiyorum ki: Bütünün eriştiği her marifet aslında parçanın arzulamasına bakıyor. Parça birşeylere, kendisinde tecelli eden Esmaü'l-Hüsnanın has gölgesinde şahit oldukça, o has dairenin bilgisi bütünün de bilgisi olmaya hazırlanıyor. Biz'in elde ettikleri 'ben'lerimiz üzerinden bahşediliyor. Bir Aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor mesela. Onun aynalığıyla muhatap olmaya layık olduğu yüce vahiyden bütün insanlık istifade ediyor. Elhamdülillah.

Şuara sûresi, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendisine bahşedilen hidayeti insanlıkla paylaşma arzusunu anlatırken şöyle bir ifade kullanıyor: "Onlar iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edeceksin." Kehf sûresinde aynı şiddetli arzunun altını şöyle çiziyor: "Onlar bu Kur'ân'a inanmıyorlar diye onların arkalarından eseflenmekle neredeyse kendini tüketeceksin."

İşte, o şanlı Nebi aleyhissalatuvesselamın şahsında en yücesini gördüğümüz bu paylaşma arzusu, aslında hepimizde küçük küçük varolan 'gördüğünü gösterme arzusu' ile akraba, aynı kanunun parçaları onlar. İnsan sadece kendisi/parçası için yaratılmamıştır. Yaratılış amacı sadece kendisi değildir. Bunu bize en çok paylaşmaya duyduğumuz arzu gösterir.

Ve paylaştığımızda hissettiğimiz o mutluluk. O tatmin hissi. O hafifleme. O sevinç veya rahatlama. Bunlar şahidimizdir ki, biz sadece kendimizle yetinmek için yaratılmadık. Öyle ya! Dert olsa paylaştığımızda azalıyor. Sevinç olsa paylaştığımızda artıyor. Stres olsa paylaştığımızda dağılıyor. Gülüş olsa paylaştığımızda çoğalıyor. Bu güzel hissedişler birşeylerin işareti. Bardağın üzerinden eksilttiğimizi hissediyoruz. Bu hissedişten görevimizi yerine getirdiğimizi anlıyoruz. Huzurlanıyoruz. Aklen ister şuurunda olalım ister olmalayım: Parçamız bütünün ve ona karşı sorumluluklarının farkında. İşte fıtratın en güzel tarafı da bu: Sen kendini unutsan bile kendin sana sen'i unutturmaz. Allah 'vicdan' ve 'fıtrat' denilen iki dostu böylece bırakmış içimize.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız

"Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir." (Haşir sûresi, 19)

Birşeyin düzenle olmasının şöyle bir faydası da var: O artık bir nebze gaybdan çıkıyor. Eyleyecekleri 'kestirilebilir' oluyor. Böylece ona dair endişelerimiz azalıyor. Bir kanun ile kuşatabildiğimiz herşeye ünsiyet peyda ederiz. Çünkü o artık bizim için 'korkulacak bir bilinmezlik' değildir. Tahmin edilebilir yanları da vardır. Yerçekimini düşünelim mesela. Her attığımızın düşeceğini, hatta nasıl bir hızla düşeceğini, tekrar elimize döndüğünde ne hissettireceğini az-çok kestirebiliyoruz. Bu biliş bizi onunla ilişkiye geçmeye cesaretlendiriyor. Hatta kimi zaman şevklendiriyor. Yabancılarla dolu bir mecliste aşina bir yüzle karşılaşmaya duyduğumuz iştiyak gibi.
Etkilerini/sınırlarını tahmin edebildiğimiz şeylerle ilişkiye geçmek fıtratımızda var. Korunma güdümüzün (kuvve-i gadabiyemizin) öğrenme güdüsüyle (kuvve-i akliye ile) teması tam bu noktada başlıyor. Yani hissediyoruz: Bilmenin korunmakla bir ilgisi var.

Bilmenin korunmakla olduğu kadar faydalanmakla da bir ilgisi var. Menfaatimize olan şeyi bilmek, düzenini öğrenmek, onu elde etmenin önsözüdür. Tohumun bir düzenlilik içerisinde mahsul verecek oluşu ancak onu ekip-biçmeye istekli kılıyor. Hareketlerini kestirebilmemiz, meyve verme ahlakını bilmemiz, ağaçlarla da ilişkimizi arttıran birşey. Hatta şöyle diyebiliriz bu noktada artık:

Bizim birşeye muvaffak olmamız ancak öncesinde sahip olduğu düzenle mümkün. Binlerce yıldır o düzende kaynayan suyun tekrar kaynamasıyla çay demleyebiliyoruz. Binlerce yıldır bıraktığımız şeyin yerinde durmasıyla yere birşey bırakabiliyoruz. Her neye erişiyorsak iyi olan, güzel olan, lazım olan binlerce yıldır öyle olduğu için yine öyle oluyor. Ve daha önce öyle olduğu için biz de öyle yapmaya cesaret edebiliyoruz. Eğer böyle bir düzene sahip olmasaydı, biz onu tanıyamayacak, sevemeyecek ve seçemeyecektik.

İşte, tam da bu pencereden bakarak, mürşidimin, bir anlamı da 'ikram, yardım, ihsan, lütuf, iyilik, bağış...' olan inayeti 'nizam' olarak tarif etmesini anlayabiliyorum:

"Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün âyât-ı Kur'âniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder."

Alzheimer hastası birisini ele alalım. Çevresiyle ilişki kurması neden güçleşir? Tüm ilişkilerin başlangıç noktası olan 'aşinalığın' yitiminden dolayı öyle değil mi? Evet, biz neyle ilişki kursak, onun bizde varolan geçmişine yaslanırız. Geçmişine yaslanarak geleceğine dair tahminlerde bulunur ve temasımızı buna göre şekillendiririz. Çabuk kızmasına dair yaşanmışlıklarımız olan birisine şaka yapmayız mesela. Çabuk üzüldüğünü bildiğimiz insanların yanında acıyı anmayız. Bütün bunlar hayata/insanlara dair yaptığımız kanun okumalarının sonucudur. Geçmişten geleceğe yaptığımız çıkarımlardır.

Newton, yerçekiminin kanun olduğunu anlarken nasıl bir okuma yapmışsa, biz de, çevremizdeki insanların davranışlarının birer kanuna bağlı çalıştığını böyle okumalarla anlarız. Tek farkımız: Onlara isim vermeyişimiz. "Ayşe'nin gülme kanunu..." veya "Selim'in futbola ilgili konuşmayı sevme kanunu..." gibi birçok kanun var hayatta gözettiğimiz. İsimleri yok. Ama bilişlerimiz var.

Buradan şuraya gelmek istiyorum: Keder olsun, neşe olsun; mutluluk olsun, hüzün olsun; zehir olsun, bal olsun; unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Hayatta kaybolmamızı engelleyen 'unuttuklarımız' değil 'unutamadıklarımız.' Onlara kızmak yerine, aslında, onlara teşekkür etmeliyiz.

Öyle ya! Bir şekilde bizde iz bırakanlar ancak bizi kaybolmaktan koruyorlar. Daha önce yaşananlarla ilişkimizi sağlıyorlar. Bu şekilde bağlar kurmasaydık hiçbirşeyle, Alzheimer hastaları gibi olurduk, onları ve kendimizi tanımakta zorlanırdık. Fakat şimdi bıraktıkları izlerden onları hatırlayabiliyoruz, tanıyabiliyoruz, geleceğimizi bu izlerden yaptığımız okumalarla şekillendirebiliyoruz. Bir imandan, bir ahlaktan, bir kimlikten sözedebiliyoruz. Hayatımızın kanunu haline gelmiş her neye baksak, altında bir 'unutumadığımızı' göreceğiz, Allahu'l-alem. O yüzden unutamadıklarımızla kavga etmeyi bırakmalıyız. Bu kendimizle kavga etmektir çünkü.

8 Şubat 2015 Pazar

Düş ama düşkünleşme yalnızlığına...

“Tek bir solucan bile, sırf varlığıyla, nasıl da sıfırlıyor tüm kibirli iddiaları...” Yiğit Bener, Öteki Kâbuslar’dan.

Güneşin yeryüzünü kaplayıp kuşatması ‘Vahid’in tecellisine misaldir. Herbir şeffaf parçada aksinin bulunması da ‘Ehad’in tecellisine. Başlarken bir itiraf: Nurcular olarak ‘Ehadiyet’e dair konuşmayı ayrıca severiz. Neden? Çünkü Ehadiyet tefekküründen marifete ulaşmanın ‘Vahidiyet’ tefekkürüne kıyasla daha ‘kolay/suhuletli’ olduğunu düşünürüz. Yani, Vahidî yol ‘küllü kuşatabilecek kadar güçlü bir fikir’ gerektirirken, Ehadî yol ‘küllî olanı sezmeye yeter bir basiret’ ister. Zevkli gelir. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, hadsiz kesret-i mahlûkatta tezahür eden vâhidiyet içinde ukulü boğmamak için, daima o vâhidiyet içinde ehadiyet cilvesini gösteriyor. Yani, meselâ, nasıl ki güneş ziyasıyla hadsiz eşyayı ihata ediyor. Mecmu-u ziyasındaki güneşin zâtını mülâhaza etmek için gayet geniş bir tasavvur ve ihatalı bir nazar lâzım olduğundan, güneşin zâtını unutturmamak için, herbir parlak şeyde güneşin zâtını, aksi vasıtasıyla gösteriyor. Ve her parlak şey kendi kabiliyetince güneşin cilve-i zâtîsiyle beraber, ziyası, harareti gibi hassalarını gösteriyor.”

Fakat bu yazıda, Ehadiyet tefekkürüne duyduğum aşkın rağmına, kendimce bir endişeme dikkat çekmek istiyorum. Belki kendimde de kabuklarını gördüğüm bir yarayı azıcık arzetmek arzuluyorum. “Nedir bu endişe a telaşesi bol çocuk?” derseniz cevaben derim ki: Ehadiyet’in, Allah’ı tanımaktaki pratikliğinin yanında, gölgesindeki seyyahları ‘niyazdan naza geçirmeye’ meyyal bir yapısı var. Nasıl? Açayım. Mesela: Teşhis ettiğin biricikliği yanlış yorumlayabilirsin. Allah’ın ‘sana özel’ tecellileri aramaya kodlandığın bir düzlemde bu ‘sana özel’in aynı zamanda ‘senin özelliğin’ anlamına geldiğini sanabilirsin. Üzerindeki has sanatı ‘seçilmişliğinin kanıtı’ sanrılayabilirsin. İblis gibi “Beni ateşten onu topraktan yarattın!” diyebilirsin. Bu yanlış inanışla Allah’a karşı kem iddialarda, hafazanallah, bulunabilirsin. Meleklere hocayken şeytanlara malzeme olabilirsin.

Hatta diyebilirim ki arkadaşım: Tüm mütekebbir iddialar buradan besleniyor bence. (Allahu’l-a’lem.) İnsan kendisindeki arızî biriciklikle Allah’ın hakiki biricikliğini karıştırıyor. ‘Olmasa da olur’ ile ‘Olmazsa olmaz’ı ayıramıyor. Parıltıyla güneşi farkedemiyor. Yani, Ehadî bir keşfediş Vahidî bir haddini bilmeyle dengelenmezse, vartalara yuvarlanmak mümkünleşiyor. Bütünü unutmak parçayı varlığında sarhoş ediyor.

Evet. Doğru. Sen özelsin. Kendin olmakta biriciksin. Ama biricikliğin seni vazgeçilmez kılmaz. Yaratılış cihetiyle sair mahlukatın üstüne çıkarmaz. Bunu bilmelisin. Kibrinin kulağını çekmelisin. Çünkü Allah’ın yalnızca senin Rabbin değil Rabbü’l-âlemin’dir. Ve yaratılan ‘zorunlu kalınan’ değildir. Ancak yaratan alternatifsizdir. Ancak o ‘Olmazsa olmaz’dır. Ki Vacibü’l-Vücud ve Vücub-u Vücud gibi kavramlar biraz da buna bakıyor. Yani: ‘Olmazsa olmaz olan yalnız O’dur (c.c.).’ Tıpkı 17. Lem’a’da dendiği gibi:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir ki: Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbirşeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.”

Mü’min dillerinin bal u şekeri Fatiha’nın da bu sırla başlaması ‘dengeyi daha yolun başında ders almak’ açısından ayrıca hikmetli. Evet. İman ‘elitik bir kibir alanı’ değildir. “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir.” Çünkü Allah sadece senin Rabbin değildir. O Rabbü’l-alemîndir. Yani âlemler Rabbidir. Sense o âlemler içinde yalnızca bir âlemsin. Dünya senin merkezinde dönmüyor. Tek murad edilen sen değilsin. Sebeplerden bir sebepsin. Nedenlerden bir nedensin. Kullardan bir kulsun. Biriciklik sanrın daha başlarken elinden alınıyor ki haddini bilesin.

“Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. (...) Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.”

İkincisi: Yine yalnızlığın elimizden alınışı ile yapılan, ama bu defa had bildirmeyen, aksine duvar kıran bir teselli. Fatiha’nın hatırlatması buna da muvaffak oluyor. Çünkü böylelikle ‘Rabbi Allah olan herşeyle’ bir kardeşlik oluşuyor aramızda. Benim Rabbim, senin de Rabbin, onun da Rabbi, herşeyin Rabbi... O halde çokluk içinde tekliğimizden korkarak yaşamamalı. O çokluğun sahibi bir. Dizginleri hep Onun elinde. Hareketleri hep Onun kontrolünde. Onlar da bizim durumumuzda. Demek biz bu durumda da yalnız değiliz. Her yolun acemisi ‘tek aceminin kendisi olmayışıyla’ teselli bulur. Fatiha yolun başında “Endişelenme, üzülme, daha neler neler bu yolda senle beraber...” demekle de bir mutluluk sağlıyor. Ötekine olan korkumuzu alıyor. Ötekisizlikten gelen korkuyu da...

Üçüncüsü: Bir de bundan ötede, Rabbü’l-âlemin hakikatinin ihtarı içinde, bir diğer had bildiriş var ‘bilme’ yönüyle. Elhamdülillah. Yani, âleminde yansıyanlardan hareketle tanıdığın Allah’ın sırf marifetinden ibaret olmadığını, daha yarattığı âlemler sayısınca aynaları, delilleri ve şahitleri bulunduğunu, bu yönüyle ‘bilme’ noktasında da bir nihayet kibri duymaman gerektiğini görmen dersi var. Şöyle özetleyeyim bunu da: Hakikat asla ‘benbenciler’in malı olamayacak! Şimdi baştan beri söylemeye çalıştıklarımı toparlayayım arkadaşım: Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnızca ‘senin’ değil. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani sen ‘yalnız’ değilsin. Allah Rabbü’l-âlemin: Yani yalnız senin ‘bildiğin kadar’ değil. Bu da benim Rabbü’l-âlemin tefekkürüm. Ama bitirirken birşeyi daha kulağına küpe etmeliyim arkadaşım: “Rabbü’l-âlemin” tefekkür ettiğimden ibaret de değil. Payını aramayı unutma.

27 Şubat 2014 Perşembe

Ve takva, vicdanın ahlakıdır

Shutter Island (Zindan Adası) filmini hatırlarsınız. Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley gibi pek çok ünlü oyuncuyu kadrosunda barındırıyordu. Dennis Lehane’nin romanından sinemaya uyarlanan filmde dedektif Teddy Daniels’ı canlandıran DiCaprio, akıl hastalarının tedavi gördüğü adaya, bir kayıp soruşturması için geliyordu.

Akıl karıştıran birçok olayın ardından en nihayet öğreniyordunuz ki; Teddy Daniels, aslında en tehlikeli hastalardan biridir. Tekrarla geçmişi unutmakta ve kurgu kimliklerle çevresine zarar vermektedir. Adada çevrilen dolaplar da, beyin ameliyatından önce, geçmişini hatırlaması için kendisine verilen son şanstır.

Sonunda ne mi olur? İzlemeyenler için filmin tadını kaçırmak pahasına onu da söylüyorum: Teddy Daniels, geçmişi hatırlar. Ama hatırladığı şey o kadar acı vericidir ki, unutmayı tercih eder. (Final, muğlak bırakılır. Ya sahiden unutmuştur. Yahut da unutmuş gibi yaparak ameliyatı tek seçenek haline getirmek istemektedir.) Ameliyata götürülürken Mark Ruffalo’ya söylediği o anlamlı sorgulamayla da film biter: “Merak ediyorum da, sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?”

Şimdi, kendinizi Teddy Daniels’ın yerine koyun. Bu soruya sizin vereceğiniz cevap ne olurdu?

Herhalde hepimiz bir canavar olarak yaşamaktansa, iyi bir insan olarak ölmeyi tercih ederdik. Çünkü vicdanımız var. Vicdan, eğer bozulmamışsa, sızılarıyla doğruları gösteren bir pusula hükmünde. Bediüzzaman’ın, Mesnevi-i Nuriye’de, hakikati gösterir dört burhan-ı küllî içinde (Kainat, Kur’an, Hz. Resulullah ve vicdan) onu da sayması boşuna değil: “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”

Hakikaten vicdan, bir ucu gaybda olan (sonuçları akıl ve duyularla kestirilemeyen) meselelerde bile, şıklardan hangisinin doğru olduğunu gösterebilme gücüne sahip. Sızlamasıyla veya huzuruyla doğruyu/yanlışı ayırabiliyorsunuz. Penceresinden görebiliyorsunuz.

Bir önceki yazıda (Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever) altını çizdiğimiz ‘uyum kanunu’ açısından düşünürsek, ‘yaratılmışlıktan’ kaynaklanan statik şuurun veya fıtratın kainatla uyumlu olmasından kaynaklanan ahengin, dinamik akla çağrısı bu. (Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kitabını okuyanlar, bahsettiğim çağrı öyle birşey değil, ama benzer birşey.) Ne zaman yanlış bir adım atmaya yaklaşsan, aynı Allah’ın yaratmasıyla kardeşin olan kainata uyumun bozuluyor. Vicdanın da kırılmayı sana ihtar ediyor.

Bir ikincisi; vicdan ile nefs arasında şöyle bir kıyaslamam var: Sanıyorum nefs daha çok kısa vadeli/çabuk ulaşılır menfaatleri elde etmemizi sağlamak için bize verilmiş. Mesela; yemek, içmek, hayatta kalmak için muhtaç olduğumuz şeylerin peşinde koşmak vs… Yani nefs aceleci, çabuk ulaşılacak zevke güdümlü.

Fakat vicdan onun zıttı. O da uzun vadede doğru ve dolayısıyla menfaatli olanın peşinde koşuyor. Hatta bu uzun vadeye ahireti de katıyor. Diyelim: Yaptığın şey dünyada menfaatli, ama ahirette sana zararı olacak. Onun için bile sızlıyor vicdan. Diyor ki: “Yanlış yaptın. Bu iş ileride aleyhine.” İşte şeriat da bu kısa vadeli zevkperest ile uzun vadeli hakikatperestin dengesini korumamızı sağlıyor. İkisi arasındaki salınımlarda dengeyi tutturuyoruz böylece.

Nerelerden nerelere geldim. Ben aslında bugün sana Bakara sûresinin altıncı ayetinden söz edecektim. Hani var ya; “Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler…” mealinde olanı. Filmdeki inkâr/örtme psikolojisiyle bu ayette aktarılan kâfir psikolojisinin ilgili olduğunu düşünüyorum.

Bilirsin belki: Kâfir, aslında ‘örten’ demektir. Küfür de örtmek. Ama Kurtubî gibi âlimler diyorlar ki: “Şer’î lisanda her nerede küfür vaki oldu ise, bu, İslâm dininde şer’an zarurî olan malum bir şeyin inkârıdır. Nitekim, şeriatta küfür, ni’metlerin inkârı, mü’minin şükrünü terk ve Onun hakkını yerine getirme işini ihmal manalarında gelmiştir.”

İşte bence küfre girenin de hali, örtemezse çekeceği acıdan ötürü, inkâr şeklinde. Kaldıramıyor yani, hem yaptığını günah/inkâr bilip hem de yapmayı. Bu nedenle örtüyor. Bu nedenle hatırlamak istemiyor. Canavar olarak yaşamak kolay değil. Canavar olduğunu inkâr edemezsen, canavar gibi yaşamayazsın. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: “(…) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı.” Yahut Bediüzzaman’ın dediği gibi:

"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."

İşte bence bu yüzden ayet şöyle diyor: “(…) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” Çünkü onlar ehl-i küfürler. Örtmekten besleniyor fikirleri. Bilmemekten değil. Bildiğini bir bilimsel açıklama(!) ile nefisleri ekseninde şerh etmekte bütün güçleri. Bu izah, onlara vicdanlarını yatıştırmak için kuvvet veriyor. Çünkü vicdan, ancak nefsin tarafını tutmayanlarda çalışır. Ve takva, vicdanın ahlakıdır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...