Sagopa'nın Kendim İçin şarkısında bir dize var: "Olması gereken şeylerin adını 'iyilik yapmak' koymuşlar!" diyor. Ben de bu dizenin kapısından geçerek sık sık kendime söylüyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. İnsanın kendisinde zamanla oluşturduğu bir 'öyle olması gerekenler' listesidir. Bu liste yıllandıkça ve kabardıkça ve bir de seçimlerimiz doğrudan uzaklaştıkça fıtratın yerine geçmeye başlar. Niyetlerimizi değiştirir. O niyetlerden gelen bozulmalarla eşyaya verdiğimiz isimleri değiştirir. Yeni bir âlem kurgular kendince.
Fıtrat demekle neyi kastediyoruz? Öncelikle: Yaratılışımızın ayarlarını. Yahut da 'fabrika ayarlarımız' demeliyiz. Cenab-ı Hakkın bizi üzerine yarattığı bir hayır/varlıksallık var. Ve bir de bizim yaşam boyunca biriken seçimlerimiz. Bunların tamamı hayır değil. İşte, hayır olmayanların sayısı arttıkça, varlığımız bu ikisini birbiriyle karıştırmaya başlıyor. Belki her noktada değil. Fakat pekçok noktada. Sonra durup kendisine diyor ki: "Galiba üzerine yaratıldığım hal bu. O halde ne yapmalıyım? Bu yeni 'ben'i korumaya çalışmalıyım."
İnsan fıtratını korumaya da programlanmıştır. Lakin alışkanlıklar bu tavrın ayarlarını bozarlar. Akıl, şehvet ve gazap kuvvelerinin bize veriliş hikmetlerinden birisi de budur: Üzerine yaratıldığımız amacı/amaçları gerçekleştirmeye çalışmak. Lakin alışkanlıklar bir gün fıtratın yerine öyle bir sağlam kurulur ki, kendimizi, kuvvelerimizin bütün kuvvetiyle onları korumaya çalışıyorken buluruz. Biyolojik olarak hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde alkolsüz, televizyonsuz, dedikodusuz yapamaz hale geliriz. Bunlar aslında birer 'ihtiyaç' değil 'sahte ihtiyaç'lardır. (Sahte ihtiyaçların diğer adı ise 'israf'tır.) Ancak alışkanlıklarımızı fıtrat sanmaya başladığımızda ikisini ayırmak zor olur.
Sahte ihtiyaçlar terkedildiğinde vücuda hiçbir zarar vermezler. Hatta çoğu zaman bu terkedişin faydası da olur. Gerçek ihtiyaçlar ise eksildiklerinde varoluşumuzu da eksiltirler. İnsan gazoz içmese midesine iyi gelir de su içmese bünyesine hiç iyi gelmez. İşte, gerçek ihtiyaçlar ile sahteleri arasında yapacağımız bir ayrım, bize, fıtratımız ile alışkanlıklarımız arasında bir ayrım yapmayı da öğretir.
Ben bunu biraz da Natalie Portman ve Oscar Isaac'ın başrollerini paylaştığı Annihilation/Yokoluş filmindeki duruma benzetiyorum. Kırılmanın merkezine yaklaştıkça yansımanın şiddeti artıyor. Sahteliğin benzerliği artıyor. Asıl kendinden şüphe eder hale geliyor. Şöyle bir örnek üzerinden anlamaya çalışalım: Sihirli bir aynaya sahip olduğumuzu düşünelim. Bu ayna, öyle bir ayna ki, yansıttığı şeyler gerçekten varoluyor. Aynaya yaklaştıkça siz, ayna sizi daha iyi tanıdığı için, daha net kopyalıyor. Öyle bir noktaya geliyorsunuz ki, hangisi gerçek siz, hangisi yansımanız ayıramıyorsunuz. Tıpkı filmin finaline doğru Oscar Isaac'ın sorduğu gibi soruyorsunuz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?"
İşte, yaşadığımız hayat da, bir açıdan, Yokoluş filmindeki o gizemli bölgeye benziyor. Allah'ın fıtratımıza koyduğu şeyler/seçimler o alanda bir kırılmaya uğruyorlar. Dışarıda kanser sayılacak şeyler o kurgu alanda doğallığa dönüşüyorlar. Farklı bir fizik, kimya, biyoloji, mantık işlemeye başlıyor. Gelin biz buna 'nefsin fiziği' diyelim. Evet, insan, eğer takva ile kendisini korumazsa, yavaş yavaş fıtratının fiziğini terkederek nefsin fiziğine doğru yöneliyor.
Doğrular ve yanlışlar, gerçekler ve yalanlar, olacaklar ve asla olmaması gerekenler bu sahada karışıyor. Ve bir noktadan sonra biz de yansımamıza Oscar Isaac gibi soruyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Ve kalan kısmımızı da (belki fosfat bombasıyla değil ama) bir şekilde öldürüyoruz. İkiliğe dayanamıyoruz. Sahtelik sahnede tek kalıyor.
Belki birçok psikolojik sıkıntının işaret ettiği hakikat de bu. Bu ikinci kişilik, kopya ben, asıl ben olmadığını alttan alta hissediyor. Tıpkı, Yokoluş'ta kopyanın hafızasının boşluklarını telafi edememesi gibi, sahte 'ben'imiz de yaratıldığı üzere olmamanın boşluklarını tedavi edemiyor. Bir türlü 'tamam' olamıyor. Her neyse... Konuyu fazla dağıttım. Bu yazıyı asıl kaleme alış sebebim ise şuydu:
Ebubekir Sifil Hoca, Riyazü's-Salihîn derslerinden birisinde, Hz. Aişe (r.anha) validemiz ile Aleyhissalatuvesselam arasında geçen ve çoğumuzun "Şükreden bir kul olmayayım mı?" final cümlesiyle hatırladığı meşhur hâdiseyi naklederken, yapılan çevirinin eksik olduğunu ifade etti. Doğrusunun ise şöylesi manalar içermesi gerektiğini söyledi: "Allah'a şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi? Şükreden bir kul olmayı sevmeyeyim mi?"
Ben buradan, Allahu'l-alem kaydıyla ifade edeyim, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın Hz. Aişe (r.anha) validemize, fıtratının berraklığından gelen, şöyle bir doğal tepki verdiğini anladım: "Nasıl yani? Cenab-ı Hak, geçmiş-gelecek bütün günahlarımı affettiğini bildirdi diye, beni cennetine koymayı vaadetti diye, beni bu kadar faziletle/ikramla donattı diye, şükretmeyi bırakmalı mıyım?" Çünkü, malumunuz, Hz. Aişe (r.anha) validemiz onun ibadetlerinde kendisini çok yormasından endişe ediyordu. Sorusu da şöyleydi: "Ey Allah'ın Resûlü, geçmişte işlenmiş ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan günahlarını Allah Teâlâ bağışladığı halde, niçin bu kadar yoruluyorsunuz?"
İşte, kanaatimce, bu cevabın fıtratla bir ilgisi var arkadaşım. Aleyhissalatuvesselamın fıtratı o kadar berrak, o kadar yaratıldığı gibi olmak üzere, o kadar sapasağlam idi ki, ibadeti müsbet/menfaatli sonuçları için değil, olması gereken o olduğu için, fıtratı onun üzerine olduğu için, tabir-i caizse, canı ona meylettiği için ediyordu. Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da ihlası tarif ettiği şekliyle, yani, "İbadetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar..." hakikatini yaşıyordu.
Bizimse hayat aynasında edindiğimiz çok kopyamız var. Bazıları ibadetlerin dahi, değil cennet için, dünyadaki karşılıkları için edilmesini istiyor. Olması gereken şeylerin adını farklı şekillerde koyuyor. Onların varlığına o kadar alıştık ki bazen biz de sormadan edemiyoruz: "Acaba ben gerçekte ben miyim? Yoksa asıl ben sen misin?" Sahi asıl benden ne kadarı kaldı bizde? İşte, bu kalanı koruma çabasına arkadaşım, amelde olursa takva, niyetle olursa ihlas diyoruz. Cenab-ı Hak bizi onlarda muvaffak kılsın. Âmin.
Yokoluş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yokoluş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Mart 2018 Pazartesi
22 Ağustos 2017 Salı
Unutulmamak yokluğun varlığıdır
Herkesin işe yaradığını hissetmeye ihtiyacı var. Bir hikmet ile gönderildiğimizi hepimiz seziyoruz. Sezgi nedir? Sezgi içimizin bizden önce bilmesidir birşeyleri. İçimiz bizden önce biliyor. Hikmet yokluğunda çektiğimiz azaptan biliyoruz. Bir işe yaramamız lazım. Kendimizden aşkın birşeyin parçası olmamız lazım. Bir amacımız olması lazım. Bütünsüz parçaya huzur yok. Peki nasıl bir işe?
Gözümüz yükseklerde... Varlığımızın tüm kainat için bir anlam ifade etmesini isteriz elimizden gelse. Öyle ki, biz olmasak, kainat hayıflansın. "O olsaydı herşey tamam olacaktı!" desin. Yüzü asılsın. Tadı kaçsın. Canı sıkılsın. Mutsuz olsun. Varolsun ama varolmuş gibi de hissetmesin. Yoksunluğumuz kalıcı bir yokluğa dönüşsün onda. Eksik kalsın. Böyle önemli olmak istiyoruz.
Hem ya varlığımızın ebedî olmasını yahut da yokluğumuzun unutulmamasını istiyoruz. (Unutulmamak yokluğun varlığıdır.) Ama yokluğumuzun unutulmadığını da bir yerlerden görebilmeliyiz. Bu ne demek? Arzumuzda yalan var demek. Demek yokken de varolmak istiyoruz. Yine şahit olmak istiyoruz yokluğumuza. Yokluğumuza ancak şahidi olarak katlanabiliriz. O da eğer unutulmayacaksak...
Peki ya unutulacaksak? Ardımızda varlığımızı hatırlatan iz/izler kalmayacaksa? O zaman ne yaparız? Eğer unutulacaksak gerçekten yokolmak 'mış gibi yokolmak'tan bin kere evladır. Çünkü yokluğumuzu izlemek de azap olur. Mürşidimin tabiriyle bu bir 'zeval-i lezzet'tir. Sonra hep elem verir. İbrahim Erkal'ın da dediği gibi: "Unutulanlar unutanları asla unutmaz." Lezzet bizi unutur. Mutluluk bizi unutur. Neşe bizi unutur. Yokmuşuz gibi varlığına başka varlıklarda devam eder. Fakat biz tattığımız güzellikleri asla unutmayız. Maşuk âşıkını unutur. Âşık maşukunu unutmaz.
Cehennem ehlinin tadacağı azaplardan birisinin de bu olacağına inanıyorum. Dünyada o kadar önemli şeyler yaptıklarını düşünenler, yokluklarının büyük boşluklar doğuracağını kuranlar, onlar yokken varlığın daha eksiksiz olduğunu görecekler. Cennet onlara, yokluklarında bir varlığın, varlıklarındaki bir varlıktan daha güzel olduğunu gösterecek. Bu kimbilir onlara kendilerini ne kadar kötü hissettirir? Biz de kötü hissetmez miyiz?
Çocukken bensiz oynanamayacağını düşündüğüm oyunlardan mızıkçılık ederek (Sivas'ta biz buna 'horlamak' deriz) ayrı düştüğümde kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü bensiz de oynanırdı o oyunlar. Herkes bensiz de gayet mutlu olurdu. Fakat ben içlerine dahil olamazdım. Mutluluk benim varlığıma ihtiyaç duymazdı. Yıkılırdım. Fakat hiçbirşeyi kendisine şart koşamazdım.
İnsanların sizsiz mutsuz olduğunu görmek de bir mutluluktur. Bu yüzden küseriz sevdiklerimize. Onların mutsuzluğundan bir keyif alırız. Annesini üzdüğünü düşünen çocuk bir keyif alır. Eşini üzebildiğini düşünen bir kadın/erkek keyif alır. Dünyayı eksik bırakabildiğimiz düşünerek keyifleniriz. Bu bize kendimizi önemli hissettirir. Ancak bütün bu ilüzyonların dağıldığı bir yer olacak.
Sevdiklerimizin bizim eksikliğimizi hissetmedikleri bir yer. Varlığın bizsizken daha mutlu olabileceği bir yer. Mutsuzluğun yükünün tamamen üzerimize kaldığı bir yer... Öyle bir yer olacak. Mızıkçılık yapanın biz olduğumuzu bileceğiz o zaman. (Allah korusun.) Oyunun içinden çıkmayı biz istedik. Olmazsa olmaz değildik. Samed olan, yani herşey ona muhtaçken hiçbirşeye muhtaç olmayan, oydu. Cehennem ehline bakarak bir ders alacaksa, ehl-i cennet, o da bu olmalı: Biz Allah'a kul olmakla şeref bulduk. Ona küsenler varlıkta hiçbirşeyi eksik bırakamadı.
Gözümüz yükseklerde... Varlığımızın tüm kainat için bir anlam ifade etmesini isteriz elimizden gelse. Öyle ki, biz olmasak, kainat hayıflansın. "O olsaydı herşey tamam olacaktı!" desin. Yüzü asılsın. Tadı kaçsın. Canı sıkılsın. Mutsuz olsun. Varolsun ama varolmuş gibi de hissetmesin. Yoksunluğumuz kalıcı bir yokluğa dönüşsün onda. Eksik kalsın. Böyle önemli olmak istiyoruz.
Hem ya varlığımızın ebedî olmasını yahut da yokluğumuzun unutulmamasını istiyoruz. (Unutulmamak yokluğun varlığıdır.) Ama yokluğumuzun unutulmadığını da bir yerlerden görebilmeliyiz. Bu ne demek? Arzumuzda yalan var demek. Demek yokken de varolmak istiyoruz. Yine şahit olmak istiyoruz yokluğumuza. Yokluğumuza ancak şahidi olarak katlanabiliriz. O da eğer unutulmayacaksak...
Peki ya unutulacaksak? Ardımızda varlığımızı hatırlatan iz/izler kalmayacaksa? O zaman ne yaparız? Eğer unutulacaksak gerçekten yokolmak 'mış gibi yokolmak'tan bin kere evladır. Çünkü yokluğumuzu izlemek de azap olur. Mürşidimin tabiriyle bu bir 'zeval-i lezzet'tir. Sonra hep elem verir. İbrahim Erkal'ın da dediği gibi: "Unutulanlar unutanları asla unutmaz." Lezzet bizi unutur. Mutluluk bizi unutur. Neşe bizi unutur. Yokmuşuz gibi varlığına başka varlıklarda devam eder. Fakat biz tattığımız güzellikleri asla unutmayız. Maşuk âşıkını unutur. Âşık maşukunu unutmaz.
Cehennem ehlinin tadacağı azaplardan birisinin de bu olacağına inanıyorum. Dünyada o kadar önemli şeyler yaptıklarını düşünenler, yokluklarının büyük boşluklar doğuracağını kuranlar, onlar yokken varlığın daha eksiksiz olduğunu görecekler. Cennet onlara, yokluklarında bir varlığın, varlıklarındaki bir varlıktan daha güzel olduğunu gösterecek. Bu kimbilir onlara kendilerini ne kadar kötü hissettirir? Biz de kötü hissetmez miyiz?
Çocukken bensiz oynanamayacağını düşündüğüm oyunlardan mızıkçılık ederek (Sivas'ta biz buna 'horlamak' deriz) ayrı düştüğümde kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü bensiz de oynanırdı o oyunlar. Herkes bensiz de gayet mutlu olurdu. Fakat ben içlerine dahil olamazdım. Mutluluk benim varlığıma ihtiyaç duymazdı. Yıkılırdım. Fakat hiçbirşeyi kendisine şart koşamazdım.
İnsanların sizsiz mutsuz olduğunu görmek de bir mutluluktur. Bu yüzden küseriz sevdiklerimize. Onların mutsuzluğundan bir keyif alırız. Annesini üzdüğünü düşünen çocuk bir keyif alır. Eşini üzebildiğini düşünen bir kadın/erkek keyif alır. Dünyayı eksik bırakabildiğimiz düşünerek keyifleniriz. Bu bize kendimizi önemli hissettirir. Ancak bütün bu ilüzyonların dağıldığı bir yer olacak.
Sevdiklerimizin bizim eksikliğimizi hissetmedikleri bir yer. Varlığın bizsizken daha mutlu olabileceği bir yer. Mutsuzluğun yükünün tamamen üzerimize kaldığı bir yer... Öyle bir yer olacak. Mızıkçılık yapanın biz olduğumuzu bileceğiz o zaman. (Allah korusun.) Oyunun içinden çıkmayı biz istedik. Olmazsa olmaz değildik. Samed olan, yani herşey ona muhtaçken hiçbirşeye muhtaç olmayan, oydu. Cehennem ehline bakarak bir ders alacaksa, ehl-i cennet, o da bu olmalı: Biz Allah'a kul olmakla şeref bulduk. Ona küsenler varlıkta hiçbirşeyi eksik bırakamadı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...