Bu hatırayı çocuk sayılabileceğim yaşlarda okumuştum. 'Âlim' ile 'ârif' kelimelerinin içerdiği nüansa dair bir izah içeriyordu. Yıllar geçmiş. Başından geçeni Ömer Seyfettin diye hatırlıyorum ya, yanlış da olabilir, Allahu'l-a'lem. Ben Ömer Seyfettin diyerek anlatacağım. Aslını bulan düzeltsin:
Ömer Seyfettin'in, çok okumuş-yazmış, biraz da bu haliyle kibirli bir muallim arkadaşı varmış. Fakat Ömer Seyfettin musırrane ona dermiş ki hep: "Hocam, sen âlimsin, fakat bizim hademe (...) efendi ise âriftir." Arkadaşı, gün içinde sık sık tekrarlanan bu sözü anlayamaz, biraz da Ömer Seyfettin'e gücenirmiş.
O yıllarda Türkiye'de bir şeker sıkıntısı yaşanıyormuş. Avusturya ile şeker alım-satımı konusunda bir müzakere yürütülüyormuş. Bir gün Ömer Seyfettin heyecanla arkadaşının yanına gelip demiş: "Müjde! Şeker meselesi çözüldü. Avusturya elindeki fazla şekeri, hem de karşılıksız bir şekilde, bize verecekmiş."
Arkadaşı hemen sevinçle ellerini çırpmış: "Aman, oh, çok güzel!" Onlar böyle konuşurken hademe (...) efendi de içeriye girmiş. Ömer Seyfettin aynı müjdeyi ona da vermiş. (...) efendi hiç istifini bozmadan yarım bir tebessüm edip demiş: "Aman beyim, benimle şaka etme, elin gavuru hiç bize bedava şeker verir mi?"
O böyle söyleyince Ömer Seyfettin de muallim arkadaşına dönmüş ve demiş ki: "Bak, sen onca okumuş-yazmış bir adamsın, yalanıma hemencecik inandın. Ama şu adamcağızın okuma-yazması bile yok. İşte ben bu yüzden diyorum: Sen âlimsin ama o âriftir."
Ben, bu âlimlik-âriflik bahsinin etimolojik tarafını yine de bilmem, ama işin şu kadarını anladım: Bilgili olmak ayrıdır. Feraset sahibi olmak ayrıdır. Malumatfuruşluk ayrıdır. Marifet sahibi olmak ayrıdır. Okumak ayrıdır. Anlayış sahibi olmak ayrıdır. Yani ki, tıpkı başka şeylerde olduğu gibi, bilmenin de birçok çeşidi vardır. Ve bunlardan bazısı diğer bazısından daha ehvendirler. Önemlidirler. Gereklidirler.
Hatta İslam'da akaidin amelden, fıkh-ı ekberin fıkh-ı zâhirden öncelikli olmasının da sırrını burada yakalarım. Akaid öncelikle 'eşyanın hakikatindeki sabiteleri' tayin etmemizi sağlar. 'İstikametli bir iman' sahibi olduğumuzda şeylerin geçmişte-bugünde-yarında sergiledikleri-sergileyecekleri davranışlara dair de 'isabetli bir sezgi' sahibi oluruz. Mürşidimin İman-Küfür Muvazeneleri boyunca temsilî hikayeciklerle bize anlattığı budur. Evet. Mü'min, yola başlarken edindiği tanımlar gereği, kainatı kâfirin gördüğünden daha başka bulur.
İki muallimle trende geçen hamiyet/cesaret müzakeresi sırasında söylediklerini hatırlarsak: Trenin davranış şeklini bilen çocuk, hayatında hiç tren görmemiş bir kahramana göre, rayların kenarında daha özgüvenle durur. Çünkü marifetinden gelen bir sınır tayini vardır. Ve bu sınır tayini hislerinin manipülasyonuna karşı da onu korur. Evet. Tren rayların dışına çıkmayacaktır. Raylardan uzakta olan zarardan da uzaktadır. Treni bilmeyen bunu bilmez.
İnsanı manipüle eden sadece dost görünümlü düşmanları değildir. Kendi içinde de manipülasyonlar yaşar insan. Duygularımızda ifrata düştüğümüzde, etkilerine istikametli bir sınır çizemediğimizde, 'kendi kendimize manipüle olur'uz hepimiz. Eşyanın sabit olan hakikatlerini bükmeye meylederiz. Bu temayülden bazen haramları helal, bazen de helalleri haram sayan inanışlar çıkar. Hadi, o noktaya varmasa da, sık sık ayak kaymaları yaşanmaya başlar. İstikamet yavaş yavaş ötelenir.
Bediüzzaman'ın, 7. Mektub'da, Hz. Zeyneb (r.anha) annemiz ile Hz. Zeyd'in (r.a.) boşanması ve sonrasında Aleyhissalatuvesselamın annemizle izdivacı sadedinde söyledikleri de beni bu noktaya götürür: Şefkat genleri değiştiremez. Yahut biraz daha kendi dilimizde söylersek: Şefkat neseblerin hakikatiyle oynayamaz. Yahut biraz daha genel olarak konuşursak: Duygular hakikatleri değiştiremez.
Aleyhissalatuvesselam elbette ümmetinin her ferdine karşı çok şefkatlidir, hatta Hz. Zeyd (r.a.) bundan ayrı olarak onun evlatlığıdır, fakat bu dahi onların arasındaki neseb ilişkisinin hakikatinde bir değişiklik yaratamaz. Eşya Allah'ın takdir ettiği gibidir. Hz. Zeyneb (r.anha) ile Aleyhissalatuvesselamın nikahı üzerinden Kur'an bize bunu da bildirir.
Yerinden alıntılayalım: "Peygamber, rahmet-i İlâhiye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder. Ve risalet namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat, şahsiyet-i insaniye itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin. Ve sizlere 'Oğlum' dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evlâdı olamazsınız."
Evet, mürşidimin, Kur'an'ın emriyle Zeyneb (r.anha) annemizin Aleyhissalatuvesselam Efendimizle nikahlanmasından çıkardığı hikmetlerden birisi de budur. Hatta o Kur'an'ın bu emrini izah sadedinde şu üç bakış açısını zikreder: "Şu kader hükmünün de ehemmiyetli bir hükm-ü şer'î ve mühim bir hikmet-i âmmeyi ve şümullü bir maslahat-ı umumiyeyi tazammun eden..."
Buradan şuraya geleceğim: Ciğer yakan terör saldırılarının ardından Yeni Zelanda hükümetinin/başkanının her müslümanın takdirle takip ettiği sözleri-davranışları oldu. Bunlar sevinilecek şeyler. Fakat ben, internetten takip ettiğim kadarıyla, yine bir duygusal manipülasyon sürecinin yaşandığını hissettim.
Neden bu hale gelmişiz bilmiyorum. Ama gayrimüslimler bize azıcık iyi davranınca mest u hayran ve handan u şadan oluveriyoruz hemence. Onların asl-ı kimliklerine bir çizgi çekiyoruz. Beyaz sayfalar hediye ediyoruz. Bu temkinsiz tavır bana doğru gelmiyor. Küfrün sabit hakikatini unutturduğu için doğru gelmiyor.
Şeriatın çizdiği sınırların 'püf' diye hafızalardan silinmesini sağladığı, körkütük bir hüsnüzannı tetiklediği, üzerinde yükseldiğimiz tanımların ayaklarını kaydırdığı için doğru gelmiyor. Burada feraset bulamıyorum.
Elbette pozitif adımları destekleyelim. Elbette bize karşı atılan adımlara müsbet adımlarla cevap verelim. Ancak sabit hakikatleri de unutmayalım. Tarih bize en çok da bu yüzden gerekli. Irak, İngilizler geldiğinde ne olduğunu hatırlasa, ABD'ye bu kadar kolay kucak açar mıydı? Afganistan'da Rusların yaptıkları zulümler zihinlerde kazılı olsa, ABD oralara kan kokulu demokrasisinden(!) getirebilir miydi? Bu kadar kolay havaya girmemek gerekiyor gibi geliyor bana. Hem de bu kadar kanlı tecrübelerden sonra...
1950'lerde ABD hakkında aynısı yaşanıyormuş. Dün Kanada cumhurbaşkanı hakkında aynı sarhoşluk yaşanıyordu. Bugün Yeni Zelanda hakkında yaşanıyor. Fakat sütten bin kere dudağı yanmışlar hâlâ yoğurdu üfleyerek yiyemiyor. Onlar 'onlar' ve biz de 'biziz.' Karşılıklı bazı duygulanımlar ile eşyanın hakikati değişmez ki. Hem bu türlü kapılmalar aldanışların da sayısını arttırıyor. Hatta yine Bediüzzaman diyor:
"Bu asrın acip bir hassasıdır. Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler mânevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatâsına terettüp eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; 'Biz buna müstehakız!' derler."
Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak, bize önce kalplerimizi ehl-i sünnet ve'l-cemaat mizanlarıyla doldurmayı, sonra da onun öğreteceği bakış açısıyla olayları okuyup değerlendirmeyi nasip etsin. İhsan-ı ilâhîden fazla ihsanlar ettirmesin. Rahmet-i ilahîden daha ileriye şefkatlerimizi sürdürmesin. Eşyanın hakikatindeki sabitleri bize tam belletsin. Şaşırtmasın. Âmin.
Aldanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aldanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Mart 2019 Perşembe
3 Nisan 2018 Salı
Kerîm'den kaçılır mı?
Başka yazılarımda da yaptım bu alıntıyı. Fakat bana öğrettikleri çoktur. Yine alıntılasam hikmetsiz olmaz. "Bizi aldatan bizi kurtarır..." diyor Virginia Woolf Pazartesi ya da Salı'da. Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Seçmek istediğimiz şıklar uğruna aldanıyoruz en çok. Arzularımızın sanal/sahte/tahayyül gerçekliğini 'hakikaten gerçekmiş' gibi sunanlar maça bir sıfır önde başlıyorlar. Veyahut da böyle demeli: Kaçmak istediğimiz şeyler var. Kurtarılmayı dilediğimiz durumlar. İşte böylesi durumlara düştüğümüzde 'kurtarıcı bir alternatifi' teklif edenler bizi peşlerinden daha kolay sürüklüyorlar. Yani: Denize düşen yılana sarılıyor. Bu atasözü şuraya yakışmadı mı? Olsun. Yine de mecburiyet penceresinden anlattığı bir hakikat var. Boğulmaktan kurtulmak için zehre koşmak da bir aldanıştır.
Hz. Eyyub (a.s.) kıssasını tefsir ettiği 2. Lem'a'sında, "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." diyen mürşidim, bahsin devamında bu hali şöyle tasvir ediyor: "Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."
Demek inançsızlık da bir tür kurtuluş. Fakat kimin kurtuluşu? Günahlara müptela olanın; vicdan ile, akıl ile, kalp ile, hafıza ile yaşadığı sürekli çatışmalardan/gerilimlerden 'dayanaklarını inkâr etmekle' bulduğu bir kurtuluş. Bir tür "Acımadı ki!" çocukluğu. Nefs-i emmaremiz; hakka doğru sızlayan vicdanın, doğruyu işaret eden aklın, hakikati ihsas eden kalbin ve istikameti hatırlatan hafızanın baskılarından böyle kaçmayı deniyor: "Öyle birşey yok ki!"
Peki bu hakiki bir kurtuluş mudur? Değildir. Çünkü yaşanan aslında ikna değildir. İstibdaddır. İstişaresizliktir. Nefis, insanın imparatoru olmak için, diğer bütün yetileri bu şekilde diktatörce bir baskı altına alır. Tahayyülden gerçekliğini gerçeğe karşı kullanır.
Meselenin şöyle bir yanı da var: İnkâr bizi sürekli olarak neyden kurtarmayı başarabiliyor ki? Hiçbir acı onu inkâr etmekle yokolmaz. Hiçbir varlık, salt bir inkâr edişle, yokedilemez. Hatta insan kalbindeki duyguları bile inkârla değiştiremez. İnkâr esasında en tesirsiz güçtür. Hakikate karşı mukavemetsizdir. Karşı koyamaz. Etkilerini yadsıyamaz. Ancak kaçar. 'Mış gibi' yaparak uzaklaşır.
Hiç durmadan üzerine gelen (veya üzerine gittiği) hızarlara tahta yumruklarla karşı koyuyor gibidir. Yazık ona. Acıyalım ona. Gülelim ona. Çünkü savunmaları da hızarın ağzında eriyip gider. Çelik, onları da, hiç karşı koyamamışlar gibi işleyişi içinde tüketir. Nefsin inkâr ile giriştiği mesai de böyledir. Ne ölümü değiştirir ne de olacakları. Ancak süreci, nefse göre, biraz daha katlanılır kılar. Lakin insan yalnız nefisten ibaret değildir ki! İnsan bir ortaklıktır. Bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce his, latife ve yeteneğin ortaklığı.
Buradan şuraya geleceğim: İnfitar sûresinde Cenab-ı Hak, kısa bir mealiyle, şöyle buyuruyor: "Ey insan, seni, Kerîm olan Rabbine karşı aldatan nedir?" Ben bu soruyu yukarıda konuştuklarımız ekseninde biraz da şöyle anlıyorum:
"Allah'tan kurtulmayı isteyecek ne gibi bir durum yaşıyor olabilirsin? Kaçmakta nasıl haklı olabilirsin? Nasıl inkâr edebilirsin? Ki kaçtığın Allah Kerîm'dir. Seni, değil cefayla, ikramlarla terbiye etmektedir. Böyle bir Allah'tan kaçılır mı? Kaçmaya mazeret aranır mı? Kurtulmak istenir mi? Bunca iyiliği görülen bir Allah'ın huzurunda, hâşâ, bir zararı varmış da ondan korunmayı dilermiş gibi, 'gayrına aldanma arzusu' duyulabilir mi? İnsan, zararlı şeylerden korunmak için, kurtarmayı vadedenlere aldansa bir derece makuldur. Fakat böyle güzeller güzeli bir Allah'a karşı aldatılmayı nasıl kabul eder? Aklı nasıl yatar? Hangi maslahat ikna eder?" İşte, konuştuklarımız eşliğinde, böylesi bir anlam dünyası da ayetten gönlüme damlıyor. Allahu'l-alem kaydıyla söylemiş olalım.
Hz. Eyyub (a.s.) kıssasını tefsir ettiği 2. Lem'a'sında, "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var..." diyen mürşidim, bahsin devamında bu hali şöyle tasvir ediyor: "Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır."
Demek inançsızlık da bir tür kurtuluş. Fakat kimin kurtuluşu? Günahlara müptela olanın; vicdan ile, akıl ile, kalp ile, hafıza ile yaşadığı sürekli çatışmalardan/gerilimlerden 'dayanaklarını inkâr etmekle' bulduğu bir kurtuluş. Bir tür "Acımadı ki!" çocukluğu. Nefs-i emmaremiz; hakka doğru sızlayan vicdanın, doğruyu işaret eden aklın, hakikati ihsas eden kalbin ve istikameti hatırlatan hafızanın baskılarından böyle kaçmayı deniyor: "Öyle birşey yok ki!"
Peki bu hakiki bir kurtuluş mudur? Değildir. Çünkü yaşanan aslında ikna değildir. İstibdaddır. İstişaresizliktir. Nefis, insanın imparatoru olmak için, diğer bütün yetileri bu şekilde diktatörce bir baskı altına alır. Tahayyülden gerçekliğini gerçeğe karşı kullanır.
Meselenin şöyle bir yanı da var: İnkâr bizi sürekli olarak neyden kurtarmayı başarabiliyor ki? Hiçbir acı onu inkâr etmekle yokolmaz. Hiçbir varlık, salt bir inkâr edişle, yokedilemez. Hatta insan kalbindeki duyguları bile inkârla değiştiremez. İnkâr esasında en tesirsiz güçtür. Hakikate karşı mukavemetsizdir. Karşı koyamaz. Etkilerini yadsıyamaz. Ancak kaçar. 'Mış gibi' yaparak uzaklaşır.
Hiç durmadan üzerine gelen (veya üzerine gittiği) hızarlara tahta yumruklarla karşı koyuyor gibidir. Yazık ona. Acıyalım ona. Gülelim ona. Çünkü savunmaları da hızarın ağzında eriyip gider. Çelik, onları da, hiç karşı koyamamışlar gibi işleyişi içinde tüketir. Nefsin inkâr ile giriştiği mesai de böyledir. Ne ölümü değiştirir ne de olacakları. Ancak süreci, nefse göre, biraz daha katlanılır kılar. Lakin insan yalnız nefisten ibaret değildir ki! İnsan bir ortaklıktır. Bildiğimiz-bilmediğimiz yüzlerce his, latife ve yeteneğin ortaklığı.
Buradan şuraya geleceğim: İnfitar sûresinde Cenab-ı Hak, kısa bir mealiyle, şöyle buyuruyor: "Ey insan, seni, Kerîm olan Rabbine karşı aldatan nedir?" Ben bu soruyu yukarıda konuştuklarımız ekseninde biraz da şöyle anlıyorum:
"Allah'tan kurtulmayı isteyecek ne gibi bir durum yaşıyor olabilirsin? Kaçmakta nasıl haklı olabilirsin? Nasıl inkâr edebilirsin? Ki kaçtığın Allah Kerîm'dir. Seni, değil cefayla, ikramlarla terbiye etmektedir. Böyle bir Allah'tan kaçılır mı? Kaçmaya mazeret aranır mı? Kurtulmak istenir mi? Bunca iyiliği görülen bir Allah'ın huzurunda, hâşâ, bir zararı varmış da ondan korunmayı dilermiş gibi, 'gayrına aldanma arzusu' duyulabilir mi? İnsan, zararlı şeylerden korunmak için, kurtarmayı vadedenlere aldansa bir derece makuldur. Fakat böyle güzeller güzeli bir Allah'a karşı aldatılmayı nasıl kabul eder? Aklı nasıl yatar? Hangi maslahat ikna eder?" İşte, konuştuklarımız eşliğinde, böylesi bir anlam dünyası da ayetten gönlüme damlıyor. Allahu'l-alem kaydıyla söylemiş olalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...