Ursula K. Le Guin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ursula K. Le Guin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2023 Çarşamba

Bizim depremlerimizin merkez üssü insandır

İnsan ilgi ister. Daha doğrusu varoluşunun, varlıkta kalışının ve varlığının arttırılmasının elinde olmadığını kalbinin derinlerinde hisseder. Buna tepkisi iki şekilde olur: 1) İlgiyi 'muhtaciyeti' açısından kavrar. Aczini görür. Fakrını idrak eder. Allah'ın merkezinde olduğu bir iletişim alanı açılır önünde. Bu alan Rahmet penceresinden kendisini de karşı merkezde tutmaktadır. Aczini bilmek öncelikle kendine şefkat etmektir. Yaratıcı olarak Allah merkezde olduğu gibi yaratılanlar içinde de insan merkezdedir. Hatta insanlar içinde herbir fert Ehadiyetin tecelli merkezidir. Odaktadır. Sorumlulukları vardır. Muhataptır. Bunlardan kaçamaz. Bunları unutamaz. 2) İlgiyi 'hakediş' yönünden tutmaya çalışır. Burası yüzeydir. Sözde gücünü düşünür. Sözde zekasına itimat eder. Bunların kendisini hiyerarşide yükselttiğini zanneder. Kibre sarılır. Kendisini şefkatin alanından dışarıya iter. Yalnız kibrin şöyle bir kem getirisi de vardır: Menfaat açısından herşeyin merkezinde görürken kendisini, sorumluluk açısından kaçabildiği kadar kaçar merkezden. İki merkezli bu yapı kaçış argümanlarını da üretir. Ve ister ki hep gündemde onlar olsun.

Bunu ilk olarak Lee Strobel'ın Hani Tanrı Ölmüştü'sünde okuduğumu hatırlıyorum. (Daha sonra bilim-din ilişkisi üzerine yazılmış başka eserlerde de rastladım.) Hristiyanlığın, aydınlanma çağında, ateizm karşısında hızla alan kaybetmesinin bir sebebinin de 'Aristo gökbilimi' olduğunu söylüyorlardı. Evet. Hristiyanlık, Aristo gökbiliminde dünyanın madde olarak da merkezî bir konumda tarif edilmesini avantajlı görmüş, onu din adına nass gibi sahiplenmiş, özümsemiş, yeni gökbilim karşı konulmaz kanıtlarıyla çıkageldiğinde de ister istemez ağır darbeler almıştı. Güneşin dünyanın değil dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyenlere direnişi de bundandı. Bu Yunan kozmoğrafyasının düpedüz yanlışlanmasıydı.

Ancak İslam aynı husustan dolayı bir sarsıntı geçirmemişti. 'Nasıl başardığı' konusu araştırıldığında şu sonuca varılıyordu: İslam hiçbir bilim anlayışını nassların yerine koyacak kadar sahiplenmiyordu. Onları bir tevil/tefsir olarak kulağına yakın tutuyordu. Âlimleri de eserlerinde bu tarz bilgilere yer veriyorlardı. Lakin ayetlerin/hadislerin 'metinlerinin ne söylediği' ile 'nasıl tevile/tefsire tâbi tutuldukları' apayrı meselelerdi. Bu nedenle, zamanın bilimine dair bir bilgi yanlışlandığında, İslam bu bilgi yanlışını kolaylıkla arkasında bırakabiliyordu. Nitekim, Aristo gökbiliminin 'dünyanın merkeziyeti' üzerine kurulu düzeni yanlışlandığında, müslümanlar bundan hiçbir sarsıntı geçirmediler. Çünkü insanın önemini dünyanın maddi merkeziyetine değil manevi merkeziyeti üzerine bina etmişlerdi. Manevi değeri sarsılmadığı sürece de maddi düzene dair söylenen şeylerin değişimi hiçbirşeyi değiştirmiyordu. İnsan hep odaktaydı.

Yazma Üzerine Sohbetler'de rastladığım satırlara şaşırmadım bu yüzden. David Naimon şöyle soruyordu sonlara doğru: "(...) Bilimkurguyu edebiyat olarak kabul etmeye direnmenin nedeni, kısmen, bu tür eserlerde insan olmayanın yüceltilmesi, insanlığın zeka veya başka açılardan merkezdeki yerinden edilmesi olabilir mi?" Ursula K. Le Guin'in cevabıysa şöyleydi: "Çok haklısın, bu konuda gerçek bir direnç var. Bilime gösterilen direncin çoğunun arkasında da bu yatıyor. Çünkü bilim (sadece Kopernik değil, bilimin büyük kısmı) bizi merkezdeki yerimizden uzaklaştırıyor. Çünkü merkezde değiliz. Yeryüzünün hayal edilmeyecek ölçüde yaşlı olduğunu öğrendiğinde bir nevi tahtından indirilmiş gibi hissediyorsun. Birçok insan buna tahammül edemiyor. Bundan nefret ediyor. Kendilerini yabancılaşmış hissediyorlar.(...)" 

Bilim gerçekten insanı/dünyayı merkeziyetinden uzaklaştırıyor mu? Bunun cevabını 'Goldilocks Bölgesi' tanımlamasının izahını yaparken Michio Kaku detaylıca veriyor. Evet. Dünya, Aristo gökbiliminin dediği gibi, güneşin bile etrafında döndüğü bir merkeziyette değil. Fakat bu 'varoluş şartları açısından' çok çok özel ayarlanmış merkezlerde, koşullarda, şekillerde yaratıldığını inkâr etmeyi gerektirmez. Zira bilim de birçok açıdan insanın-dünyanın varoluşunun bir 'tam yerine denk gelme' şeklinde mümkün olduğunu-olabileceğini kabul ediyor. Yani ne insan ne de dünya 'özellikle kastedilmiş olma' merkeziyetinden uzaklaşamıyorlar. Hakkaniyetli bilim adamları bunu reddedemiyor. Michio Kaku da bu gruba dahil.

Tevafuk, Le Guin'in satırlarıyla tanışmamın neredeyse bir-iki saat arkasından, Bediüzzaman'ın 24. Söz'ünü okumaya başladım. Orada, 12. Asıl'da, bilim felsefesinin konularından da sayılan bu mevzuun irdelendiğini gördüm. Başlarken diyor ki mesela: "Nazar-ı Nübüvvet, tevhid ve iman, vahdete, âhirete, Ulûhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır." Yani onlar, mevzuu zaten 'insandan uzaklaştırma' üzerine, 'kesret' üzerine çalıştıkları için, sonuçta da böyle birşey elde ediyorlar. Olan hiçbirşeyin kendileriyle ilgisi yokmuş gibi düşünüyorlar. Halbuki müslümanlar farklı bir odaklanmayla, Yaratıcının kendilerinden beklentilerini merkeze koyan bir anlayışla, âlemi temaşa ettikleri için çıkardıkları sonuçlar tastamam merkezî oluyor. Birisi depreme baktığında "Fay hatları kırılmış işte!" derken, diğeri "Allah bununla bana ne söyledi?" diye düşünüyor. Daha Nurcuca bir tabirle 'mana-i harfî' ve 'mana-i ismî' nesnede farklı merkeziyetler inşa ediyor. Bazıları şişeye bizzat bakıyor bazıları da şişede yansıyan sûretine... "Hem bir şey, iki nazarla bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat'iyesi Kur'ân'ın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez."

Bu odaklanma farklılığının getirileri neler? İşte metnin devamında söylenenler: "Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı ehl-i usulü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makàsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte, onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat, hakikî hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü'minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkıkîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?"

Sonra 'dünyanın konumu' meselesi geliyor gündeme. Sekülerler için dünya şöyle birşey: "Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahlûk..." Anlamı bu kadar sığ. Bu kadar yüzey. Bu kadar teknik bir detaydan ibaret. Merkeziyetten bu denli uzaklaşmıştır dünya onlarda. İnsan önemsizleşmiştir. Ama İslam'ın yaklaşımı öyle mi: "Semere-i âlem olan insan en câmi', en bedî ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semâya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san'aten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu'cizât-ı san'atının meşheri, sergisi; bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrakiyesi... (...) İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san'aviyesindendir ki, Kur'ân-ı Hakîm, semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor."

Ve son darbe:

"İşte, sair mesâili buna kıyas et ve anla ki, felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur'ân'ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür."

Yani, bilim-din arasında Celal Şengörîlerin teşhis ettikleri çatışma, nokta-i nazar farklılığından ibarettir. Âlem ona hangi sorularla yaklaştığınıza göre size cevap verir. Kur'an'ın ifadesiyle, ayetler indikçe, kâfirlerin dalaleti artar, mü'minlerin de imanı. Aynı nesneye bakan bir fizikçinin alacağı ile kimyacının aldığı dahi bir değildir. Bilim adamları arasında bile, merkeziyetler açısından, 'farklı cevaplar alma' kanunu câri iken müslümanın aldığı cevapların hayattan ötelenmesi elbette kabul edilemez. Bu deprem konusunda da böyledir. Müslüman depreme imanının gereği olan sorular sorar. Kendisine Kur'an'da/sünnette öğretilmiş suallerle yaklaşır. Ve deprem, Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi, Rabbisinin emriyle konuşur. Bu konuşmayı hayattan ötelemenin amacı insana yaratılışın tam da merkezinde olduğunu unutturmaktır. Konuşulanı anlayan konuşmanın ortasındadır. Muhataptır. Yüzeydeki hiçbir izah derinlerdeki bu mesajı yokedemez.

12 Aralık 2021 Pazar

Risale-i Nur okumak sadece 'okumak' mıdır?

Atlayanlar bilirler. İp atlamanın sırrı ritmi yakalamaktır. Kenardan izlediğiniz harekete bedeninizle (ve de kalbinizle) uyum sağlamaya çalışırsınız. Ahengi yakaladığınızdan emin olduğunuzda sisteme dahil olursunuz. Tutturmuşsanız gerisi sadece tekrarlamaktır. Bir-iki zıpla. Bir-iki zıpla. Ritim bir tekrardır. Ama ipi tutanlar ritmi değiştirdiğinde dikkat oyuna tekrar dahil olur. Yani 'yeni bir ayarlama' yapar. Dikkatin buradaki fonksiyonu ritim değişikliklerini yakalamaktır. Yeni ahengi keşfetmektir. Ritmin terki dikkatin tekrarıdır. Dikkatin terkiyse ritmin. Yahut da şöyle söylemeli: Ritim tekrar etmezse dikkat tekrar eder.

Bir de bahtımızı radyo misalinde deneyelim: Bir radyonun yakalayabileceği yüzlerce-binlerce frekans vardır. Ve herbir frekans aslında bir ritimdir. Ritmini yakaladığınız yayın duyulur hale gelir. Bu nedenle istasyon değişikliği istediğinizde düğmeyle oynarsınız. Düğme bir tür dikkat timsalidir. Frekanslarsa iplerin ritmi. Doğru frekansı yakaladığınızda yayına dahil olmak kolaydır. Belki biraz da bu sırrı sezdiğimizden anlaşamadıklarımız hakkında 'frekansımız tutmadı' ifadesini kullanırız. Anlatmak istediğimiz o kişiyle aramızdaki ritim farklılığıdır denilebilir. Fıtratımız, kültürümüz, dinimiz, yaşam şeklimiz, hatta herbir seçimimiz ritmimize birşeyler katar/eksiltir. Ortak paydalar çoğaldıkça kalpler birbirine yaklaşır. Bir müslüman "Selamün aleyküm!" dediğinde aynı mütebessim "Aleyküm selam!" duasını duyar dünyanın her yerinde. Bunu da bir 'istasyon kontrolü' sayarsam alınma arkadaşım. Nihayetinde her iletişim frekans kontrolüyle başlar. Sünnet-i seniyyeyse ümmetin ortak dikkatidir.

Ursula K. Le Guin 'Zihinde Bir Dalga'sında yazmayı bu zeminde açıklar. Hatta bir yerinde der ki: "(...) Vizyonlarla falan dopdolu oturuyorum ama bir türlü çıkartamıyorum onları ortaya. Çünkü doğru ritmi yakalayamıyorum. Bak, ritmin ne olduğu son derece derinlikli bir mesele, sözcüklerlerden çok daha derine gidiyor. Bir görüntü, bir duygu, zihinde henüz kendisine uygun sözcükleri yaratmazdan çok önce bir dalga yaratıyor. Yazarken de bu dalgayı yeniden yakalayıp işe koşmak gerekiyor. Görünüşte bunun sözcüklerle en ufak bir alakası yok. Sonra dalga zihinde kıyıya çarpıp kırıldığında kendisine uyacak sözcükleri oluşturuyor." Başka bir yerde ekliyor: "Her romanın karakteristik ritmi vardır. Yazar o ritme kulak vermiş ve uymuş olmasa cümleler aksar. Karakterler kukla olur. Hikâye sahte dururdu. Yazar ritme tutunmuşsa kitabın belli bir güzelliği olur."

Başarısızlık da yine ritimle ilgilidir Le Guin'e göre: "Ben bir yazarın sözcükleri bulmasını engelleyen şeyin çoğu zaman fazla erken ulaşmaya çalışması, acele edip kapmaya çalışması olduğunu düşünüyorum. Dalganın geri gelip kırılmasını beklememesi. Yazar olduğu için yazmak istiyor. Falanı söylemek ya da insanlara filanı anlatmak. (...) Ama dalganın gelip de onu bütün fikirlerin ve kanaatlerin ötesine, yanlış kelimeyi kullanmasının mümkün olmadığı yere, taşımasını beklemiyor." Tıpkı mürşidimin 'vakt-i merhun' ifadesinde kastettiği gibi. Yahut da "Senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur..." bahsinin devamında hava, su, nur temsilleriyle anlattığı gibi.

Fakat ben Le Guin'in söylediklerine ek olarak 'anlamanın da' bir ritim meselesi olduğunu düşünüyorum. Evet. Bir insanı/kitabı anlamak da, tıpkı yazmak gibi, bir ritim meselesidir. Bence Bediüzzaman'ın da "Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnud eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez. Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." derken dikkat çektiği birşeydir bu. Fehmi zorlaştıran ritim farklılaşmasıdır. 10. Söz'ün başında da şöyle özetlenir bu arıza: "Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun!"

Hepimiz birşeyler okuyoruz. Birşeyler dinliyoruz. Birşeyler izliyoruz. Çoğusu yabancı kaynaklı bunların. Bu okumalar, dinlemeler, izlemeler elbette ritimlerini bizde inşa ediyorlar. Üzerimizden geçe geçe bayırlarımızı patikalara çeviriyorlar. Bizi yeni dikkatlere sahip kılıyorlar. Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Sunî fıtrattır. İptila fıtratıdır. Bir uyuşturucu müptelası da en az susayan kadar alıştığı şeyi ister. Halbuki suyun ihtiyacı gerçektir. Doğuştandır. Uyuşturucu ihtiyacı sahtedir. Sonradan edinilmiştir. İşte muhatap olduklarımız da ritimlerine alıştırarak bizde bir sunî fıtrat oluşturuyorlar. Elbette ahirzamanın yoğun iletişiminde maruz kaldıklarımız fehmimizi ruh-u Kur'an'dan uzaklaştırıyor. Dili yabancı geliyor. Dikkat çekişleri yabancı geliyor. Uslûbu yabancı geliyor. Mürşidimin "Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-yı haşmeti göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez..." dediği gibi oluyoruz. O kadar senedir gafletle yoğrulduk ki.

İslamî metinlerle ünsiyetimizde de bu tipte problemler yaşanıyor. Başka hiçbir sebep olmasa sıkılmaktan okuyamıyoruz. Sebebi bence yine ritimle ilgili bir mesele. Biz onların frekansına ayarlı değiliz. Çocukluğumuzdan bugüne maruz kaldığımız şeyler o kadar Kur'an'dan uzaktı ki. Onlara o kadar mükerrer muhatap olduk ki. Tekrar fabrika ayarlarımıza dönmek için bize epeyce dikkatli mesai gerek. Benzer birşeyi Risale-i Nur okuyanlar da yaşıyorlar. İlk başladıklarında çok değişik bir üslûp görüyorlar. Çok geçişken. Sadece Arapça-Farsça kelimelerin çokluğundan değil. Cümleleri de uzun. Konu edindiği şeyleri birinden diğerine hızlı geçişlerle anlatıyor. Sebat olan mehrini verirseniz güzeller duvaklarını elbette açıyorlar. Ama bunsuz bir muvaffakiyet dileyenlerin sonuca ulaşması kolay değil. Çünkü yaptığınız şey sadece bir kitabı okumak değil. İçinizdeki ritmi değiştirmek. Peki bu ritmi değiştirdiğinizde ne olacak?

Risale-i Nur'un ritmine alıştığınızda İslamî metinlerin ritimlerini yakalamak da kolaylaşıyor. Dilleri aşina geliyor. Yüzleri tanıdıklaşıyor. Dahası da var: Kur'an'la muhatabiyetinizde de seviye arttırdığınızı hissediyorsunuz. Onun mucize başkalığı uzağınıza düşmüyor artık. İdmanlısınız. Çalıştınız. Aşinası olanların dillerini takip ettiniz. Bu tedris sizi yetiştirdi. Merdivene çıkardı. Yeni ritmi yakaladığınız için hakikate dahil olabilirsiniz. Bütün bu süreç yaşanmadan mı istiyorsunuz herşeyi? O zaman gözlerinizi kapatıp da hızla çevrilen iplere dahil olmaya çalışın bakalım. Ne kadar başarabiliyorsunuz? Çocukken bizde başaran yoktu. O halde çocukluk etmemek lazım. Herşeyin hemen ve de emeksiz olmasını isteyen ancak çocuklardır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...