Yusuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yusuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2022 Pazartesi

Johnny nasıl Depp'ti Amber'i Heard'ün mü?

 "Şüphesiz, ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar." (Necm sûresi, 27)

'Gavur' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Adamlar ahiret işlerinden anlamasalar da dünyanın nasıl döndüğünü biliyorlar. Kârlarını-zararlarını ayırıyorlar. Nitekim bu iş görür muhakeme yeteneği sayesindedir ki, Johnny Depp abimiz, Amber Heard yengenin elinden itibarını kurtarabildi. Yaaa... Eğer "Kadının beyanı esastır!" gibi bir saçmalık orada olsaydı, abimiz şuan Kaptan Jack Sparrow gibi kodeste gün saymaktaydı. Bir verdiği karşı geldi galiba. (Muhtemelen pahalı avukatlara verdikleridir.) Paçayı sıyırdı. Tabii büsbütün sıyırma diye birşey sözkonusu değil. Zira eskiler böyle durumlar için derler: Şuyûu vukûundan beterdir. 

'Kadın iftirasına uğramış bir peygamberin kıssasını'  Kudsî Kitab'ında okuduğu halde "Kadının beyanı esastır!" gibi bir garabete tutunmuş pek az topluluk vardır herhalde tarihte. Ahirzamandır efendim. Olur. Belki (ve de Allah korusun) daha fenası da olur. "Erkeğin beyanı zerzevattır!" diye bir kanun da çıkabilir. Çünkü artık kadın-erkek hukukunda neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğuna kadın hukukçular karar vermektedir. (Ve her nedense bu kadınların erkeklere bir husumeti sezilmektedir.) Kârilerim, yanlış anlamayın, Züleyha'nın durumunu insan kendisine şöyle-böyle açıklar. Fakat bu ablalarımızın hayattan istediklerini aldıkları zannedilir. Çünkü erkekliği geriletme davasına gönül vermiş mücahidelerin çoğusu evlidir. Maşaallah. Eh, yakıştırmayız, eve iş taşımak yanlış iken bir de evi işe taşımak hiç doğru olmaz. Sorun varsa bunları Türkiye'yi karıştırmadan çözmek en muteberi olur.

Bilmediğimiz hakkında konuşmayalım. Zannın çoğu haramdır. Bildiğimizse şu: Ta Firavun'dan beri, dünyacı/küfranî akıl, menfaatinin hangi gelecek senaryosunda olduğunu bilir. İsrailoğullarının erkeklerini öldüren Kıptîliğinde rahat eder. Çünkü 'erkekleri öldürmek erkekliği öldürmek'tir. Musa aleyhisselamın muvaffakiyeti bu 'erkek katliamına' karşı Allah'ın muhafazasında bulunmasındandır. Hayatına dair okuma yapanlar hakvereceklerdir. Musa aleyhisselam karakterçe de erkektir. Şimdi 'erkek' kelimesini 'olumlu' anlamda çok kullandık ya. Buradan da başımıza işler açılacak. Üşenmeyip o konuya dair birşeyler karalayalım:

Efendim, müslüman, erkeği 'erkek' kadını da 'kadın' iken sever. Çünkü herşeyin Allah'ın yarattığı şekilde doğru olduğuna iman etmiştir. Allah Hakîm'dir. Nihayetsiz hikmet sahibidir. Yaptıklarında abes-yanlış yoktur. Yani ki beşer tashihine ihtiyaç yoktur. O nedenle yaratışında 'adres şaşırması' olduğu düşünülemez. Evet. Bütün renkler Allah'ındır. Farklılıkları yaratan Allah'dır. Fakat Allah'ın yarattığı renkte yanlış olduğu imâ edilemez. "Bu mavi görünüyor ama aslında sarıdır!" diye birşey yoktur bizim itikadımızda. Allah'ın mavi olarak yarattığı mavidir. Sarı olarak yarattığı da sarıdır. Bu sebepten mavi maviliğe, sarı da sarılığa teşvik edilir. Mavi sarılıktan, sarı da mavilikten men edilir. Fıtratlarının aksine yönlendirilmez. Aksine yönlendirme Allah'ın yaratışı hakkında terbiyesiz ithamlar taşır. 

Doğruyu görmek istemeyenlere ise modern(!) çağda tabiata (daha doğrusu kevniyata-kainata) firavunane yapılan müdahalelerin küremizi düşürdüğü durum misal gösterilmelidir. Beşerin küfranî hendesesi, hangi ölçüsünde-tartısında dünyayı 'daha iyiye' götürmüştür ki, cinsiyet konusunda isabet ediyor olabilsin? Elbette buradan da varacağı yeni bir kıyamettir.

Şunu bir türlü anlatamıyoruz bu arkadaşlara: Bir erkeğe "Karı gibi konuşup durma!" nasıl bir uyarıysa kadına da "Erkek Fatmalık yapma!" o derece uyarıdır. Birincinde 'karı' ikincisinde ise 'erkek' hakaret kastıyla kullanılmıştır. Yani sadece 'kadınlığın aşağılanması' diye birşey sözkonusu değildir. Erkekliğin de yersizliğinde kınandığı olur. Kastolunan tavrın hikmetsizliğidir. Ümmetin burada korumaya çalıştığı aradaki çizgidir. Çünkü müslüman herşeyi, hem Yaradandan ötürü, hem de tam yarattığı şekilde sever.

Diyorum ya: Gavuru küçük görmemek lazım. Gavur, tüm gavurluğu içinde, dünya işinin nasıl döndüğünü biliyor. O yüzden Gone Girl (Kayıp Kız) gibi filmleri de çekiyor. Yani uyarıyor: Arkadaş, bu kadını melekleştirmeye çalışıyorsunuz amma, bu da bir ifrattır. Eğer bir kadın şeytanının oyuncağı olursa erkeğin başına türlü işler getirebilir. Bunu da kendisinin melekliğine toz kondurmadan halleder. İnanmayan varsa filmin hikâyesini araştırıp okusun. (Aslı romandır zaten. Onun da Türkçesi mevcuttur. Boş vakti olan kurcalayabilir.) Zaten ümmete bu hastalık da arız oldu artık. Kendi kitabındaki doğruları bile ancak gavurlardan onayını işitirse kabul edebiliyor. Onlar onaylamasa kenarda bekletiyor.


Firavun zeki adamdı muhterem kârilerim. Tek gözlü, yani Deccalî, yani yalnız dünyanın işine konsantre bir akılcılığı vardı. O yüzden köle statüsünde yaşattığı İsrailoğulları'nın erkeklerini/erkekliğini öldürmüştü. O kavim ki, gördükleri nice mucizeye rağmen, Musa aleyhisselama defalarca kaypaklık ettiler. Savaşa gittiklerinde "Senle Allah'ın savaşsın!" deyip gevşediler. Tur dağına çıkınca hemen bir buzağı heykeli yapıp tapınmaya başladılar. Daha türlü türlü oyunları Musa aleyhisselamın müstakim erkekliğine çevirdiler. Onların kıssalarını okuduğunuzda Yakub aleyhisselamın oğullarına "Şehre ayrı kapılardan girin!" demesinin sırrına da bir derece vâkıf olursunuz. Kıptîlerin bu kadar erkek gibi erkeği beraber görünce rahatsız olacağını sezen bir feraset vardır bu nasihatte. Allahu'l-a'lem. Ki Mısır serüvenleri boyunca da İsrailoğulları'nın erkekliği Kıptîlerin devletini rahatsız etmiştir.

Bizim erkekliğimiz de elbette birilerini rahatsız ediyor. Sadece erkekliğimiz mi? Bizim kadınlığımız da aynı şekilde rahatsızlık verici. Küresel akıl, Deccalî tek gözlülük, yine hedefini ıskalamıyor. Hemen gelecek senaryoları üzerine çalışmaya başlıyor. "Bu kadar müslüman erkek-kadın olmamalı!" Eh. Firavun gibi doğanları kundağının içinde öldürecek değil ya. 'Nüfus kontrolü' diyor. 'Aile planlaması' diyor. Algı yönetiyor. Kapısından girecek erkek sayısını düşürmeye çalışıyor. Yetmedi mi? Erkekliği bastırıyor. Kadınlığı erkekleştirerek erkekliği geriletmeye gayret ediyor. Bunu da apaçık yapacak hali yok tabii. Bir meşruiyet inşası şart. O da nedir? 'Kadın hakları'dır. 'Pozitif ayrımcılık'tır. 'Eril gelenek'tir. 'Cinsiyet eşitliği'dir. Hatta bizzat devletin-piyasanın kadınları erkeklerden daha çok beğenmesidir. 

Sonuç ne olur peki? Bediüzzaman, 5. Şua'da, "Ahirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder!" hadisini rahatsız edici bir şekilde tevil ediyor arkadaşlar: "Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var: Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur. İkinci te'vili: O fitne zamanında, harplerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder; veledi kendi suretine çekmeye sebebiyet verdiğinden, emr-i İlâhî ile kızlar pek çok olur." 

Biz bu 'rahatsız edici tevil'e (ne mutlu ki rahatsız ediyor) tecrübelerimizle şunu da ekleyelim: Musa karakterli erkeklerin sayısı kırktabire düşerse sırrın bir başka vechi de ortaya çıkmış olur. Çünkü yine Bediüzzaman der: "Erkekler hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Rakamlar bu hileyle de oynatılabilir yani. 

Öyle. LGBT üzerinden çevrilen 'erkekleştirme-kadınlaştırma' oyunlarına kanarsak, bırakın Allah rızasını, kendi şerefini-menfaatini-namusunu korumak için bile savaşmayı göze alabilecek erkekler-kadınlar bulamayacağız. İçimizdeki Musalar her çağrılarında "Senle Allah'ın savaşsın!" kaypaklığına maruz kalacaklar. Fitnenin en can yakıcı yeri ise yine şurada düğümleniyor: Bizi kesen baltanın sapı da bizden. İşin o kısmını bile çalışmışlar sanki. KADEM(e) KADEM(e) inşa edilen bir Amber Heard'lar ordusu Kızıldeniz'e doğru ümmeti kovalıyor. Kimse diyemiyor: "Bu kanunlar Johnny'e-Tony'e, uyar mı Ali'ye-Veli'ye?" Cenab-ı Hak denizi geçebilmeyi nasip eylesin muhterem kârilerim. Ama geçince de zor bitmeyecek.

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Gördüğün rüya kimin?

Arrival'ın akıllarda kalan sahnelerinden birisiydi. İzleyenler anımsayacaktır. Fizikçi Ian Donnelly (Jeremy Renner) filmin bir yerinde dilbilimci Dr. Louise Banks'e (Amy Adams) şöyle soruyordu: "Onların dilinde de rüya görüyor musun?" Bu sorunun bana ilginç gelen yanı (yahut da bende çağrışımlar uyandıran yanı demeliyim) okuduklarımın rüyalarıma etkisiyle ilişkiliydi. Örneğin: Üslûbunu çok beğendiğim bir kitabın rüyamdaki karakterlerin diyaloglarına tesiri oluyordu. Bunu sık sık yaşıyordum.

Karakterlerim kitaptaki yazış tarzıyla konuşmaya başlıyorlardı. Yahut da ben olayları izlerken kendime yaşananları o üslûpla anlatıyordum. Kendim gibi değil de okuduğum kitaplardaki gibi... Uyanınca güldüğüm bu tip hâdiselere bakışım şu cümleden sonra bir nebze değişti. Peşine düşülesi bir derinlik kazandı. Rüyalar bu açıdan da bir laboratuvar olabilir miydi?

Mürşidimin kendisinden daha meşhur bir sözü var. Kimin söylediğini bilmeyenler bile (hatta Bediüzzaman'ı sevmeyenler bile) yeri geldiğinde alıntılıyorlar. O cümle de şudur: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Fakat bu cümlenin ona nazaran az bilinen bir başka versiyonu daha vardır Risale-i Nur külliyatında. O da şöyledir: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır."

"İnsanlığın sürümü nasıl yükselir?" yazımda da aynı maralı avlamaya çalışmıştım. Bu yazıda başka bir şekilde yaklaşmaya çalışacağım. (Yazar bu şekilde o yazının da okunmasını istirham eder.) Şahit olduğumuz düşünme biçimleriyle kurduğumuz hayaller arasında büyük bir ilgi var. Türkçeden başka dil bilmeyen bir insanın yabancı bir dilde rüya görmesi mümkün değildir. Hiç ezan duymamış bir insan rüyalarında ezanı duyamaz. (İlla ki bu ona Allah'ın bir fazlı olarak ikram edilsin.) Ancak 'edinilmiş bilgiler' ve 'öğrenilmiş bakış açıları' üzerinden yeni dünyalara uzanabiliyoruz. Uzandığımız dünya her ne kadar bir yönüyle 'yeni' de olsa aslında bizim kendimize özgü 'eski'lerimizden besleniyor. Herkesin dayandığı eskiye göre yenisi değişiyor. Kendi eskisi yine kendisinin sayılabilecek yenisi için bir sıçrama tahtası işlevi görüyor.

Bu açıdan Bediüzzaman'ın, 20. Söz'de, 'peygamber mucizeleri' ile 'modern teknoloji' arasında kurduğu ilgi hiç de yersiz değil. Hakikat ile hayalin ilişkisini hatırlatıcı bir mahiyeti var. Öyle ya! Bütün bu gelişmeler nihayetinde keşşaflarının gördüğü bir rüyanın ürünüydü. O keşiflere ulaşanlar malumatları olan şeyler üzerinden hayallerini geliştirdiler. Yeni tasavvurlara kaynak olabilecek bir 'olabilecekler' algısından faydalandılar. 'Olamaz' diyenlerden onları ayıran buydu. Onların olabilecekler çıtası farklı bir yükseklikte konumlanıyordu. "Vahiy, bu yönüyle, olabilecekler dediğimiz şeyin çıtasını beşerin yeni şeyler hayal edebileceği kadar yukarıya kaldırmıştır!" diyebiliriz. Ancak bu konuyu ismini andığım yazıya havale ederek daha ileri gitmeyeceğim.

Rüyaların laboratuvar oluşuna geri dönelim. Biz, hayatımıza yeni dahil olmuş sevinçlerin, vehimlerin, korkuların veya arzuların 'ben'deki tesirinin sandığımızdan fazla olduğunu nasıl anlarız? En çok rüyalarımızdan. Öyle değil mi? Eğer, gördüğümüz birisini sandığımızdan daha fazla önemsediysek, o kişi rüyalarımızda da bize görünmeye başlar. Yaşadığımız bir olay bizi tahmin ettiğimizden daha fazla etkilediyse rüyalarımızda da bu etkinin izleri görülür.

Bu açıdan bakıldığında, rüyalar, düşünce aynaları veya turnusollarıdır. Bizim bile farkında olmadığımız veya baskıladığımız veya yanlış okuduğumuz o karmaşık dünyanın asıl renginden (veya asıl rengin sandığımızdan farklı olabileceğinden) rüyalarımız bizi haberdar eder. Bu da, elhamdülillah, uykunun bahşettiği bir uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar!" hakikatinin 'uykunun da bir nevi ölüm olması' hasebiyle görünen bir ucudur. Allahu'l-A'lem.

Peki düşüncelerimizin rengini ne belirler? Ben bu noktada itikadın asıl belirleyici olduğunu düşünüyorum. 'Neye, ne kadar ve nasıl inanacağız' bilgisi 'nasıl düşüneceğiniz' bilgisinin de mimarıdır. Düşünce ancak onun açtığı yolda ilerler. Ali Şeriatî'nin İslam Bilim'de dikkatleri çektiği gibi, tevhide iman eden bir mü'min, varlıkta yaşanan hiçbir hâdiseyi birbirinden koparamaz. Adacıklara dönüştüremez. Hepsinin aynı Usta'nın (c.c.) kudret elinden çıktığına iman etmesiyle itikadının onu yönlendirdiği bakış açısı 'uyum'dur. Aradığı budur. O kainatta çelişki, çatışkı değil uyum arar. Ve uyuma dönük tefekkürler üretir. Kadere iman da aslında bu uyumun en büyük resmini ifade eder onun için.

Tekrar çizmek lazım altını: Tevhid kadersiz olmaz. Kader tevhide imanın zamanüstü boyutudur. Anları tevhid ile yaratan Hak Teala'nın zamanüstü şekilde bütün anların da yaratıcısı olduğunu görmek kadere inanmayı kaçınılmaz kılar. Yoksa, hâşâ, Allah kendi yarattığı zamanla sınırlandırılmış olur. Mahlukatından birisini aşamıyor olur. Kendi yarattığı sonraların öncesine hapsedilmiş olur. Ressam tabloyla sınırlandırılmış olur. Sen şu aptallığın zirvesine bak! Sınırlı olan nasıl ilah olabilir? Sonsuz kudret sahibi nasıl sınırlı olabilir? Ressam tablosuna nasıl sığar veya sıkışabilir? Allah böyle diyen şaşkınları ıslah etsin.

Tablonun bütününden çıkacak uyum ancak parçalarının tamamının yaratıştan önce bilinmesiyle mümkündür. Çünkü bu tablonun parçaları, birbirinden bağımsız varlıklar değil, öncelerin sonralarıdır. Hepsi girildiğinde ancak kapıyı açacak şifre gibidir. Tablodaki her bir detayın büyük tablonun içinde bir anlamı vardır. Eğer bir ressam tablosunun nereye varacağını bilmeden çizmeye başlarsa bundan uyum ve anlam çıkmaz.

Arrival'da dil ile zaman arasında kurulan bağı tekrar hatırlayalım. Cümle kurmak sırayla kelime seçmek değildir. Cümle kurmak, önceden bilinen ve hedeflenen bir anlama yönelik olarak, kelimeleri düzenle kullanmaktır. Bütünü 'ulaşılması gereken' olarak zihinde evvelen bulunmazsa parçaları anlamlı bir şekilde biraraya gelmez. Herbirisi dilbilimci olan, ancak birbirlerinden habersiz, beş kişinin kendilerine göre seçecekleri kelimeleri biraraya toplasanız, kelimelerin tek tek seçiminde gösterilen bütün meslekî inceliğe rağmen, ondan anlamlı bir cümle çıkaramazsınız. (Aynı dilde olmaları bile zor bir ihtimaldir.) Çünkü o beş kişi ulaşılması gereken bir bütünden haberdar değildir.

Dolayısıyla; şunun itikattan düşünceye, düşünceden rüyaya, rüyadan lezzete bakan yönü kendiliğinden ortaya çıkıyor. Lezzet ancak görülenle görülmek istenenin uyumundan ortaya çıkar. Bir insan ancak pasta yemekten umduğu lezzeti alacaksa pasta yemekten lezzet alır. Görünüşü tamamıyla aynı, ancak tadı berbat bir pastayı 'pasta' diye önüme koysanız, ben umduğum ile bulduğum arasındaki uyumsuzluktan dolayı pasta yemiş olmam. Veyahut da şöyle söyleyeyim: Ben'liğim lezzet açısından onun pasta olduğunu inkâr eder. Ben'den başlayıp ben'e uzanan döngü tamamlanmamıştır çünkü.

Burada, zannımca, 'görülmek istenen' imana tekabül ediyor. İman ettiğiniz zaman 'varlığı nasıl görmek istediğinizi' de seçmiş oluyorsunuz. Bu seçimden sonra düşünce biçiminiz ve ona bağlı olarak rüyalarınız da değişiyor. Hayalleriniz inandıklarınızdan bir şekil alıyor. Onlardan yaratılan hakikat de renk değiştiriyor. Azlar çoğalıyor. Çoklar azalıyor. Umulanlar farklılaşıyor. Rüyalarınızın renginde bir gelecek görüyorsunuz. Allah'ı "Ben kulumun zannı üzereyim!" buyurduğu gibi buluyorsunuz.

Aleyhissalatuvesselamın, mü'min olduktan sonra az yemeye başlayan birisinin bahsi sadedinde söylediği "Kafir yedi mideyle, mü'min bir mideyle yer!" hakikati buradan da bize gözkırpıyor. Eskiden varoluşu 'elinden geldiğince sahip olmak' sanırdınız. Şimdi 'elinden geldiğince asıl sahibine bırakmak' olarak tanımlıyorsunuz. Amaç değişti. Rüya değişti. Daha çok tüketmek hayal edilmez oldu. Yedi mide bire düştü. Çünkü varlık tanımınız değişti.

Hep verdiğim bir örnektir. Burada da vereyim: Otobüs gibi bir toplu taşıma aracını takvayı önemseyen bir müslüman icat etseydi ne gibi farklılıklar olurdu? Bence bugünkü gibi kadınların ve erkeklerin (İslam kültürüyle yetiştikleri için) rahatsız oldukları karmaşa yerine mahremiyetin de korunduğu bir tasarım o teknolojiye eşlik ederdi. Yine şakayla verdiğim bir örnek olarak zikredeyim:

Postal tarzı giymesi ve çıkarması müşkül bir ayakkabı türünü günde beşvakit abdest alması ve namaz kılması gereken bir mü'min (hem de evlere ve ibadet yerlerine ayakkabıyla girmeyen bir mü'min) icat eder miydi? Atom bombası gibi suçlu-suçsuz ayırmadan binlerce kişiyi katleden bir silahı 'bir masumun ölümünü insanlığın ölümü' olarak gören bir müslüman yapar mıydı? Bana yapmazdı gibi geliyor. Çünkü o böyle bir rüya görmezdi. Onun dünyasında böyle bir hayal 'görülmesi meşru bir hayal' değildi. 'Teknolojiyi alalım ama ahlakını almayalım!' teorisinin ne ölçüde başarılı olabileceği buradan da okuyorsunuz. Teknoloji ancak onun rüyasını siz gördüğünüz zaman size zarar vermez oluyor. Öteki türlü her zaman bir risk var. Başkalarının gerçekleşmiş rüyaları sizin düşünce biçiminizi kötü şekilde etkileyebilir.

Bu yazı tam bir aşure oldu. Bir sorgulamayla toparlamaya çalışalım: Rüyalarımızı kimin dilinde görüyoruz? Kimin dilinde gördüğümüz rüyalar hayatımıza giriyor? Bu rüyalar bizim içimizde konuştuğumuz asıl dille ne kadar uyumlu? Her dilin, düşünce sistemini beraber getirdiği bir düzlemde, eylem-söylem tutarsızlığı dediğimiz şeyin bir 'dil karmaşası' olduğu söylenemez mi?

İçimizde bir kavga var. Medeniyetin kaşıdığı arzular ve İslam'ın öğütlediği ahlak rüyalarımız için kavga ediyor. Nefsin doğruları ile vicdanın doğruları çatışıyor. Diller karışıyor. Başkalarının rüyalarını yaşıyoruz. Yusuf kuyudan da zindandan da çıkar. Çünkü o güzel rüyalarını kimseye satmadı. Sen gökdelenlerin tepesindeyken bile kuyularından çıkamazsın. Çünkü kuyu üzerine görülmüş rüyalar satın aldın. Umduğun değişmeden bulduğun değişmeyecek.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki!

"Gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş." Mesnevî-i Nuriye'den.

Ben bu kadar değilim. Daha fazlası var. Semada yanar söner bir göktaşı değilim. İnanıyorum. Eylediğimden ibaret olamam. Korkuyorum. Yüzeyim beni bunaltıyor. Seziyorum. İçimde benden de güzel bir insan var. Kalemimle onu çıkarmaya çalışıyorum. Yazarken en çok yapmak istediğim bu. Sanıyorum her yazar az-çok bunu deniyor. Öyküler kurgulayanın da, denemeler karalayanın da, şiirler yazanın da arzusu yaşadığı gerçekten öte ikinci bir gerçeklik âlemine kavuşmak. Bulduğundan kaçıp umduğuna uzanmak. 'Daha çok' varolmak değil belki. Ama 'daha farklı' varolmak. Yazmak bize 'daha farklı varolabileceğimizi' söylüyor. Yaşanılandan başka ihtimaller de var. Yalnızca bu değilsin. İçinde çok âdemler gizlenmiş bir âdemsin. Kalemi batırdıkça birisinden ses geliyor.

Düştüğün boşluklar, üzerine üzerine gelen duvarlar, alnına anne eli gibi dokunan soğuk ter, nedensiz gözyaşların, içine sığamadığın odalar ve şu geçmeyen hüznün şahidin olsun. Hayatın hayaline yetişemiyor. Sen bu fiiler içinde sıkışmak için yaratılmadın. Yüzeydeki kardeşlerin hiçbirisi Yusuf yüzlü değil. Gözün onlarla doymuyor. Taşlar bir türlü yerine oturmuyor. Yolculuklar bitiyor fakat yol bitmiş gibi gelmiyor. Bu işte bir tuhaflık var! Uykuların kaçıyor. Ne güzel. Canın sıkılıyor. Ne iyi. Cebrail de o Nebî-yi Muhterem'e okumasını öğretmeden canını kolları arasına alıp sıkmıştı. Sıkı can iyidir. Tez okur. Sıkı can iyidir. Çok arar. O kardeşleri ardında bırakarak kuyuya koşuyorsun. Beyaz kağıda sığındığın her anın arkaplanında bu var.

Yusuuuf! Yusuuuf! Yusuuuf! Ne kadar derine düştü şu Yusuf? Sesleniyorsun. Ağzından ses çıkmıyor. Civardan ses gelmiyor. Sessizliğin sızısından başka ses yok. Hem kuyunun ağzını da körletmişler. Ne yapılacak? Kalemle kazmaya başlıyorsun. İşte biraz açıldı. Kulak sığar ancak. Yusufî ilhamlar kulağına değmeye başlıyor. Oh! Evet, çok şükür, hâlâ yaşıyor. Demek Yusuf ölmemiş. Çok şükür. Demek hâlâ biraz Yusuf'um. Çok şükür. Mutlu oluyorsun.

Fakat hayat kuyuyu beklediğin gibi bekler mi seni? Tekrar yüzeye çıkıyorsun. Ne için? Işık görmek için. Nefes almak için. Karnını doyurmak için. Kaleme mürekkep gerek. Onu almak için. Kolları dinlendirmek gerek. Onu başarmak için. Bahaneler üretiyorsun. Yusuf'un kardeşleri bahaneler üretiyor.

Neden Leyla'dan vazgeçtiğini Mecnun yanlarına da anlatabilmen lazım. Bahaneler bu işe yarar. Yüzeye tekrar çıktığında, Yusuf değil, kardeşleri seninle konuşmaya başlıyor. O kadar çok kardeşi var ki Yusuf'un. Bu kesret adama kulağını unutturur. Kazmaktan kolay yaşamak. Dalmaktan kolay süzülmek. Bir gün; çadırdaki sıcak yemek, rahat döşek, güzel sohbet, seni kuyudaki sesleri duymaz hale getirecek. Bir kulakta iki ses olmuyor. Bir kalbe iki aşk sığmadığı gibi. Biliyorsun, ama Yusuf da sende, kardeşleri de...

Yazarak direniyorsun. Oruç tutarak direniyorsun. Namaz kılarak direniyorsun. Bütün bu dirençler kuyuyu unutmamak için. Kuyu varsa umut var. Kardeşleri Yusuf'u kuyuya attılar. Kardeşler kim? Yusuf kim? Kuyu kim? Yakup kim? Atan sensin, atılan sensin, düşülen sensin, özleyen sensin. Her kıssa içindeki kıssa sensin. Bir yanın kuyunun içinde. Diğerleri kuyunun dışında. Her ayet üzerinden konuşulan sensin. Kulağın sığacak kadar yer aç onlarda.

Yakub'un ağlıyor. O farkında. O diğerleri gibi değil. Vicdanın sızlıyor. Nefsin kuyu üstündeki yalancı. Yırtılmamış gömleğe sürecek kan arıyor. Fıtratın diyor ki: "Bir ses var kulağımızda eksik." Yusuuuf, Yusuuuf, sesin var unutmaya başladığımız. Yüzün var güzelliği silinen. Ayağını bastığın taşlar soğumaya başladı. Senin de bizden bir parça olduğunu unutmadan nasıl yaşayacağız?

Yusuuuf! Yusuuf! Yakub seni özlüyor. Biz de seni özlüyoruz. Fakat secde etmemiş ne çok kardeşin var. Yüzleri gözlerimizi dolduruyor. Uykuları uyanıklığımızı alıyor. Tabire yer kalmıyor Yusuf. Secdemizi unutuyoruz. Tabir edilmeyince rüyalar hakikat sanılıyor. Korkuyoruz yüzeydeki bu kalabalıktan. Kesretten korkuyoruz. Vallahi, böyle giderse, kuyuyu da unutacağız. Kalem kalacak fakat kazmayı bırakacağız. Kuyusuz da Yusuf bulunmaz ki. Peki biz Yusuf'u çıkarmazsak kim çıkarır bizi kuyularımızdan?

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kastettikleri mehdi değil sensin!

Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.

Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.

Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.

Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.

O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)

O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.

Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.

İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:

"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."

Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.

Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.

Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.

27 Şubat 2016 Cumartesi

Yazmak kuyudan konuşmaktır

"Lasiyyema, kalb bazan meselenin derin yerlerinden, kuyu dibinde gibi bir tıntın ederse, lisan işitemez; nasıl tercümanlık edecektir?" Muhakemat'tan.

Evet, çok yalnızdım. Şükür ki, kelimeler içinde kaybolmayı öğrendim. Orada kayboldukça kendimi buluyordum. Bu yazmak meselesi, bir kıssa-i Yusuf gibi, kuyu hikayesi. Yüreğinde bir yer var. Orada sesler daha berraklaşıyor. Kesretin gürültüsü uzaklaşıyor. Yazarken oraya çekiliyorsun. Rahatlıyorsun. Bir anlamda da yükselmek gibi bu geriye çekiliş. Herşey daha net görünmeye başlıyor gözüne. Herşey sadece şey...

Kuyuya atmışlar seni. Kardeşin kardeş olmadığı bir dipte uyanıyorsun. Sırtında gömlek bile yok. Bu bir boşluk yaratıyor. Kardeşsiz kalmanın boşluğu. Gömleksiz kalmanın boşluğu. Kuyudaki boşluk. Yarın ne olacağını bilmemenin ve kestirememenin boşluğu. Boşluk boğucudur. Bir şekilde doldurmamız gerek. Yoksa biteriz. Ve yazıyorsun.

Yazmak aslında kuyudan konuşmaktır. Çığlık atarak o boşluğu doldurmaya çalışmaktır. Çığlık atmakla dolar mı boşluk? Asla! Fakat sesinin yankılanıp gelmesinden bir ülfet gelir sana. Konuştuğun kendindir. Yankı sesinindir. Fakat yalnızlığını alır. Yazmak yalnızlığını alır. Ama boşluğunu almaz. Bu yüzden bir yazan, hep yazar. Yazmayı bırakmışsa, ölmüştür.

Yazmak, ama birşeylere varmak için onu araç kılarak değil, bizzat onu severek yazmak. Bu kurtarıyor bizi. Çünkü amelin içinde saklı olan lezzetin keşfidir ancak yazdıran. Eğer yazmak sizin aracınızsa, bu kuyunun kolay kuruyacağını söyleyebilirim size. Çabuk bıkarsınız. Sonuçları elde etmekteki aceleciliğiniz, bazı bazı kaleminizin istikametini yitirmesine de neden olur. Yahut da hırsla yazarsınız. Sonuçlar elinize geçmiştir. Sonuçlar elinize geçtikçe daha çok sonuç için daha çok üretirsiniz. Sanayi işletmesi olmak gibidir sizin için yazarlık. Hakikat dervişi değil, bant işçisidir kalem. Yani o yerinde durur, önündeki değişir. Konunuzu dahi kendiniz seçmez, başkalarından alırsınız. Böyle yazmakla insan ne olur?

Güzelliğini başkalarını tasdikine muhtaç sananın köleliği bitmez. Kendisini kendisi üzerinden tanımlamayan hiçbir kemalin ömrü uzun değildir. Zira aynalar değişir. Yorumlar değişir. Zaman değişir. Bu kadar değişiklik içinde "İyi birşey yaptım!" demekten başka elinde bir teselli kalmaz. Seni seven çok kişi olabilir bugün. Fakat yarın, yaşlandığında, dilin insanların diline yabancı gelmeye başladığında, dünya ve düzen yerini değiştirdiğinde herşey yerinden oynar.

İhtiyarlıkta konuşan ihtiyar değil, susan ihtiyar makbuldür. Neden? Çünkü senin varlığın bir eskinin varlığıdır. Sen onları aşinası olmadıkları bir dili anlamaya zorlarsın. Bu zorlanmayı istemez gençler. Yüz kere anlattığın hatırayı tekrar dinlemek istemezler. Şimdi gençsin. Söylediğin şeylerin tazeliği ile bir teselli bulabilirsin. Fakat eskidiğinde ne yapacaksın? Bağlamdan uzaklaşıldığında cümlelerini güzel kılan ne olacak?

İşte bu noktada elinde kalacak son şey, kendinin yazmak fiiline verdiğin anlamdır. Sen kendini iyi birşeylere hizmet etmiş ve 'iyice' hizmet etmiş görüyor musun? Yazman bir işe yaradı mı gerçekten? Bunu, gördüğün ilgiden/ilgisizlikten bağımsız olarak 'evet' diye yanıtlayabiliyorsan, senden yazar olman beklenir. Artık kardeşlerin ister seni terketsin, ister seni sevsinler; ne intikam, ne ilgi peşinde olmazsın.

30 Aralık 2015 Çarşamba

Yusuf'un başına kuyu ördüler

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Unutkanlığımız, aldanışımız oldu. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan, kaybolduğu yerlerde, düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Fakat kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Her şiir yazışımızda aklımızdan belki on sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Dünyadaki nimetler ne doyumluktu, ne de tadımlıktı. Hepsi farkedimlikti.

Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Yetmiyor, türlü türlü yollarla muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, dilenci kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı. Zatının acınasılığını unuttu çoktan. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden.

"İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder."

Halbuki aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu onla karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki, farkedimlikler tadımlık olursa zengin oluruz. Ancak hiçbir şey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.

Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. Fakat neyde derinleşecektik? "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı." Kazmayı nereye vuracaktık? Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.

Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Ama kalmasıdır. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik, ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu. Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: "Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık.

Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar ortaya çıktı. Bunların tamamı 'Define varmış!' söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?

"Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder."

Eşyanın Allah'tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde her birimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir derinlik oluştu. Etrafın yükseldiğinde kendini bir çukurda, sahte bir derinlikte hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf'u (a.s.) kardeşleri kuyuya atmıştı. Yine öyle oldu. Ama bu sefer Yusuf düşmedi. Kardeşleri etrafına kuyu ördüler.

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Satmaya bakacağız

İki numaralı yeğenim (sıralamada kıyak yok, dünyaya teşrifi itibariyle) Yusuf Ayaz'la epeyce oynadık bugün. İnanın bana, sizi bırakmak istemeyen bir çocuk bazen hayatı çok daha güzel kılıyor. Bunun bir yönü: Birilerinin sizden vazgeçmek istemediğini hissetmek; sizi önemsediğini, sizinle oynamayı eve gitmeye tercih ettiğini. "Sen de gel!" diye arabanın camından seslendiğini. Böyle şeyleri işitmeye ihtiyacı oluyor insanın. Ezanı işitmeye ihtiyacı olduğu gibi. İkinci yönü: Bir çocuk da olsa birisini mutlu etmek bir işe yaramaktır. İşe yaramak her insanı mutlu eder. Hikmetine dokunmak, mutluluğa dokunmaya benzer. Amaç bizzat mutluluktur bazen. Bugüne ve düne dair anlam. Yarına dair ümittir. Yeğenlerim beni mutlu ediyor. Çocuklarla iletişimi güçlü olan büyüklerin 'önemsenmeye' diğerlerinden daha muhtaç olduğunu düşünmüşümdür hep. Her nimet bir açlığa mukabil.

Şunu da farkediyorsunuz: Birilerine birşeyler verdiğiniz zaman, bir yönüyle birşeyler bağışlanan siz oluyorsunuz. Bedelsiz değil hediyeler. Tebessüm hem size, hem ettiğinize sadaka. Bak şimdi! "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek sûretiyle satın almıştır" ayetine bir kapı buldum buradan. Allah'ın hoşnut olacağı şeyleri yapmak, daha bu dünyada cenneti almak, cennete karşılık an'ınızı/fiillerinizi satmak gibi birşey. Gelecekte değil, burada. Sonra değil, hemen. İyi olmak iyi geliyor. Markar Esayan'ın İyi Şeyler'de dediği gibi: "İyiliği canı istemeli insanın." Zaten iyilik can'ın istediğidir bence. Fıtratın. Fıtrat-ı zişuur olan vicdanın. Yusuf için Allah'a zamanını sat, karşılığında cennet misal bir mutluluk al tebessümünden. Gülücüklere boğsun seni. Yorsun, dinlendirsin. Hem yorsun, hem dinlendirsin. Allah gibi güzel müşteri bulabilir misin? Derviş Yunus bulamamış ki, demiş: "Satarım canımı, alan bulunmaz." Gel şimdi, bir başkasına daha kulak verelim. Bediüzzaman'ın aynı ayeti tefsir ettiği 6. Söz'ün finalinde dediği gibi diyelim:

"Şimdi satmaya bakacağız. Acaba, o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar? Yok! Kat'â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira, helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise; yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesâbiyle vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse istiğfar etmeli: 'Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi Kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emîn kıl. Amin!' demeli ve Ona yalvarmalı." Görüyor musun bizim bacaksız Yusuf Ayaz nasıl da bir mektubat-ı Samedaniye oldu. Neler neler öğretti birkaç saatte! Sanıyor musun bunlar hep tesadüftür? Hayır, hayır. Onu Allah gönderdi, zaman önüme getirdi, sevincim sûretini gördü, aklım okudu. Okuyacak şey arayanlar için herşey kitaptır.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...