Peygamber Kıssaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peygamber Kıssaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2022 Pazartesi

Johnny nasıl Depp'ti Amber'i Heard'ün mü?

 "Şüphesiz, ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar." (Necm sûresi, 27)

'Gavur' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Adamlar ahiret işlerinden anlamasalar da dünyanın nasıl döndüğünü biliyorlar. Kârlarını-zararlarını ayırıyorlar. Nitekim bu iş görür muhakeme yeteneği sayesindedir ki, Johnny Depp abimiz, Amber Heard yengenin elinden itibarını kurtarabildi. Yaaa... Eğer "Kadının beyanı esastır!" gibi bir saçmalık orada olsaydı, abimiz şuan Kaptan Jack Sparrow gibi kodeste gün saymaktaydı. Bir verdiği karşı geldi galiba. (Muhtemelen pahalı avukatlara verdikleridir.) Paçayı sıyırdı. Tabii büsbütün sıyırma diye birşey sözkonusu değil. Zira eskiler böyle durumlar için derler: Şuyûu vukûundan beterdir. 

'Kadın iftirasına uğramış bir peygamberin kıssasını'  Kudsî Kitab'ında okuduğu halde "Kadının beyanı esastır!" gibi bir garabete tutunmuş pek az topluluk vardır herhalde tarihte. Ahirzamandır efendim. Olur. Belki (ve de Allah korusun) daha fenası da olur. "Erkeğin beyanı zerzevattır!" diye bir kanun da çıkabilir. Çünkü artık kadın-erkek hukukunda neyin 'doğru' neyin 'yanlış' olduğuna kadın hukukçular karar vermektedir. (Ve her nedense bu kadınların erkeklere bir husumeti sezilmektedir.) Kârilerim, yanlış anlamayın, Züleyha'nın durumunu insan kendisine şöyle-böyle açıklar. Fakat bu ablalarımızın hayattan istediklerini aldıkları zannedilir. Çünkü erkekliği geriletme davasına gönül vermiş mücahidelerin çoğusu evlidir. Maşaallah. Eh, yakıştırmayız, eve iş taşımak yanlış iken bir de evi işe taşımak hiç doğru olmaz. Sorun varsa bunları Türkiye'yi karıştırmadan çözmek en muteberi olur.

Bilmediğimiz hakkında konuşmayalım. Zannın çoğu haramdır. Bildiğimizse şu: Ta Firavun'dan beri, dünyacı/küfranî akıl, menfaatinin hangi gelecek senaryosunda olduğunu bilir. İsrailoğullarının erkeklerini öldüren Kıptîliğinde rahat eder. Çünkü 'erkekleri öldürmek erkekliği öldürmek'tir. Musa aleyhisselamın muvaffakiyeti bu 'erkek katliamına' karşı Allah'ın muhafazasında bulunmasındandır. Hayatına dair okuma yapanlar hakvereceklerdir. Musa aleyhisselam karakterçe de erkektir. Şimdi 'erkek' kelimesini 'olumlu' anlamda çok kullandık ya. Buradan da başımıza işler açılacak. Üşenmeyip o konuya dair birşeyler karalayalım:

Efendim, müslüman, erkeği 'erkek' kadını da 'kadın' iken sever. Çünkü herşeyin Allah'ın yarattığı şekilde doğru olduğuna iman etmiştir. Allah Hakîm'dir. Nihayetsiz hikmet sahibidir. Yaptıklarında abes-yanlış yoktur. Yani ki beşer tashihine ihtiyaç yoktur. O nedenle yaratışında 'adres şaşırması' olduğu düşünülemez. Evet. Bütün renkler Allah'ındır. Farklılıkları yaratan Allah'dır. Fakat Allah'ın yarattığı renkte yanlış olduğu imâ edilemez. "Bu mavi görünüyor ama aslında sarıdır!" diye birşey yoktur bizim itikadımızda. Allah'ın mavi olarak yarattığı mavidir. Sarı olarak yarattığı da sarıdır. Bu sebepten mavi maviliğe, sarı da sarılığa teşvik edilir. Mavi sarılıktan, sarı da mavilikten men edilir. Fıtratlarının aksine yönlendirilmez. Aksine yönlendirme Allah'ın yaratışı hakkında terbiyesiz ithamlar taşır. 

Doğruyu görmek istemeyenlere ise modern(!) çağda tabiata (daha doğrusu kevniyata-kainata) firavunane yapılan müdahalelerin küremizi düşürdüğü durum misal gösterilmelidir. Beşerin küfranî hendesesi, hangi ölçüsünde-tartısında dünyayı 'daha iyiye' götürmüştür ki, cinsiyet konusunda isabet ediyor olabilsin? Elbette buradan da varacağı yeni bir kıyamettir.

Şunu bir türlü anlatamıyoruz bu arkadaşlara: Bir erkeğe "Karı gibi konuşup durma!" nasıl bir uyarıysa kadına da "Erkek Fatmalık yapma!" o derece uyarıdır. Birincinde 'karı' ikincisinde ise 'erkek' hakaret kastıyla kullanılmıştır. Yani sadece 'kadınlığın aşağılanması' diye birşey sözkonusu değildir. Erkekliğin de yersizliğinde kınandığı olur. Kastolunan tavrın hikmetsizliğidir. Ümmetin burada korumaya çalıştığı aradaki çizgidir. Çünkü müslüman herşeyi, hem Yaradandan ötürü, hem de tam yarattığı şekilde sever.

Diyorum ya: Gavuru küçük görmemek lazım. Gavur, tüm gavurluğu içinde, dünya işinin nasıl döndüğünü biliyor. O yüzden Gone Girl (Kayıp Kız) gibi filmleri de çekiyor. Yani uyarıyor: Arkadaş, bu kadını melekleştirmeye çalışıyorsunuz amma, bu da bir ifrattır. Eğer bir kadın şeytanının oyuncağı olursa erkeğin başına türlü işler getirebilir. Bunu da kendisinin melekliğine toz kondurmadan halleder. İnanmayan varsa filmin hikâyesini araştırıp okusun. (Aslı romandır zaten. Onun da Türkçesi mevcuttur. Boş vakti olan kurcalayabilir.) Zaten ümmete bu hastalık da arız oldu artık. Kendi kitabındaki doğruları bile ancak gavurlardan onayını işitirse kabul edebiliyor. Onlar onaylamasa kenarda bekletiyor.


Firavun zeki adamdı muhterem kârilerim. Tek gözlü, yani Deccalî, yani yalnız dünyanın işine konsantre bir akılcılığı vardı. O yüzden köle statüsünde yaşattığı İsrailoğulları'nın erkeklerini/erkekliğini öldürmüştü. O kavim ki, gördükleri nice mucizeye rağmen, Musa aleyhisselama defalarca kaypaklık ettiler. Savaşa gittiklerinde "Senle Allah'ın savaşsın!" deyip gevşediler. Tur dağına çıkınca hemen bir buzağı heykeli yapıp tapınmaya başladılar. Daha türlü türlü oyunları Musa aleyhisselamın müstakim erkekliğine çevirdiler. Onların kıssalarını okuduğunuzda Yakub aleyhisselamın oğullarına "Şehre ayrı kapılardan girin!" demesinin sırrına da bir derece vâkıf olursunuz. Kıptîlerin bu kadar erkek gibi erkeği beraber görünce rahatsız olacağını sezen bir feraset vardır bu nasihatte. Allahu'l-a'lem. Ki Mısır serüvenleri boyunca da İsrailoğulları'nın erkekliği Kıptîlerin devletini rahatsız etmiştir.

Bizim erkekliğimiz de elbette birilerini rahatsız ediyor. Sadece erkekliğimiz mi? Bizim kadınlığımız da aynı şekilde rahatsızlık verici. Küresel akıl, Deccalî tek gözlülük, yine hedefini ıskalamıyor. Hemen gelecek senaryoları üzerine çalışmaya başlıyor. "Bu kadar müslüman erkek-kadın olmamalı!" Eh. Firavun gibi doğanları kundağının içinde öldürecek değil ya. 'Nüfus kontrolü' diyor. 'Aile planlaması' diyor. Algı yönetiyor. Kapısından girecek erkek sayısını düşürmeye çalışıyor. Yetmedi mi? Erkekliği bastırıyor. Kadınlığı erkekleştirerek erkekliği geriletmeye gayret ediyor. Bunu da apaçık yapacak hali yok tabii. Bir meşruiyet inşası şart. O da nedir? 'Kadın hakları'dır. 'Pozitif ayrımcılık'tır. 'Eril gelenek'tir. 'Cinsiyet eşitliği'dir. Hatta bizzat devletin-piyasanın kadınları erkeklerden daha çok beğenmesidir. 

Sonuç ne olur peki? Bediüzzaman, 5. Şua'da, "Ahirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder!" hadisini rahatsız edici bir şekilde tevil ediyor arkadaşlar: "Allahu a'lem bissavab, bunun iki te'vili var: Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur. İkinci te'vili: O fitne zamanında, harplerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder; veledi kendi suretine çekmeye sebebiyet verdiğinden, emr-i İlâhî ile kızlar pek çok olur." 

Biz bu 'rahatsız edici tevil'e (ne mutlu ki rahatsız ediyor) tecrübelerimizle şunu da ekleyelim: Musa karakterli erkeklerin sayısı kırktabire düşerse sırrın bir başka vechi de ortaya çıkmış olur. Çünkü yine Bediüzzaman der: "Erkekler hevâ ve hevesle kadınlaşırsa, kadınlar da nâşizelikle erkekleşir." Rakamlar bu hileyle de oynatılabilir yani. 

Öyle. LGBT üzerinden çevrilen 'erkekleştirme-kadınlaştırma' oyunlarına kanarsak, bırakın Allah rızasını, kendi şerefini-menfaatini-namusunu korumak için bile savaşmayı göze alabilecek erkekler-kadınlar bulamayacağız. İçimizdeki Musalar her çağrılarında "Senle Allah'ın savaşsın!" kaypaklığına maruz kalacaklar. Fitnenin en can yakıcı yeri ise yine şurada düğümleniyor: Bizi kesen baltanın sapı da bizden. İşin o kısmını bile çalışmışlar sanki. KADEM(e) KADEM(e) inşa edilen bir Amber Heard'lar ordusu Kızıldeniz'e doğru ümmeti kovalıyor. Kimse diyemiyor: "Bu kanunlar Johnny'e-Tony'e, uyar mı Ali'ye-Veli'ye?" Cenab-ı Hak denizi geçebilmeyi nasip eylesin muhterem kârilerim. Ama geçince de zor bitmeyecek.

23 Haziran 2019 Pazar

Bir insan ne zaman Allah'tan belasını ister?

Bakınız, yazıyorum amma korka korka yazıyorum, çünkü yazı bitince "Ulan ne cahil adammışsın!" da diyebilirsiniz. Böyle bir risk var. Neden? Belki sizin için epeydir malum olan birşeyi ben şimdi yeni bir bilgi gibi paylaşacağım da ondan. Efendim, uzatmayayım, hızlıca sadede koşayım. Mevzuun özü şu: Kur'an okumalarımda sürekli denk gelip "Acaba neden böyle?" diye sorduğum bir mesele var(dı). Hani hep soruyor(d)um ama kalbimi tatmin eder bir cevap da bulamıyor(d)um. Kafamda sual-i müşkülküşa olarak bekleyip duruyor(du). Söyleyince hemencecik "Ha o mu?" diyeceğiniz birşeydir de üstelik. O da şudur:

Peygamberleri hakka çağırdıktan sonra isyankâr kavimler şöyle bir argümanı, belki buna 'argüman' değil de 'iddialaşma' demeli, dilegetiriyorlar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Birçok kıssada var bu. Birkaç tanesinin meallerini alıntıladıktan sonra yazıya devam edelim. Yunus sûresinin 48. ayeti haber veriyor: "Onlar 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad ne zaman yerine gelecek?' diyorlar." Enbiya sûresinin 38. ayeti haber veriyor: "Doğru sözlü iseniz (bildirin) bu vaad ne zamandır, derler." Neml sûresinin 71. ayeti haber veriyor: "Bir de 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaad (ettiğiniz azab) hani, ne zaman?' derler."

Kur'an'da birşeyin tekrar edilmesi ne demek? 'Onun ayrıca bir önemi var' demek. 'Kaçırmaman için uygun makamlarda tekrar tekrar karşına çıkarılıyor' demek. Hatta 'İlk seferde anladıysan dahi sık sık tekrar et ki unutma!' demek. Kur'an'daki tekraratın böylesi hikmetlere sahip olduğunu Emirdağ Çiçeği gibi metinlerden ders alıyoruz. Elhamdülillah. İşte, mürşidimden böylesi bir dersi aldığım için, şu ayet-i celilelerdeki mananın karşısında da beklentili bir suskunluk içinde dururdum. "Burada neyi kaçırıyorum?" diye düşünürdüm. Şimdi onlardan bir tanesine uyandım. Belki siz bunu çoktan biliyordunuz. Ama ben yeni uyandım. Uyanışımın heyecanıyla da paylaşmak istiyorum. Başlıyoruz:

"Şeytanın İkinci Bir Küçük İtirazı" başlıklı bölümde, İblis, Kâf sûresinin 18-24. ayetleri hakkında soruyor: "Kur'ân'ın en mühim fesahatini siz onun selâsetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan, muhasebenin hitâmına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset kalır? Kur'ân'ın ekser yerlerinde böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset ve fesahat nerede kalır?"

Uzun cevabın başında şöyle birşey söylüyor mürşidim: "Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın esas-ı i'câzı en mühimlerinden belâğatinden sonra îcâzdır." Ve yine misal getirdiği bazı ayetler üzerinden diyor: "(…) cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, o mezkûr olmayan cümleler ise fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini akla havale eder."

Yani burada ne deniliyor? Anladığımızca aktarmayı deneyelim: Kur'an az kelamla çok şey anlatır. Kısaca söyler ama söylediği yine de uzun olur. Mucizevî yönlerinden birisi de budur. Hatta bunu öyle sanatla yapar ki, ne muhatapların anlayışları yorulur, ne akış bozulur, ne de 'aklın payı' görmezden gelinir. Bir kıssada dikkatimizin çekildiği noktaların hikmeti ayrıdır. Çekilmeyenlerinki apayrıdır. Verdiği detayların hikmeti ayrıdır. Vermediğinin apayrıdır. Açıkça söylediklerinin hikmeti ayrıdır. Söylemediklerinin apayrıdır. Yani Kur'an bazen boşluk gibi görünen 'hikmetli atlayışlar' ile kelamı içinde 'akılla çoğaltılacak' bilgi kaynakları bağışlar bize. Böylece 'istikametli okumalarca çoğaltılabilecek' hakikatler ortaya çıkar.

Gelelim yazımızın asıl konusuna: Kelamı içindeki boşlukları dahi kulları için birer hikmet hazinesine çeviren Alîm-i Hakîm, acaba, isyankâr kavimlerin mezkûr iddialaşmaları ile bize neyi anlatmıştır? Arkadaşlar, elbette öncelikle "Allahu'l-a'lem!" diyerek, benim aklıma şöyle bir hikmet geliyor: Bu azap talepleri aslında o kavimlerin 'çaresizliğini' anlatıyor. Nasıl bir çaresizlik? Peygamberlerin getirdikleri hakikatlere karşı mücadele etmedeki çaresizlik.

Nasıl ki, Mekke müşrikleri, Kur'an'ın "Sıkıyorsa benzerimi getirin!" manasındaki meydan okuması karşısında çaresiz kalarak kabakuvvetle mücadeleye giriştiler. Çünkü Kur'an'ın mucizeliği, hakikati ve hidayeti onları karşı koyma konusunda nâçâr bıraktı. Aynen öyle de: Geçmiş peygamberlerin getirdiği hakikatler de ümmetlerini 'haklı argümanlarla karşı koyma bağlamında' çaresiz bıraktı. Bu tükenişin en son evresinde artık şuna sığındılar: "Hadi o zaman vaadettiğin azabı getirsene!" Yani vaadedilen azabın gelmeyişi üzerine haklılıklarını bina edecek kadar çaresiz kaldılar. Delil/yol bulamadılar. Kendi felaketlerini çağırır oldular.

Hülasa: Burada aslında 'peygamberlerin tebliği' ile 'isyankâr kavimlerin azap talebi' arasında atlanmış birçok münazara-münakaşa var. Hepsinden peygamberler galip çıkmışlar. Müşriklerin nihayet vardıkları yerse burası: "Seni yenemiyoruz, ama sen de bizi helak edemiyorsun, naber?" Tıpkı İblis'in kendisine verilen mühlete sığınması gibi bunlar da ellerindeki mühlete sığınıyorlar. Hakikate değil mühlete. Dalalette kalmalarının bedellerini ödemedikleri bir zaman dilimine. Sığınabildikleri yalnız bu. Bu bir açıdan bugünün seküler dalaletine de işaretler taşıyor. Ancak bu yazı haddinden fazla uzun oldu. Mevzuun o kısmını, Cenab-ı Hakkın lütf u keremiyle, başka bir yazıda ele almayı planlıyorum. Tevfik Allah'tan. Dileriz o Rahîm'den ki bağışına muhtaç bu dilencileri kapısından çevirmesin. Âmin.

3 Temmuz 2018 Salı

Miraç ile talim-i esmanın ne ilgisi var?

Şunu evvelden beri hissediyordum arkadaşım: Âdem aleyhisselamın kıssası ile Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıssaları arasında birtakım bağlar var. İzdüşümler gibi. Halkanın kapanışını ifade eden şeyler. İki ucun buluşması. Nübüvvet yolunun başı birisi, hâtemi ise diğeri olduğu için, elbette, bu kıssalar içinde tohum-ağaç, bidayet-nihayet, başlangıç-sonuç ilişkileri kurmak doğal. Hatta Âdem aleyhisselamın kıssasında insanlık yolculuğunun bazı kanunlarını 'ilk örnekleriyle' bulabilmek de mümkün. Ancak ben, bu 'çok açılabilir' başlığı şimdilik bir kenara koyarak, daha lokal bir mevzuya dikkatlerinizi davet edeceğim. O da 'talim-i esma' olayıyla 'miraç mucizesi' arasındaki ilgi.

Evet, bence, Âdem aleyhisselamın meleklere rüçhaniyetini isbat sadedinde yaşadığı 'talim-i esma' olayıyla Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yaşatılan 'miraç mucizesi' arasında bir bağ var. Bu bağ, öyle küçük bir ilgi de değil üstelik, birisiyle söylenen diğeriyle tamamlanıyor, kemale eriyor, ortaya konuluyor gibi birşey. Allahu'l-alem kaydıyla söyleyelim. Fakat ben böyle düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü de şimdi izah etmeye çalışayım.

Mürşidim bir yerde diyor ki: "Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur."

Evet, arkadaşlar, 'semaya çıkma meselesi'nde ilginç bir tevafuk var. Biz biliyoruz ki: Melek kardeşlerin büyük bir kısmı semavatta yaşıyorlar. Ve biz biliyoruz ki: İki ayağını yeryüzüne bastığından beri insanın da gözü yükseklerde. Çocukluğundan beri parlak şeylere ulaşmak ister. Buna yıldızlar da dahil. (Hatta gözünün gökte olacağı, sair hayvanatın hilafına olarak, iki ayaklı yaratılmasından da belli. Dört ayağı olanın yüzü yere bakar. İki ayağı olanın, isterse, göğe. Dört ayaklı bir canlının göğü incelemesi insan gibi kolay olabilir miydi?) Ve yine biz biliyoruz ki: Şeytanlar da hırsla göğe çıkmaya çalışıyorlar.

Evet. Kur'an'da bize öğretilen 'rücumen li'ş-şeyatin' hakikatinden haberdarız. Göğe doğru bir yarış kopuyor. Semanın efendileri tetikte. Melekler bir hakemlik yapıyorlar. Şerlilerin yukarı çıkmasını taşlarla engelliyorlar. Bazen gökten kayarken onları biz de izliyoruz. "Yıldız kaydı!" diyoruz. Halbuki aslında bir şeytanın hayatı kaymış oluyor. Ve bütün bu yarış içinde, yer sâkinlerinin efendisi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor. Göklerin kapısı şeytanlara iyice kapanıyor. Kahinler bu işten şikayetçi. Büyük birşey olduğu belli. Ve en nihayet, insandan olan, Âdem aleyhisselamın soyundan gelen, yani talim-i esmada rüçhaniyetini isbat edenin halis torunu, ikinci bir kez daha meleklere rüçhaniyetimizi isbat ediyor.

Evet, biz, Allah'ın inayet ve keremiyle, meleklerin çıkamadığı yerlere de çıkabiliriz, şeytanları arkamızda hasetten de çatlatabiliriz, tıpkı bilemedikleri isimleri bilebilmemiz gibi. (Topraktan olan ateşten olana uçuculukta/latiflikte parmağını ısırtarak Allah'ın hikmetini isbat eder.) İlk seferinde olduğu gibi.

Hatta, diyebilirim ki, Âdem aleyhisselamın kitabî düzeyde isbat ettiğini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam fiilî düzeyde ortaya koyuyor. Tadıyor. Geziyor. Kokluyor. O isimleri bilmişti. Şu güzeller güzeli o isimlerin tecellilerini de biliyor. İşte Bediüzzaman bu sadedde diyor: "İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir." Hem yine diyor: "Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş."

Elbette, isimleri bilmek de bilmektir, ama hakikatlerini görmek daha bir derinlikli bilmektir. Evet. İlmelyakinden hakkalyakine bilmenin de birçok dereceleri vardır. İşte, böylesi bir pencereden tefekkür edildiğinde, sanki 'talim-i esma' ile 'miraç' arasında büyük bir bağ kurulabilir. İçlerindeki hikmet birbirleriyle buluşturulabilir. Nasıl? Belki biraz şöyle: Biriyle başlayan sır ötekiyle tamamlanmıştır. Birisiyle ortaya konulan hakikat ötekiyle hitamlanmıştır. Birisiyle ders verilen ötekiyle isbatlanmıştır. Hatta, sırf 'tamamlamak' da değil, insanı 'rüçhan' kılan velayete yol da açılmıştır. Üstünlüğün formülü iki sır ortasında fısıldanmıştır.

"Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."

Arkadaşım. Tohum meyvesiyle buluştu. Söz bitti. Ne diyelim? Allah, bizi o güzellerin sırlarına şahit, şefaatlerine nail eylesin. Âmin.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...