Şunu evvelden beri hissediyordum arkadaşım: Âdem aleyhisselamın kıssası ile Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın kıssaları arasında birtakım bağlar var. İzdüşümler gibi. Halkanın kapanışını ifade eden şeyler. İki ucun buluşması. Nübüvvet yolunun başı birisi, hâtemi ise diğeri olduğu için, elbette, bu kıssalar içinde tohum-ağaç, bidayet-nihayet, başlangıç-sonuç ilişkileri kurmak doğal. Hatta Âdem aleyhisselamın kıssasında insanlık yolculuğunun bazı kanunlarını 'ilk örnekleriyle' bulabilmek de mümkün. Ancak ben, bu 'çok açılabilir' başlığı şimdilik bir kenara koyarak, daha lokal bir mevzuya dikkatlerinizi davet edeceğim. O da 'talim-i esma' olayıyla 'miraç mucizesi' arasındaki ilgi.
Evet, bence, Âdem aleyhisselamın meleklere rüçhaniyetini isbat sadedinde yaşadığı 'talim-i esma' olayıyla Allah Resulü aleyhissalatuvesselama yaşatılan 'miraç mucizesi' arasında bir bağ var. Bu bağ, öyle küçük bir ilgi de değil üstelik, birisiyle söylenen diğeriyle tamamlanıyor, kemale eriyor, ortaya konuluyor gibi birşey. Allahu'l-alem kaydıyla söyleyelim. Fakat ben böyle düşünüyorum. Neden böyle düşündüğümü de şimdi izah etmeye çalışayım.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzî semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kab-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur."
Evet, arkadaşlar, 'semaya çıkma meselesi'nde ilginç bir tevafuk var. Biz biliyoruz ki: Melek kardeşlerin büyük bir kısmı semavatta yaşıyorlar. Ve biz biliyoruz ki: İki ayağını yeryüzüne bastığından beri insanın da gözü yükseklerde. Çocukluğundan beri parlak şeylere ulaşmak ister. Buna yıldızlar da dahil. (Hatta gözünün gökte olacağı, sair hayvanatın hilafına olarak, iki ayaklı yaratılmasından da belli. Dört ayağı olanın yüzü yere bakar. İki ayağı olanın, isterse, göğe. Dört ayaklı bir canlının göğü incelemesi insan gibi kolay olabilir miydi?) Ve yine biz biliyoruz ki: Şeytanlar da hırsla göğe çıkmaya çalışıyorlar.
Evet. Kur'an'da bize öğretilen 'rücumen li'ş-şeyatin' hakikatinden haberdarız. Göğe doğru bir yarış kopuyor. Semanın efendileri tetikte. Melekler bir hakemlik yapıyorlar. Şerlilerin yukarı çıkmasını taşlarla engelliyorlar. Bazen gökten kayarken onları biz de izliyoruz. "Yıldız kaydı!" diyoruz. Halbuki aslında bir şeytanın hayatı kaymış oluyor. Ve bütün bu yarış içinde, yer sâkinlerinin efendisi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam dünyaya geliyor. Göklerin kapısı şeytanlara iyice kapanıyor. Kahinler bu işten şikayetçi. Büyük birşey olduğu belli. Ve en nihayet, insandan olan, Âdem aleyhisselamın soyundan gelen, yani talim-i esmada rüçhaniyetini isbat edenin halis torunu, ikinci bir kez daha meleklere rüçhaniyetimizi isbat ediyor.
Evet, biz, Allah'ın inayet ve keremiyle, meleklerin çıkamadığı yerlere de çıkabiliriz, şeytanları arkamızda hasetten de çatlatabiliriz, tıpkı bilemedikleri isimleri bilebilmemiz gibi. (Topraktan olan ateşten olana uçuculukta/latiflikte parmağını ısırtarak Allah'ın hikmetini isbat eder.) İlk seferinde olduğu gibi.
Hatta, diyebilirim ki, Âdem aleyhisselamın kitabî düzeyde isbat ettiğini Allah Resulü aleyhissalatuvesselam fiilî düzeyde ortaya koyuyor. Tadıyor. Geziyor. Kokluyor. O isimleri bilmişti. Şu güzeller güzeli o isimlerin tecellilerini de biliyor. İşte Bediüzzaman bu sadedde diyor: "İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir." Hem yine diyor: "Erkân-ı imaniyenin hakaikini gözle görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelâli gözle müşahede etmek, kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki, şu kâinatı perişan ve fâni karma karışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubât-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş."
Elbette, isimleri bilmek de bilmektir, ama hakikatlerini görmek daha bir derinlikli bilmektir. Evet. İlmelyakinden hakkalyakine bilmenin de birçok dereceleri vardır. İşte, böylesi bir pencereden tefekkür edildiğinde, sanki 'talim-i esma' ile 'miraç' arasında büyük bir bağ kurulabilir. İçlerindeki hikmet birbirleriyle buluşturulabilir. Nasıl? Belki biraz şöyle: Biriyle başlayan sır ötekiyle tamamlanmıştır. Birisiyle ortaya konulan hakikat ötekiyle hitamlanmıştır. Birisiyle ders verilen ötekiyle isbatlanmıştır. Hatta, sırf 'tamamlamak' da değil, insanı 'rüçhan' kılan velayete yol da açılmıştır. Üstünlüğün formülü iki sır ortasında fısıldanmıştır.
"Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme bir insanın cüz'î mahiyetinden halk olunmasını istib'âd etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (aleyhissalâtü vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var. İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm o yolu açmış, velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar."
Arkadaşım. Tohum meyvesiyle buluştu. Söz bitti. Ne diyelim? Allah, bizi o güzellerin sırlarına şahit, şefaatlerine nail eylesin. Âmin.
Hz. Âdem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. Âdem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3 Temmuz 2018 Salı
24 Şubat 2016 Çarşamba
Hz. Âdem (a.s.) ile Havva'nın çocukları birbirleriyle evlendi mi?
"Yahudilerin yaptıkları zulümden, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, menetmelerinden dolayı kendilerine (daha önce) helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık." (Nisa sûresi, 160)
Şu bir modernist hastalığıdır: Doğruyu veya yanlışı hâkim seküler söylemden ders aldıktan sonra Kur'an'ı ona (hâşâ) yancı kılabilmek için tevile girişir. Hz. Âdem ve Havva'nın çocuklarının birbirleriyle evlenmesi meselesinde de böyle bir durum var. Bunun mümkün olmayacağını söyleyenler Kur'an'ın "Bu olmamıştır!" beyanı olduğu için veya hadislerde "Böyle birşey olmamıştır!" beyanı bulunduğu için yapmıyorlar. Hâkim söylem onların kulağına bir şüphe fısıldıyor ve onlar da bu şüphenin kuyruğunda iddia sahibi oluyorlar.
Ve diyorlar ki: "Kardeşlerin evlenmesi sapkınlıktır. Allah sapkınlığa izin vermekten münezzehtir. O halde böyle birşey yaşanmamıştır!" Halbuki birşeyin sapkınlık olması Allah'ın onu 'sapkınlık' olarak tayinine bağlıdır. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat birşeyin haramlığının onun zatından değil, Allah'ın tayiniyle olduğuna iman eder. Kur'an-ı Kerim'de de beyan buyrulan, 'geçmiş ümmetlere helal olup bize haram olan' veya 'geçmiş ümmetlere haram olup bize helal olan' şeyler ancak böyle anlaşılır. Eğer o şeyler zatlarından dolayı haram olsalardı hep öyle olmaları gerekirdi. Demek ki, o şeylerin haramlığı zatlarından gelen bir özellikten dolayı değil, ancak Allah'ın tayiniyledir. Bediüzzaman çok güzel bir illet-hikmet dersiyle mevzuu özetler:
Bu, bildiğim kadarıyla, Mutezile ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat arasındaki en temel ayrımdır. Ve hatta buradan kaynaklanan bir ifrat-ı tenzih ile Mutezile tevhid noktasında dalalete sapmıştır: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."
Bu nedenle biz birşeyin haramlığına, zatında bulunan ve Allah'ı dahi (hâşâ) o şeyi haram kılmaya mecbur edecek bir kötülükten dolayı olmuştur gözüyle bakmayız. "Allah'ın nehyinden dolayı haramdır!" deriz. Hikmetler bu noktada, tıpkı Bediüzzaman'ın yukarıdaki örneklemesinde olduğu gibi, bağlayıcı olamaz. Diyelim ki, bir gün, domuz etindeki tüm zararları ortadan kaldırabilecek bir teknoloji icad edilmiş olsun. Bu teknoloji dahi domuz etini bir müslümana helal kılamaz. Çünkü domuz etinin haramlığı Allah'ın onu yasaklamasından dolayıdır. Zararlarından dolayı değildir. Yine diyelim, bir gün, bilim insanları açıklasınlar ki: "Koyun eti domuz etinden daha zararlıdır." Bu yine de koyun etini haram kılamaz. Çünkü Allah'ın, ismiyle kesildikten ve helal yoldan elde edildikten sonra, koyun etinin haramlığına dair bir nehyi yoktur. Hikmetler, helal şıklar arasında tercih ettirici olabilirler. Sığır eti yerine daha hafif diye tavuk eti yiyebilirsiniz. Ama illetin yerine geçemezler. Daha hafif diye domuz eti yiyemezsiniz.
Şeriatın parça parça gelmesi de bize bir delil oluşturabilir. İçkinin haramlığının İslam'ın ilk yıllarında değil daha sonra gerçekleşmesi onun nehyinin ancak nehy-i ilahiyeye matuf olduğunu gösterir. (Eğer sırf zatındaki kötülükten dolayı olsaydı neden içki ilk yıllarda helal sonra haram olsundu?) Yine 'adam öldürmek' fiilinin cihaddayken caiz, masumlar ve müslümanlar mabeyninde haram olması 'öldürme' fiilinin sırf zatındaki bir kötülükten dolayı haram olmadığını gösterir. Onu haram kılan, Allah'ın yasakladığı şartlarda ve kişilere dönük olarak işlenmesidir. Bu noktada Bediüzzaman'ın mezkûr noktayı en güzel özetleyen cümlesi şu metnin içinde yeralmaktadır:
Abdin kisbi/kazanması o şeyin yaratılışına değil 'seçiliş yoluna' bakar. Eğer seçiliş yolu Allah'ın öyle seçilmesini haram ettiği şekilde olursa, kul bundan mesul olur. Yok, Allah öyle seçilmesini helal kılmışsa, halkın/yaratılışın tamamı zaten hayır üzerinedir, hayrından istifade etmiş olursun. Afiyet olsun. Fakat senin ondan gördüğün veya görebileceğin zarar Allah'ın nehyine karine olamaz. Dinin koyucusu Allah'tır çünkü. Bizim aklımız, hevamız veya 'göre'miz değildir. Eğer Hak Teala, Hz. Âdem'i (a.s.) ve Havva'yı yarattığı ve imtihan için dünyaya indirdiği dönemde, hikmeti icabı kardeşlerin evlenmesini helal görmüşse, kusura bakma efendi, sana 'kul gibi' durumu kabullenmek düşer.
Yine mürşidimin tam da bu makamda diyor: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit utmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir."
Senin seküler aklınla yarın birisi de "Hz. İsa aleyhisselam nasıl babasız olur?" derse veya "Bir tek Allah bütün evreni nasıl idare eder canım?" diye sorarsa, bu meselede tökezlediğin gibi yarın oralarda da tökezlemeyeceğini kim garanti edebilir? Odak noktasını kaçırma! Mesele 'hendese'yi nereden aldığındır. Eğer modern ve seküler söylemden hendeseler alıp Allah'a o hendeseleri kabul ettirmeye çalışırsan eşekliğinin kulakları burada kalmaz, aya kadar varır. Hasılı: Bence bu 'Hz. Âdem ile Havva'nın çocuklarının evlenmesi meselesi' bir tenzih meselesi değil, takyid meselesidir. Yapılmak istenen de Allah'ı kusurlardan tenzih etmek değil, seküler aklın kıstaslarıyla şeriat koyucusunu sınırlamaktır. Bir gün Batı eşcinselliği büsbütün hayır gibi görmeye başlarsa, bu modern zaman çanak yalayıcılarının Hz. Lut'un (a.s.) kıssasını da akla zarar tevillere uğratmaları işten bile olmayacaktır.
Şu bir modernist hastalığıdır: Doğruyu veya yanlışı hâkim seküler söylemden ders aldıktan sonra Kur'an'ı ona (hâşâ) yancı kılabilmek için tevile girişir. Hz. Âdem ve Havva'nın çocuklarının birbirleriyle evlenmesi meselesinde de böyle bir durum var. Bunun mümkün olmayacağını söyleyenler Kur'an'ın "Bu olmamıştır!" beyanı olduğu için veya hadislerde "Böyle birşey olmamıştır!" beyanı bulunduğu için yapmıyorlar. Hâkim söylem onların kulağına bir şüphe fısıldıyor ve onlar da bu şüphenin kuyruğunda iddia sahibi oluyorlar.
Ve diyorlar ki: "Kardeşlerin evlenmesi sapkınlıktır. Allah sapkınlığa izin vermekten münezzehtir. O halde böyle birşey yaşanmamıştır!" Halbuki birşeyin sapkınlık olması Allah'ın onu 'sapkınlık' olarak tayinine bağlıdır. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat birşeyin haramlığının onun zatından değil, Allah'ın tayiniyle olduğuna iman eder. Kur'an-ı Kerim'de de beyan buyrulan, 'geçmiş ümmetlere helal olup bize haram olan' veya 'geçmiş ümmetlere haram olup bize helal olan' şeyler ancak böyle anlaşılır. Eğer o şeyler zatlarından dolayı haram olsalardı hep öyle olmaları gerekirdi. Demek ki, o şeylerin haramlığı zatlarından gelen bir özellikten dolayı değil, ancak Allah'ın tayiniyledir. Bediüzzaman çok güzel bir illet-hikmet dersiyle mevzuu özetler:
"Me'mûrât ve menhiyât-ı şer'iyede illet, emr-i İlâhîdir ve nehy-i İlâhîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarına ism-i Hakîm noktasında sebep olabilir. Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. Bu namazın kasrına bir illet ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meşakkat filcümle bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet yapmasına da yine kâfidir. İşte, bu kaide-i şer'iyeye binâen, ahkâm-ı şer'iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar."
Bu, bildiğim kadarıyla, Mutezile ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat arasındaki en temel ayrımdır. Ve hatta buradan kaynaklanan bir ifrat-ı tenzih ile Mutezile tevhid noktasında dalalete sapmıştır: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."
Bu nedenle biz birşeyin haramlığına, zatında bulunan ve Allah'ı dahi (hâşâ) o şeyi haram kılmaya mecbur edecek bir kötülükten dolayı olmuştur gözüyle bakmayız. "Allah'ın nehyinden dolayı haramdır!" deriz. Hikmetler bu noktada, tıpkı Bediüzzaman'ın yukarıdaki örneklemesinde olduğu gibi, bağlayıcı olamaz. Diyelim ki, bir gün, domuz etindeki tüm zararları ortadan kaldırabilecek bir teknoloji icad edilmiş olsun. Bu teknoloji dahi domuz etini bir müslümana helal kılamaz. Çünkü domuz etinin haramlığı Allah'ın onu yasaklamasından dolayıdır. Zararlarından dolayı değildir. Yine diyelim, bir gün, bilim insanları açıklasınlar ki: "Koyun eti domuz etinden daha zararlıdır." Bu yine de koyun etini haram kılamaz. Çünkü Allah'ın, ismiyle kesildikten ve helal yoldan elde edildikten sonra, koyun etinin haramlığına dair bir nehyi yoktur. Hikmetler, helal şıklar arasında tercih ettirici olabilirler. Sığır eti yerine daha hafif diye tavuk eti yiyebilirsiniz. Ama illetin yerine geçemezler. Daha hafif diye domuz eti yiyemezsiniz.
Şeriatın parça parça gelmesi de bize bir delil oluşturabilir. İçkinin haramlığının İslam'ın ilk yıllarında değil daha sonra gerçekleşmesi onun nehyinin ancak nehy-i ilahiyeye matuf olduğunu gösterir. (Eğer sırf zatındaki kötülükten dolayı olsaydı neden içki ilk yıllarda helal sonra haram olsundu?) Yine 'adam öldürmek' fiilinin cihaddayken caiz, masumlar ve müslümanlar mabeyninde haram olması 'öldürme' fiilinin sırf zatındaki bir kötülükten dolayı haram olmadığını gösterir. Onu haram kılan, Allah'ın yasakladığı şartlarda ve kişilere dönük olarak işlenmesidir. Bu noktada Bediüzzaman'ın mezkûr noktayı en güzel özetleyen cümlesi şu metnin içinde yeralmaktadır:
"İşte, şu sırdandır ki: Kesb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki, pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam diyemez, 'Yağmur rahmet değil.' Evet, halk ve icadda bir şerr-i cüz'î ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüz'î için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur. Onun için, o şerr-i cüz'î, hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki abdin kisbine ve istidadına aittir."
Abdin kisbi/kazanması o şeyin yaratılışına değil 'seçiliş yoluna' bakar. Eğer seçiliş yolu Allah'ın öyle seçilmesini haram ettiği şekilde olursa, kul bundan mesul olur. Yok, Allah öyle seçilmesini helal kılmışsa, halkın/yaratılışın tamamı zaten hayır üzerinedir, hayrından istifade etmiş olursun. Afiyet olsun. Fakat senin ondan gördüğün veya görebileceğin zarar Allah'ın nehyine karine olamaz. Dinin koyucusu Allah'tır çünkü. Bizim aklımız, hevamız veya 'göre'miz değildir. Eğer Hak Teala, Hz. Âdem'i (a.s.) ve Havva'yı yarattığı ve imtihan için dünyaya indirdiği dönemde, hikmeti icabı kardeşlerin evlenmesini helal görmüşse, kusura bakma efendi, sana 'kul gibi' durumu kabullenmek düşer.
Yine mürşidimin tam da bu makamda diyor: "Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit utmamıştır. İmam-ı Rabbânî'nin (r.a.) dediği gibi: Melikin atiyelerini, ancak matiyyeleri taşıyabilir."
Senin seküler aklınla yarın birisi de "Hz. İsa aleyhisselam nasıl babasız olur?" derse veya "Bir tek Allah bütün evreni nasıl idare eder canım?" diye sorarsa, bu meselede tökezlediğin gibi yarın oralarda da tökezlemeyeceğini kim garanti edebilir? Odak noktasını kaçırma! Mesele 'hendese'yi nereden aldığındır. Eğer modern ve seküler söylemden hendeseler alıp Allah'a o hendeseleri kabul ettirmeye çalışırsan eşekliğinin kulakları burada kalmaz, aya kadar varır. Hasılı: Bence bu 'Hz. Âdem ile Havva'nın çocuklarının evlenmesi meselesi' bir tenzih meselesi değil, takyid meselesidir. Yapılmak istenen de Allah'ı kusurlardan tenzih etmek değil, seküler aklın kıstaslarıyla şeriat koyucusunu sınırlamaktır. Bir gün Batı eşcinselliği büsbütün hayır gibi görmeye başlarsa, bu modern zaman çanak yalayıcılarının Hz. Lut'un (a.s.) kıssasını da akla zarar tevillere uğratmaları işten bile olmayacaktır.
6 Şubat 2015 Cuma
Parçalarda boğulmak 8: Şirk parçalamaktır
"Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın hanifleri (O'nun birliğini tanıyan müminler olun). Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibidir." Hac sûresi, 31.
20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:
Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:
Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:
Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.
Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:
"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.
20. Söz'ü düşünürken farkettiğim birşey. Belki çok matah bir yazı olmayacak, ama bir yerlere not almalıyım. Sonra uçuyor... Hz. Âdem ve İblis kıssasında görülmesi gereken yanlardan birisi bence. (Her farkındalık bir Ramazan başı sayılır, hilali gören görmeyenlere söylesin derim.) Kıssayı hatırlarsak: Hz. Âdem'deki sırra/hikmete bütün melekler secde ettiği halde şeytan etmiyor. Bunun anlamı nedir? Bediüzzaman, 20. Söz'de bu kıssanın ardında da büyük bir düstur-u küllînin, bir kanun-u umumînin ucunun saklı olduğunu söylüyor:
"Kur'ân, şahs-ı Âdem'e melâikelerin itaat ve inkıyadını ve Şeytanın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle, nev-i beşere kâinatın ekser maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının bütün istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber; o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, birtek Âdem ile cüz'î hadiseyi konuşurken, bütün kâinatla ve bütün nev-i beşerle bir mükâleme-i ulviye ediyor."
Bir süredir 'parçalarda boğulmak' başlıklı yazılar yazdığım ve parça ile şerrin, bütün ile hayrın arasındaki bağlantıları kolladığım için; bu kıssa da bana başka bir gülümsedi sanki. Her dikkat yeni bir penceredir. Zamanı an'lara böldüğümüz gibi farkındalığımızı da 'dikkat'lere bölebiliriz. Seriyi okuyanlar anımsayacaklar, yolculuğumuz Muhakemat'ta geçen "Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. hayır küllî, şer cüz'îdir..." cümlesinden başlamıştı. Bediüzzaman, Yeni Said döneminde yazdığı eserlerde de bu cümleye yakın şeyler söylüyor:
"Hâşâ, halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad BÜTÜN netâice bakar. Kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, HUSUSÎ netâice bakar. Meselâ, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var; BÜTÜNÜ de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla BAZILARI yağmurdan zarar görse, 'Yağmurun icadı rahmet değildir' diyemez, 'Yağmurun halkı şerdir' diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle ONUN HAKKINDA şer oldu."
Yalnız burası değil, daha evvel de alıntıladığım pekçok yerde Bediüzzaman, zihne gelen şüpheleri dağıtmak için bütüne yönlendiriyor bizi. Bütüne baktırmakla rahat ettiriyor fikrimize. Mesela son farkettiklerimden birisi, Vahdetü'l-Vücud meselesi:
"Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar."
Bazı isimlerde garkolup diğerlerine bakmazsan yine bundan ortaya çıkan bir dengesizlik oluyor demek ki. Şimdi başa dönelim, ben Hz. Âdem efendim ile İblis kıssasında yeni ne gördüm, onu diyeyim: Dikkat ediyor musun? Hz. Âdem'e bütün melekler secde etti. Yani 'meleklerin bütünlüğü' ondan yanaydı. '(...) nev-i beşere kâinatın EKSER maddî envâları ve o envâın mânevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev-i beşer hassalarının BÜTÜN istifadelerine müheyyâ ve münkad olduklarını ifham' etti, öğretti bu kıssa. Fakat bir parça, bir cüzî, bir iblis, bu kaideye uymadı. Onunla da 'o nev'in istidadâtını bozan ve yanlış yollara sevk eden mevadd-ı şerire ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri o nev-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müthiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar' edilmiş oldu. Yani 'ekser/çoğunluk' insanın yanındaydı, 'ekall/azınlık' olan insana zarar vermeye yatkındı.
Aklıma geleni diyeyim, aklına yatarsa kabul et: İnsanın bütünlüğüne hizmet eden, insanı bütüne baktıran, insanlığın bütünlüğünü koruyan bence 'melekî'dir. İnsanın parçalanmasına hizmet eden, insanı parçaya boğan, insanlığın bütünlüğünü parçalayan da 'şeytanî'dir, mevadd-ı şeriredir. Mesela zehir, mesela içki, mesela faiz, mesela zina, mesela fitne, mesela gıybet, mesela uyuşturucu, mesela iftira, mesela israf, dahası haram kılınan herşey mevadd-ı şerireye girer; çünkü bütüne değil parçaya, parçalamaya hizmet eder onlar. Ama bütünlüğü korumaya hizmet eden herşey, ki zaten varlığın ekserisi bu bütünlüğün taraftarıdır, onlar da melekîdir ve seni hayra doğru götürür. (Mesela zekat, mesela evlilik, mesela adalet, mesela amel-i salih, mesela namaz, mesela sabır...) Yine yüzümüzü yukarıda yaptığımız alıntılardan birisine dönelim:
"Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu." Yani sen bütünlüklerin şahı, padişahı olan tevhid'in bütünlüğüne aykırı olarak neyi kullanırsan, o şerre hizmet eder. Tevhid bütünlüğünü koruyan herşey ise hayırdır. Bu yönüyle zaten şirk de parçalamaktır. En büyük parçalama hareketidir. Her bir günahın özüne insen onların da 'parçalayıcılar' olduğunu görürsün. Bak alkole, bak kumara, bak faize, bak zinaya... Hepsi toplumu da, insanı da, hayatı da, o hayatın saadetini de parça parça eden şeyler değil mi? İşte Hz. Âdem efendim ile İblis'in kıssası bana bunu da anlattı: Yüzü bütüne dönük olan insana hizmet eder, yüzü parçaya bakan İblis'in tuzağıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...