Mehdiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mehdiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2021 Çarşamba

Mehdiyet sosyo-psikoloji kaldırır mı?

Basit bir gerçek sık sık unutuluyor gibi duruyor. Nedir? "Seküler bilimler 'seküler'dir." Yahut daha bizcesiyle: "Dünyevî ilimler 'dünyevî'dir." Ne demek bu? Yani onlar birşeyin varoluşunu, sebeb-i hikmetini, hikmet-i vücudunu, 'neden'liğini maddî sınırlar içinde ifade etmeye çalışırlar. Esbap dairesine konsantredirler. Ötesinde izahlara bu yüzden kördürler. Laboratuvara sokamadıklarına inanmazlar. Kabullenmezler. Meşruiyet tanımazlar. 'İlahiyat' kırmızı çizgileridir. Ve ancak kendilerinin bittiği yerde başlar. Fizik, kimya, biyoloji böyle olduğu gibi insana temasıyla lâtifleşen 'sosyoloji' ve 'psikoloji' de böyledir. Aynı zemindedir.

Bu nedenle birşeyin 'sosyoloji' veya 'psikoloji' veyahut 'sosyo-psikoloji' ile açıklanması neredeyse otomatik olarak semavîlikten kurtarılıp arzîleştirilmesi anlamındadır. Yani: Fizik nasıl ki "Işığı kim yaratıyor?" sorusuna "Allah!" değil de "Güneş!" diye cevap vermeyi tercih ediyorsa; kimya nasıl ki "Yağmuru kim yağdırıyor?" sualine "Allah!" değil de "Bulutlar!" demeyi beğeniyorsa; biyoloji nasıl ki "Meyveyi kim veriyor?" merakına "Allah!" değil de "Ağaçlar!" demeyi uygun görüyorsa; sosyoloji de "(...) inancını kim yaratıyor?" tarzındaki tefekkürlere "Toplum!" demeyi makbul görür. Psikoloji aynı cevabı "İnsan!" temelinde zeminlendirir. Özetle: Bu tür ilimlerin yapmaya çalıştığı şey zaten 'herşeyi madde sahasında açıklamak'tır. Madde ötesi izahlara alan/gerek bırakmamaktır. Bu nedenle İslamî bir umdeyi bu mezkûr zemine çekip 'vardır-yoktur' tartışmasına girenler bıçağı Cebrail aleyhisselamın boynuna indirirler. Şeriatın gayb-aşina bağlarını görmezden gelmelerinin sonucudur şu.

Her ne kadar isimleri Mustafa-Mehmed de olsa İslam modernistlerinin yaptıkları da aynı şeydir. 'Mehdiyet' gibi keyiflerine uygun bulmadıkları mevzuları 'sosyo-psikoloji' zeminine taşıyıp cerhetmek isteyen bu zevat, eğer bunu bir usûl kaidesi olarak İslam'a sokarlarsa, dinin bütün itikad zeminini dinamitlediklerini bilmezler. Veya bilmezden gelirler. Zira, az-çok bu neviden kitapları karıştıranlar hatırlarlar, ateist sosyo-psikoloji yaklaşımı kullandıkları argümanların hemen hemen aynısını, dinin herbir umdesine karşı-için kullanmaktadır. Sözgelimi: "Mehdiyet tarih boyunca insanların hep bir kurtarıcı bekleme arzusundan doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." derseniz ateist meslektaşınız da size der ki: "Allah da öyledir. Peygamber de öyledir. Haşir de öyledir. Kader de öyledir..." Çünkü mehdiyet için geçerli olan bütün şartlar bunlar için de geçerlidir.

Yine mesela: "Yok, yanılıyorsun, peygamberlik öyle değildir!" derseniz adam size der ki: "Peygamberlik tarih boyunca insanların hep gizemli bir varlıkla iletişim kurma ihtiyacından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Haşir konusunda itiraz etseniz der ki: "Öldükten sonra dirilme tarih boyunca insanların sonsuzluğu arzulamasından doğmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hatta Allah konusunda uyarınıza da karşılık verir ki: "Tarih boyunca korkulacak olaylar karşısında insanlık bir üstün varlığa sığınma ihtiyacı içinde olmuştur. Bütün dinlerde vardır. İslam'a da buradan geçmiştir..." Hülasa: Kur'an deseniz öyle der. Namaz deseniz böyle der. Oruç deseniz şöyle der. Yani siz semavî neyi dillendirseniz size arzda yayılmış veresesini göstererek cerheder. Kendi argümanınızla size avlar. Ondan sonra dizlerinize vurmaya başlarsınız. Fakat geç olur. Çünkü semavîyi arzda açıklamaya konsantre olmakla tuzaklarına düşmüşsünüzdür.

Doğru yöntem nedir peki? Doğru yöntem yerdeki bağların yaratıcılık anlamına gelmediğini kavramakla başlar. İslam'dan önce de 'mehdiyet' diye bir inanç olabilir mi? Evet. Olabilir. Çünkü İslam, bizzat müslümanların inanışına göre de, ilk peygamber Hz. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Hatemü'l-Enbiya aleyhissalatuvesselama kadar hep gönderilen dindir. Dolayısıyla tarih boyunca benzer izlere rastlamak mümkündür. Hz. Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın şeriatında varolan emirlerin, özellikle de itikad umdelerinin, benzerlerinin İsa aleyhisselamın veya Musa aleyhisselamın dinlerinde de varolması müslüman için "Aaaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" bir durum değildir ki. Zaten İslam geçmişten-geleceğe gelenin hep kendisi olduğunu tekrar tekrar beyan eder. Böyle olduğunu apaçık beyan eden bir din tarihsel/toplumsal düzlemde kendi izlerine rastlayınca neden yadırgasın? Neden bunların bulunmasını kendisi için bir nakise saysın? Hatta, aksine, bir delil sayar. Geçmiş şeriatlardan böyle izlerin kalması İslam'ın hak din olduğunun delilidir. Zebur'da, Tevrat'ta, İncil'de Aleyhissalatuvesselamı haber veren birçok ifade bulunmaktadır.

Fakat bununla beraber şunu da soralım: Kendisi doğrudan Allah'ın semavî hakikat hazinesine bağlanan son din neden yatayda/arzda incik-boncuk toplamaya muhtaç olsun? Müslüman olmayana zaten diyecek birşeyimiz yok. Ama müslüman olan buna niye ihtimal veriyor? Allah'ın vahyi, Allah Resulünün sünneti, onların açtığı deniz gibi marifet nerede müslümanı aç bırakıyor ki başka sofralardan doymaya çalışsın? Biz 'mehdiyet' meselesini zaten üzerinde şekillendiği bu zeminde neden ele almıyoruz da hep sosyolojinin-psikolojinin dilencisi ediyoruz? Hadis kaynaklarımızdaki bu kadar rivayete rağmen. Ulemanın konu hakkındaki bu kadar beyanına rağmen. Arkamızdaki bu külliyetli mirasa rağmen.

İkinci bir arıza da şurada arkadaşlar: İslam bir tevhid dini olarak elbette kainatı yaratanla insanı yaratanın, insanı yaratanla da dini gönderenin aynı Allah olduğunu ortaya koyuyor. Kabul ediyor. Öğretiyor. Böyle bir dine iman eden insanlar dinlerindeki hakikatlerle kendi ruhları-psikolojileri-fıtratları arasında bağlar gördüklerinde neden "Aaa, nasıl olur öyle şey, cık cık cık!" çeksinler? Elbette aynı ustanın elinden çıkmakla birbirlerine bakar yanları olacaktır. Birbirine bakan yanları olacaktır ki kevnî şeriatla kelamî şeriatın parçaları 'cuk' diye birbirine oturacaktır. Bu birbirine oturma sayesinde insan fıtratı da hak dini tanıyacaktır. Oturmasa, tutmasa, yakışmasa insan, hâşâ, Allah'a karşı bir argüman sahibi olmaz mı? "Ya Rabbi, gönderdiğin din bana uymadı, ruhuma karşılık gelmedi, kabullenemedim!" demez mi? Öyle sanması başka. Ama hakikatte öyle olması daha başka. Hakikatte öyle olmasını reddederiz. Kâfir ise öyle sandığı için küfrü seçebilir. Bu kendisinin hatasıdır. Varlığın değil.

Şimdi soralım: 'Mehdiyet' gibi meselelerin "İnsanlar tarih boyunca bla bla..." ile açıklanmasının bir müslümanın semavî argümanlarını cerheden ne yanı vardır? Nasıl olabilir? Fıtratta/zamanda mehdiyetin izlerine rastlamak "Onun aslında hakikat olmadığına..." nasıl bir göndermesi yapılabilir? Amerika kıtasının tarih boyunca varolduğunun söylenegelmesi şimdiki varlığının cerhine delil olabilir mi hiç? Aksine, standart bir müslümanın kafasına-kalbine göre, kendisine gelen bir haberin fıtratına uygun düşmesi ülfetin kaynağıdır. Vahdetin izleridir. Hak dinin müjdecisidir. Bilakis, böyle izlere rastlamadığı zaman, müslüman kendisine verilen haberden şüphelenir. Şimdi namazın, orucun veya Allah'a inanmanın ruha-psikolojiye bakan, rahatlatan, ihtiyaç olan yanları var diye hakikaten varolduklarını inkâr mı edeceğiz? Yoksa bu hallerini onların hakikatine delil mi sayacağız? İkincisi daha makûl görünmüyor mu? En azından kalbinde istikametten parçalar kalanlara sesleniyorum.

Her neyse. Sabah okuduğum bir köşe yazısından hareketle bunları yazdım. Acele ettim. Belki güzel de ifade edemedim. İnşaallah meramımı bir parça izah ediyordur. Cenab-ı Hak ayaklarımızı Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden ayırmasın. Âmin. Âmin. Âmin.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Kastettikleri mehdi değil sensin!

Hollywood filmlerinde şuna çok rastlarız: Direnişleri dinsel metinler, kehanetler veya efsaneler ateşler. Yüzüklerin Efendisi serisinde de vardı. Diğer birçoklarında da var. Halkın umudu dirilmek için kadim bir delili/geleneği arar. (Psiko-sosyolojik bir gerçektir bu. İsterseniz buna 'fıtrat' da diyebilirsiniz.) Kendi içinden bir şahidi. Daha önce inandığı birşeyi. Bir 'mümkünlük'ü. Bir 'olabilirlik'i. Bir hayali... Ve senin yeniden aşıladığın umut onunla bir yerlerde tevafuk ederse, diyelim efsanede geçen birşey senin elinden zuhur ederse, o umudu alev alev bir yangına dönüştürür. Halk inanır. Halk umutlanır. Halk ayaklanır. Artık direnişin zamanı gelmiştir. Su çatlağını yeniden bulmuştur.

Siyer-i Nebî'yi okuyanlar da Asr-ı Saadet'e böyle birçok hidayet öyküsü olduğunu bilirler. En meşhurlarından birisi Selman-ı Fârisî'ninkidir (r.a.). Onu İran'dan Medine'ye getiren peşine düştüğü bir düştür. Öncekilerin haberleri, yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın pişdarları, onun gelişine insanlığı hazırlamışlardır. Geleceğine dair, alametlerini de vererek, dikkat çağrılarında bulunmuşlardır. Ve o dönemde, birçok insan, daha önce işittiği haberlerin tasdikini/delilini Efendimiz aleyhissalatuvesselamda gördüğü için İslam'a girer.

Modern zaman âdetlerinden 'mehdinin inkârı' beni şu tarafıyla ayrıca düşündürüyor: Bu inkârla öldürülmek istenen ne? Sadece bir kavram mı? Yoksa o kavram etrafında büyüyen umut mu? Meselenin hadis ilmiyle ilgili kısmını epeyce tartıştık. Vardığımız kanaat şu oldu: Bu işi tartışmaya açamayız. Eğer senetleri bu kadar kuvvetli ve rivayetlerinin sayısı tevatür derecesinde bir meseleyi inkâr edersek, bundan sonraki adımımızın "Dünya aslında tepsi şeklindedir!" olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü nihayetinde bilgi denilen şey illa ki birilerinden ulaşıyor. Yani bir nakille ulaşıyor.

Her bilgi, eğer keşşafı bizzat kendin değilsen, nakildir. Yani nakil yoluyla sana gelmiştir. (Hiç gitmediğim ABD'nin varlığını bana nakledilen bilgiler öyle iddia ettiği için öyle biliyorum.) Dünyanın yuvarlaklığını parmağında döndürdüğü veya bizzat dışarıdan izlediği için bilen mi var? Bu konuda hepimiz 'aksi iddia edilemez bir şekilde öyle söylendiği için' böyle olduğuna inanıyoruz. Gelen veriler öyle dediği için 'böyledir' diyoruz. Hadis ilminin yüzyıllarca sınanmış/denetlenmiş kıstaslarıyla bize gelen, hem de çoklukla ve tekrarla gelen, bir haberi reddetmekle dünyanın yuvarlaklığını reddetmek arasında ne fark var? Benim nazarımda hiçbir fark yoktur. Hatta, hadis ilmine NASA'nın verilerinden daha çok güvenirim, açık söyleyeyim. Çünkü hadisler Kur'an'da sadakatleri ve doğrulukları övülen bir nesilden kaynayıp gelir.

O halde bu meselenin hadis-i şeriflere bakan yönüyle maksadı açık: Dinin altını dinamitlemek bu. İslam'da bilgi naklinin en kuvvetli/güvenilir şekliyle aktarılmış bir meseleyi (ki malumunuz Kur'an'ın da nakli tevatürledir) 'inkâr edilir' kıldıktan sonra dinin gerikalanını üfleyerek devirmek pekâlâ mümkün olur. Bu tıpkı şuna benzer: Hakkındaki karşıkonulmaz bilimsel veri yığınına rağmen "Dünya tepsi şeklindedir!" dedirtmeyi başardığınız insana "Ay da gökte uçan bir peynir tekeri!" dedirtmek kolaydır. (O kadar çok peyniri kim istemez?)

O kıvama geldikten sonra, dünyanın değil, güneşin döndüğüne bile inanır insan. Mesele, mürşidimin tabiriyle, 'enenin gaga ve pençesiyle akılları havaya kaldırmak'tır. Akıl, bir kere o 'akılalmaz inkâr özgüvenine' kavuşup ayaklarını hakikatten kesmeyegörsün, onu 'dalâlet derelerine atıp dağıtmak' kolay olur.

Bu birinci tarafı. İkinci tarafı ise bana daha enteresan geliyor. O da şudur: Naklî bilginin kuvve-i hayaliyeyi açan/geliştiren/sürümünü yükselten bir yanı da vardır. Buna dair daha önce de yazdım. Tekrarı da güzeldir. Bediüzzaman'ın 20. Söz'de 'peygamber mucizeleri' ve 'teknolojik buluşlar' arasında kurduğu ilgi bize bunu söyler: İnsanlığa teknolojinin düşünü görmeyi mucizeler öğretmiştir. Yani onların beşerin hatırına düşürdüğü 'mümkünlükler' sayesinde beşer böyle şeylerin 'olabilirliğiyle' tanışmıştır. Olabilirlikle tanışmak ise o şeyin hayaliyle tanışmaktır. Hayal, 'dimağdaki meratip' bahsinden de biliyoruz ki, düşünmenin veya inanmanın başlangıcıdır: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Meseleyi bir örnekle açmaya çalışalım: Uçmanın hayalini bize kurduran nedir? Kuşlar öyle değil mi? Veya daha genel anlamda: Uçabilenler. Peki, uçabilen hiçbir canlı olmasaydı, o zaman durumumuz ne olurdu? O zaman bize uçmanın hayalini kim kurdururdu? Ben tahmin ediyorum ki, eğer kuşlar olmasa, insanlığın uçma yolculuğu başlamadan biterdi. Çünkü böyle birşeyin 'olabilirliğini' bilmezdi. Neden? Bence şundan: Varlığından (-ebilmek) haberdar olmadığımızın vukuundan (-ebilir) da haberdar olamayız.

İşte peygamber mucizeleri insanlık için böyledir. Onlar, tabir-i caizse, bizim aklımıza düşürülmüş karpuz kabuklarıdır. 20. Söz'de, Bediüzzaman, mucizeler sayesinde insanlığın böyle şeylerin imkanıyla nasıl tanıştığını ve bu imkanın nasıl bir hayal olarak 'dest-i teşvik' hükmüne geçtiğini şöyle izah eder:

"İşte, enbiyaların mânevî kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu'cizatlarından bahis dahi, onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki, mânevî kemâlât gibi, maddî kemâlâtı ve harikaları dahi, en evvel mu'cize eli nev-i beşere hediye etmiştir. İşte, Hazret-i Nuh'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf'un (aleyhisselâm) bir mu'cizesi olan saati, en evvel beşere hediye eden, dest-i mu'cizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, san'atkârların ekseri, herbir san'atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh'u (aleyhisselâm), saatçiler Hazret-i Yusuf'u (aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris'i (aleyhisselâm)..."

Süt Gibi Beyaz Kan Gibi Kırmızı'da, Alessandro D'Avenia, Leo karakterinin dilinden bizlere der ki: "Kağıtlar dolusu hayallerden kurtuluyorum. Hepsini kül ediyorum. Hepsini beyaz dumana dönüştürüyorum. İşte yanıt burada! Hayalleri küle dönüştürmek. Düşmanı kesin olarak yerle bir etmenin sırrı hayallerini yakmaktan geçiyor. Böyle olunca ayağa bir daha kalkma ve yeniden başlama gücünü bulamazlar kendilerinde. Şehirler ve başkalarının hayatları hakkında, başkalarının özgürlük ve sevda dolu öyküleri hakkında güzel hayaller kuramasınlar. Artık hiçbirşey hayal etmesinler. İnsanlara hayal kurma izni vermezsen onları köle edersin..." Bence; günümüzde mehdinin inkârının, önce oryantalistler, sonra da onların sömürü toplumundaki öğrencileri modernistler eliyle dillendirilmesinde böyle bir maksat da var. Bir hayali öldürmek istiyorlar.

Canına kastettikleri şey bu: Umudumuz. O umuda yaslanan direnişimiz. Çünkü biliyorlar: Bize vahiyle ve sünnetle gelen bilgi bizim mutlaka düşümüze düşer. Biz o düşümüze düşenin peşini bırakmayız. Ondan ümit kesmeyiz. O içimizde bir umut yangınına ve duaya dönüşür. Dualar gayreti ateşler. Gayret ise bir direnç yaratır ve sonuç aldırır. Ben de en nihayet bu kanaate vardım: Onlar aslında sömürü düzenlerinin devamını tehdit eden hayallerimizi yakmak istiyorlar. Tıpkı hilafeti kaldırarak ittihadın ümidini söndürdükleri gibi.

Bunun da üzerinde tekrardan yükseleceği kavramı öldürmeye çalışıyorlar. Hâlâ yangın istidadı taşıyan son kıvılcımı söndürme çabası bu. Çünkü nakille gelen haberler olmazsa onlarla ilgili kavramlar da olmaz. Kavramlar olmazsa ondan ateş alan hayalimiz de olmaz. Hayalimiz olmazsa umudumuz da olmaz. Umudumuz olmazsa gayretimiz de olmaz. Gayretimiz olmazsa direnişimiz de olmaz. Bence mehdinin inkârı üzerine sarfedilen şu gayretlerin arkasında 'modernizmin karşıkonulmazlığına inanan' küresel güçlerin ve onların çanak yalayıcılarının da payı var. O hayal varoldukça direniş de varolur çünkü. Ve direnenleri gönül huzuruyla köleleştiremezsiniz. Yusuf rüya gördükten sonra zindanda dahi hürdür. Gün gelir hakettiği yere geçer. Mısır'a aziz olur.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

15 Temmuz'u mehdi mi organize etti?

Dikkatinizi çekti mi? 15 Temmuz'dan beridir bir kavga harlandırılmaya çalışılıyor: 'Mehdiyet' meselesi... Aslında buna alışığız. Modernist/reformist taifenin tarihteki her yanlışı veya kendilerince yanlış olanı 'geleneğe/ehl-i sünnete' maledip, her meziyeti veya hüneri sanki haklarıymış gibi üzerlerine alışları yeni birşey değil. Şimdilerde de yapılan bu. İddia ne peki? Güya FETÖ ehl-i sünnet içerisindeki itikadî hatalardan(!) beslenerek bugünlere geldi. Özellikle 'mehdiyet' meselesi FETÖ'yü semizleştirdi. Bu tip arızaların bir daha karşımıza çıkmaması için geleneğe/ehl-i sünnete karşı topyekûn bir savaş başlatmalıyız.

Tezgahtaki oyun az-çok buna benziyor. Küçümsemeyin. 15 Temmuz'un haklı rüzgarına haksız bir şekilde bindirilerek itikadî alanda gerçekleştirilmeye çalışılan bu "Cambaza bak cambaza..." hamlesi pek fena! Tutarsa, 15 Temmuz'da kazandığımızdan daha fazlasını kaybettirecek. Neden kaybettirecek? Çünkü şu darbe dünyamıza kastetmişti. Bunlarınki ise ahiretimize kastediyor.

İslam akıl dinidir, evet, ama nakille istikamet/hidayet bulmuş bir aklın dinidir. Şunu unutmayalım: İslam'ın akaidini yalnızca akıl belirlemez. Nakil ve akıl belirler. Daha doğrusu: Nakil haber verir. Kalp iman eder. Akıl da onu anlamaya çalışır. Anlamakla tutmaya/tutunmaya çalışır. Onu semavî kılan budur. Aklın netleştiriciliği 'naklin istikametli anlaşılması için' önemlidir. Semavî olanın arzlıya inişinde akıl lazımdır. Akıl anlaşılması gerekendeki çok katmanlılığı görmemizi sağlar. Yoksa aklın anlamadığı her hususta nakil reddedilmez. Ayetle örneklendirirsek: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye mühtehziyane soran bir akıl için nakil ahiret iddiasından vazgeçmez. "İlk önce kim yaratmışsa yine o diriltecek..." diye cevap verir. Nakil akla anlaması için (böyle bir arayışı/açlığı varsa eğer) kapı açar. "Din kolaylıktır..." buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam belki bize bu dersi de verir.

İmanımızın ayrılmaz birer parçası olan öyle meseleler vardır ki; ne gözle görülür, ne kulakla işitilir, ne de kalbe hutur eder. Ancak Cenab-ı Hakkın yüce vahyinde ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın sünnetinde haber vermesiyle öyle olduğunu bilir ve iman ederiz. Aklı akaidin tek belirleyicisi olarak kabul ettiğimizde 'hangi akıl' sorusunu sormamız kaçınılmaz olur. Zira herkes kabul eder ki; akıl, kıstasları/normları açısından zamanının çocuğudur ve geçmişte 'imkansız' olan öyle şeyler vardır ki, gelecekte 'mümkün' olmuştur. Akaidi aklın tek belirleyici olduğu bir zemine terketmek onu zamanın esaretine terketmektir.

Böylesi bir terkediş, dinin, kadim olan Allah'ın değişmez emirleriyle değil, değişken insanın oynak algısına göre belirlenmesiyle neticelenir. Din, Allah için değil, insan için olmaya başlar. Hedef rıza-i İlahî olmaktan çıkar, insanın bulunduğu her hal ve şartta saadeti/menfaati ile hedeflenir. 'Razı olunmak' için değil, 'kendince/kendine göre mutlu edilmek' için yaşanır. Semavî olanın arzîleşmesi böyle vuku bulur. Bu arzîleşme dinin amacı olan 'kalplerin tevhidini' de engeller. Herkesin 'kendi göresinin efendiliğinde' yaşadığı bir İslam ve kendince tesbit ettiği rıza-i İlahî, Allah'ın mü'minlerin kalplerini doğruda birleştirmek için ihsan ettiği dinin amacı olamaz. Eğer bir 'değişmez doğrunun' ve 'bu doğrunun zaman içindeki izlerinin yekûnü olan geleneğin' belirleyiciliğinde toplanılmayacaksa, dinin nüzulünün de ehemmiyeti yoktur. İnsanlar vahiy yokken de 'kendi görelerine' göre bir şekilde yaşamaktadır.

Tam da bu noktada sorulması gereken şey şudur: FETÖ'yü yetiştiren ehl-i sünnetin/geleneğin 'değişmezleri' midir, yoksa modernizmin duruma göre 'değişkenliği' midir? Bu soruya verilecek cevap kritiktir. Zira cevaba göre suçlanması gerekenin kim olduğu da ortaya çıkacaktır. Herkes bilmektedir ki; Gülen'in tesettür de dahil pekçok konuya bakışı gelenekçi değil modernisttir. Ehl-i sünnet itikadının umdelerinden taviz verdiği veya saptığı pekçok konu bulunmaktadır. Ve Gülen'e şimdiye kadar geliştirilen en sert eleştiriler gelenekçi/ehl-i sünnet kodları sağlam olan insanlardandır.

Modernist/reformist/ehl-i bid'a taifenin Gülen'i çoğu zaman takdir ettiği; ancak 'küstürüldüğünde' veya 'güç el değiştirdiğinde' karşısında durduğu hepimizin malumdur. Mustafa İslamoğlu'nun, Yaşar Nuri Öztürk'ün, Mustafa Akyol'un veya daha nicelerinin Gülen'e ettiği iltifatlar boy boy iken; Gülen'in ehl-i sünnet kodları sağlam kesimlerce 'bedel ödemek pahasına' eleştiriler aldığını bilmeyen yoktur. Hal böyleyken ve sokaklarda 15 Temmuz direnişine can veren bu ülkenin ehl-i sünnet müslümanlarıyken modernistlerin "Cambaza bak cambaza..." yaparak geleneğe saldırmaları haksızlıktır. Hatta ahlaksızlıktır.

FETÖ'yü yetiştiren bataklık, ehl-i sünnetin 'değişmezlerle' ve 'tecrübelerle' sınanmış tertemiz mirası değil, modernizmin/ehl-i bid'anın bu asırda iyice zıvanadan çıkan oynak/konjonktürel fayda algısıdır. Bu noktada eleştirilmesi gereken mehdiye sahih hadislerle mecbur/makbul olarak ettiğimiz iman değil, mehdiyetin modernizme/bid'aya elverişli tasavvur edilmesidir.

Şunu da unutmayalım: Günümüzün ehl-i bid'ası, konjonktürün veya modern aklın kendisini mecbur ettiğini sandığı algılayışlarla dinde öyle oynamalar yapmaktadır ki, buna değil mehdi, peygamberler bile cesaret edemez. Öyleyse denmelidir ki: Modernistlerin/reformistlerin eleştirdikleri aslında 'mehdi' değildir. Mehdi, ehl-i sünnete vurmak için kullandıkları bir zemindir. Yoksa mehdinin modernist(!) konumuyla kavgaları yoktur. Hatta mehdi böyle anlaşılırsa her birisi zaten birer mehdi sayılabilir. İslam'ın gelişinden 1400 yıl sonra Hz. Âdem'e baba bulanlar veya namazı üç vakte indirenler az iş başarmış sayılmazlar. Onların mehdi eleştirileri her birisi 'hevasınca birer mehdi' olanların hakikat-i mehdiyeye yaptığı saldırıdır.

Mehdiye doğru bir tanım yapıldığında mehdiyete iman etmenin itikadî/amelî ne sakıncası olabilir? Mehdinin ehl-i sünnet ve'l-cemaat ilkelerinden taviz vermeyecek bir 'gelenekçi' olacağını bilmek, insanlardan bir insan olduğunu anımsamak ve 'değiştirmek' için değil 'hatırlatmak' için varolacağını unutmamak istikametin ta kendisidir. Bediüzzaman, konuya dair analizlerinde hadisleri sadece kişi değil kanun penceresinden de okumayı öğütler. Mehdi ahirzamanda gelecek 'yaptığı sınanmaz' bir âdem değil, şeriatla sınandığında ve sınandıkça sınavı geçen Allah dostudur.

Mehdi bir umuttur. Her zamanda 'mehdiyet kanunundan' hissedar mehdi-misal fertler vardır. Müstakim kahramanlar da tıpkı hava gibi, su gibi, ekmek gibi Allah'ın bir ihsanıdır. Mehdi, her devirde yaşanan fitnelere karşı, ümmetin istikametli kahramanlardan mahrum kalmayacağına dair Allah'ın bir vaadidir. Bu vaadden rahatsız olan dönsün kalbini yoklasın. Hele hele Erdoğan'ın liderliğinin önemi hakkında çarşaf çarşaf yazdığı halde hâlâ mehdiyetle uğraşan varsa, o da aklını yoklasın. Bakalım yerinde duruyor muymuş?

Tekrar altını çiziyorum: Mesele, mehdiye sahih hadisler gereğince ve ehl-i sünnet çizgileri çerçevesinde 1400 yıldır duyulan iman değildir. Mesele, mehdiye dinin temel esaslarını değiştirebilecek bir modernistmiş gibi iman edilmesidir. Sorunu doğru tayin etmek lazım. Çeşitli fayda mülahazalarıyla akaidden parçaları inkara giden, yarın menfaatine gelmediğinde daha büyük parçaları da inkar etmekten çekinmez. Bu zeminden beslenen bir inkârcılığın benzerî kem meyveler vermesi kaçınılmazdır. Ki FETÖ'nün kendisi de böylesi bir konjonktürel faydacılığın sonucu olarak İslam tarihinde görmediğimiz bir fitneyi netice vermiştir. Faydacılığı ortadan kaldırmadıktan sonra değil mehdiyeti, tüm ehl-i sünnet akidesini ortadan kaldırsanız, yarın Amerika'nın maymunu olmak daha hoş geldiğinde başka bir fırkanın böyle bir kalkışma yapmasına engel olamazsınız. İzzet ve dik duruş kendi/milli/yerli/İslamî tanımlarımızın ve değişmezlerimizin üzerinde yükselmemize bağlı. Onları inkâr etmemizde değil.

11 Mayıs 2014 Pazar

Bir zaaf turnusolu olarak mehdiyet

"Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler." Emirdağ Lahikası'ndan.

Geçtiğimiz hafta, iki haftada bir çarşamba akşamları sürdürülen Siyer Okumaları'na katıldım. Metin Karabaşoğlu abinin Siyavuşpaşa Kültür ve Spor Merkezi evsahipliğinde yaptığı bu okumalar, hakikaten, Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatına bakışımızda güzel açılımlara vesile oluyor. Zaten evvelemirde, bu okumalara başlarken, Metin abinin altını çizdiği gibi: Amaç; her kaynakta bulunan bilgileri, tekrar tekrar nakletmek değil. Amaç; her kaynakta bulunan bu bilgilerden, yeni bir yorum, yeni bir bakışaçısı, yeni bir zenginlik devşirebilmek. Bu amaçla yapılıyor Siyer Okumaları. Ve bence, amacına da ulaşıyor.

Allah Resulü'nün vahye hazırlık sürecini konuştuğumuz geçen hafta, dersin müdavimlerinden Âdem abinin güzel bir sorusuyla taçlandı. Dedi ki Âdem abi: "İki yıl boyunca yaşadığı bazı sıradışı şeylerden, Hira'daki tefekkürlerinden ve kendisine yalnızlığın sevdirilişinden hareketle Efendimizin nübüvvete hazırlandığından bahsediyoruz. Peki, şunu söyleyebilir miyiz? 'Allah Resulü peygamberlik vazifesini bekliyordu.' Yani buna muntazırdı. Zaten kendisine böyle bir görev verileceğinin farkındaydı."

Metin abinin, nübüvvetten önce ve sonra yaşananlardan hareketle, bu soruya verdiği cevap "Hayır!" oldu. Öncelikle dikkatimize, muvahhid bir şair olan Kuss b. Saide'nin, Efendimizin gençliğine denk gelen son hitabesini hatırlattı. Kuss b. Saide, orada, son peygamberin gelişinin yaklaştığına çok açık işaretlerde bulunmuş, kendisini dinleyen kalabalıkta bulunan Allah Resulü ise şöyle demişti: "Keşke ben de o peygambere yetişsem!" Ancak Ukaz panayırında, aynı kalabalıkta hazır bulunan bir diğer muvahhid şair Ümeyye b. Ebi's-Salt ise şöyle söylenmişti: "Herhalde o, ben olurum!" Çünkü kendisi Taif'in önde gelenlerinden olduğu kadar, dönemin entelektüellerinden de sayılabilecek bir simaydı.

Bu 'beklentisiz bekleyiş' içindeki genç, yani Allah Resulü, yıllar sonra nübüvvetle görevlendirildiğinde telaş etmiş; Hz. Hatice validemize "Beni örtün! Beni örtün!" demişti. Hatta bazı kaynaklarda cin çarpmasından veya kahin olmaktan korktuğunu ifade ettiği, ancak Hz. Hatice'nin muhteşem bir feraset ve şuunat-ı ilahî okumasıyla, 'kendisi gibi iyi birisinin böylesi bir kötülüğe uğratılmayacağı' konusunda kendisini ikna ettiği anlatılmaktaydı. Ancak diğer tarafta; nübüvvet bütün delilleriyle ortaya çıktığı ve ilan edildiği hengamda, cahiliye döneminde muvahhid bir şair olan Ümeyye b. Ebi's-Salt, Haşimoğullarının yetimine gelen bu görevi kaldıramamış; 'beklentili bekleyiş'i nedeniyle beklediğini bulamayan hırsına mağlup olup küfre sapmış ve Efendimize karşı mücadele etmişti.

Yıllar sonra bile, Amr ibnu'ş-Şerrîd'den naklolduğuna göre, Efendimizin onun şiirlerini okuttuğu, dinlediği ve sonra "Şiirleri müslim, ama kendisi kâfir..." beyanında bulunduğu aktarılıyordu kaynaklarda. Demek; bekleyiş içinde olma, daha doğrusu; bir liyakate dayanarak, muhtaç olduğunu ise hesaba katmayarak duyulan bir açlık, böylesi kötü sonuçlara varabiliyordu.

Allah ise muhtaç olduğunu düşünenlere ikram ediyordu; liyakati olduğunu düşünüp "Bu benim hakkımdı!" diye Rezzak-ı Kerîm'e karşı hak iddia edenlere değil. Belki Bediüzzaman'ın 18. Söz'deki şu ifadesi, biraz da bu açıdan tefekkür edilmeliydi: "Hem deme ki: 'Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.' Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi."

Bu noktada benim aklıma, nedense, Mehdiyete dair hadisler geldi. Beklentisizlik'le ilintili ve biraz da Mehdiyetle alakalı bir düşüncemi, aynı meselenin konuşulduğu bir ortamda açtım. Bana öyle geliyordu ki: Mehdiyetle ilgili hadislere iki şey için teşekkür edilmeliydi. 1) Ümmetin en ümitsiz zamanlarında bile 'Mehdiyi beklemekle' tekrar ümide kavuşturması. Yeis içinde bırakmaması. 2) İçinde 'beklentili olmaya dair bir zaaf' bulunanları, örümcek ağının sineği yakaladığı gibi yakalayıp tutması, sonra da ümmete onların asıl haletini fahşetmesi.

Hakikaten de içinde bir makam sevgisi, beklentisi olan; kendisini bu noktada sıfırlayamamış, acz mesleğini tam kuşanamamış ne kadar adam/âlim/şeyh/hoca/hocaefendi varsa, ahiri gidip Mehdiyette saplanmayla son buluyordu. Ya Mehdi olduğunu açıkça söylüyor, ya ima ediyor yahut da insanlara bunu dayatıyordu. Halbuki asıl muhlis hidayet vesileleri, bu vesilelik yüzlerine söylendiğinde bile kabul etmeyen kimselerdi. Bu yönüyle Mehdiyet de, külliyatta geçen 'bir asır sonra gelecek olan'lı metinler de tam bir turnusol kağıdıydı. Olmamışları, olmuşlardan ayırıyor ve ümmete de onların gerçek yüzünden haber veriyordu: "Bunların beklediği ve amaçladığı başka şeyler var! Dikkat edin!"

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...