Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Maden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2022 Pazar

Davud'un (a.s.) sesi dağlara ne yapar?

"Öyle ise, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor."

Mürşidim Lemeat'ında diyor ki: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur." Devamında da ekliyor: "Ben de varım derler." Yani ses bir bildirgedir. Her neyden çıkarsa çıksın. Aslında o şeyin bize/herşeye ulaşma çabasıdır. Neden ulaşmaya çalışıyor peki? Çünkü 'kendiliğini' bildirmek istiyor. Allah'ın sanatıyla dolmuş taşmış. Göğsüne bin hikmet konmuş. Halık-ı Kadîr "Ol!" buyurmuş da oldurmuş. Muştu işitmiş çocuk gibi heyecanlanıyor. Depreşiyor. Titreşiyor. Varlık varolduğuna sevinmez mi? Hem de nasıl sevinir. Aklını başından almadan sırrı, haberinin alınmasını arzuluyor, o da.

Nasıl düdüğünden çıkan buhar tencerenin iç basıncını azaltır. Gerilimini düşürür. İnfilak endişesinden uzaklaştırır onu. Şeyler de sanki sesleriyle rahatlıyorlar arkadaşım. Zira 'ifade etmek üzere yaratıldıkları' hakikatin bilgisini böylece paylaşıyorlar. Paylaşmak rahatlatıcıdır. Her kimden-kime olursa olsun. Tencerenden göremezsen pencerenden bilirsin. 'Duyulmak' da 'duymak' kadar ihtiyaçtandır. "Ya ben öleyim mi söylemeyince!" deyu şakıyan Yunus da şunu söylüyor bize. Belki iletkenlik dediğimiz hâdise de bu sırrın fizikteki karşılığından ibarettir. Yani sıcak bile soğurken etrafına 'sıcaklığın nice birşey olduğunu' anlatır. Soğuk bunu öğrenmekle biraz sıcaklanır. Talebeliğini gösterir. Sıcak meramını anlatmak biraz soluklanır. Aslında soğuklanır. Çünkü o da soğuğun talebesidir.

Fakat böyle söylemem garip geldi sana şimdi. O seslerin çoğunu anlamıyorsun çünkü. "Bu nasıl konuşmak?" diye soruyorsun belki. Arkadaşım, derim ki, diller Allah'ın ayetleridir. Hayat bizim hayatımıza, varlık bizim varlığımıza, mekan bizim mekanımıza sınırlı olmadığı gibi lisan da bizim lisanımıza münhasır değildir. Mesela: Sahilde Kürtçe türküler söyleyen birisine rastlamıştım bir vakitler. Dinleyenlerin belki pek azı ne söylendiğini anlıyordu. Ama dert anlatılmış olmuyor muydu yine? Benim-senin anlamayışımız sözü beyandan düşürür müydü? Evet. Ses yine vazifesini yapıyordu. 'Savt-ı vücud' fonksiyonunu görüyordu. Yaratılmış birşeyin muştusunu çevresine taşıyordu. Ancak kulak sahipleri anlamakta, hatta bazen işitmekte de, aciz kalıyorlardı. Dilencinin altın kesesini tutmaktaki acizliği Sultan'ı cömertlikten düşürmez. Gülün kulakları ilk yaratıldığından beri yok. Lakin bülbülün nağmesinden vazgeçtiği nerede görülmüş?

Sonra bir belgeseli hatırladım. Madencilikte ses teknolojilerini kullanmak üzerine yapılan çalışmaları naklediyorlardı. Nasılmış? Mesela: Madencilerin mahsur kaldıkları bölgeyi dışarıya bildirebilmeleri için ses-titreşim sistemleri kurmuşlar. Yani, cihaz nereden çalıştırılırsa, orada yaşayanların olduğu anlaşılacak. Kayalar buna engel olamayacak. Hatta iletkenliğiyle yardım edecek. İkincisi: Yine benzer teknolojilerle yeni madenler zahmetsiz keşfedilebilecekmiş. Toprak yankısından tanınacakmış. Bunu şöyle misallendireyim: Nasıl ki duvarın içine saklanmış birşeyin varlığı tıklanarak anlaşılabiliyor, boşluğu-doluluğu saptanabiliyor, aynen öyle de, kilometrelerce yerin dibinden gelen yankılarla da orada neler olduğu saptanabilecekmiş. Tabiî bunlar şimdilik sadece 'miş.' 

Sonra birden aklıma Davud aleyhisselamın mucizeleri geldi arkadaşım. Kur'an'da musırrane ikisi de anılıyordu. 1) Davud aleyhisselam demiri eliyle şekillendirecek kadar mahir-mucizevî bir ustaydı. Demirci ustasıydı. O bilgiyle zırh (ve belki daha nice şey) üretebiliyordu. 2) Dağlar onunla beraber zikrediyordu. İşte, 'dağların onunla beraber zikretmesi' ile 'demircilik' yani dolayısıyla 'madencilik' birbirine ilişince, "Acaba" dedim. "Davud aleyhisselamın bu mucizesiyle farkettirilmek istenen başka şeyler de var mı?"

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşuyorum. Sen de hatırında tutarak dinle lütfen: Ya Davud aleyhisselam da madenleri dağların zikrinden tanıyarak buluyorsa? Yani nasıl ki: Şimdinin mühendisleri arza bir çağrı gönderip, o çağrının yankılanışıyla, mahiyetinin haritasını çözebileceklerini düşünüyorlar, aynen öyle de, Davud aleyhisselam da, bir nebevî mucize ve irşad olarak, dağlara zikrettiriyor. Yani zikrini tekrar ettiriyor. Onlara ses verip karşılığını işitiyor. Belki de tesbihlerinden kendisine lazım olan nesneleri buluyor. Olamaz mı? Yeri-göğü ayakta tutan Allah'a bunu yaratmanın nesi güç gelir?

Mürşidim de 20. Söz'ünde şu mucizeyi aksiseda üzerinden anlatmaya çalışıyor:

"Ayetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür? Hakikat midir? Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen 'Elhamdülillah' de; dağ da aynen senin gibi 'Elhamdülillah' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir."

Hani anlatılır ya: Lokman aleyhisselama bitkiler 'neye şifa olduklarını' söylerlermiş. Onun mucizesi de böyle birşeymiş. Belki Davud aleyhisselama da dağlar benzerini yapıyorlar. "Benden şu madeni çıkarabilirsin!" diye lisan-ı halleriyle, tesbihlerinin rengiyle, bildiriyorlar. Bunlar bana hep 'olabilir' geliyor. Fakat, yine başa dönelim, en doğrusunu Allah bilir. Biz sadece tefekkür ediyoruz. Hakikate ya isabet ediyor yahut da ıskalıyoruz. Kesin konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Çünkü daha kendi hakikatimizin sesini bile işitebilmiş değiliz. Ne diyelim arkadaşım? Alîm-i Hakîm bize hidayetinden çokça lütfetsin. Hem o yolları ararken düştüğümüz hataları rahmetiyle affetsin. Âmin.


16 Mayıs 2014 Cuma

Acı bizim, provokasyon onların

Hey bedbahtlar! Risale-i Nur'un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan ‘anarşiliği’ ve üstü olan ‘istibdad-ı mutlakı’ esasıyla bozar, reddeder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar)

Daha güzel bir dünya istemek, insan için fıtrîdir, karşıkonulmazdır. İsteriz. Şahidi olduğumuz acılar üstümüze geldikçe hayal cennetine kaçmamız doğal. Rüyalar bile, bana öyle geliyor ki, dünyanın gerçekliğine dayanamayan insan ruhunun aldığı nefeslerdir Allah'ın rahmetiyle. Rüyalarda herşey mümkün. Hayallerde de öyle. Fakat hayatın gerçekliği, şahid olunanın reddedilmezliği, hâlâ bir imtihanda ve hâlâ sınanıyor oluşumuzun en büyük delili. Kontrolümüzde olmayan bir sürü şey var ve biz avuçlarımızda sıktıkça, karşı taraftan birisi asılıp çekiliyormuş gibi, bu dikenli tel canımızı acıtıyor. Değiştiremiyoruz! İnsanın canını da en çok değiştiremedikleri acıtıyor. Sabır en çok bu barışa gerek. Kendinle ve bahtınla bir barışa.

Bu demek değil ki, sebepler dairesinden hesap sormayalım. Sebep olanlar, elbette kusurlu perdelikleriyle ağzımızı acılaştırıyorlar. Fakat bunun yolu ne? İsyan mı? Yıkmak mı? Dönüşü olmayan bir kıyamet koparmak mı? Gidermeye çalıştığımız acılardan daha beterlerine vesile olacak yeni bir kaos yaratmak mı? Neyi verip neyi aldığımızı bilelim. Neyin bedeline neyi feda ediyoruz bilelim. Bize teklif edilen, kaosun iki ucunda dikilen iki grubun (Gezicilerin ve Gülencilerin) bize teklif ettiği, "Ne olursa olsun, ortalık bir karışsın, ne taş üstünde taş kalsın, ne de devlet üstünde baş."

Onların hesapları belli ki başka. Kan aktığında coşanın mesleği yalnız vampirliktir. Biliyorum, ortalık karışık, ortalık toz duman! Fakat feraset sahibi olduğunu da biliyorum. Defaatle gösterdin bunu. Şu kadarını ayırabilirsin: Ateşi söndürmeye çalışan var, ateş harlansın diye uğraşanlar var. Bu ateş, kardeşliğin/huzurun canını yakıyorsa, taraflardan hangisinin haksız olduğunu da bilirsin.

Bediüzzaman'ın, Risale-i Nur'u, anarşinin ve istibdatın kökünü kesen bir öğreti olarak göstermesi, sırf devletçi olduğundan (hâşâ) veya iktidar yalakası olarak takıldığından (hâşâ) mı? Hayır, asla! Devletçi olsa, iktidar yalakası olsa, Eski Said'in İstanbul'daki mücadelelerinden tut, Yeni Said'in mahkeme mahkeme süründürülen günlerine kadar; bütün hayatını, baskıcı rejimlere karşı koymakla geçirmezdi. Fakat birşeyi biliyor: Bu iş istibdatla olmayacağı gibi, anarşi ile de olmaz. Anarşi zamanları, kontrolsüz zamanlar, şiddetin ve karmaşanın ucunun nereye kadar gideceği bilinmeyen zamanlar. Anarşi çıkararak hakkını alabilen olmuş mu? Olmuşsa ne kadar olmuş, ne şekilde olmuş? Kimbilir kendi "Hakkımı alayım" derken kaç kişinin hakkına girmiş, kaç yurdu mahvetmiş, sonunda bitirdiğini sandığı şeye dönüşmüş.

Şimdi bize, Soma'daki ciğer yangını üzerinden yeni bir anarşi teklifinde bulunuyorlar. Tıpkı daha öncesinde olduğu gibi. İstiyorlar ki; acılarımızı kullansınlar, onu bir isyana dönüştürsünler. Kardeşlerim, biz bunların provakasyonlarına gelmeden de hesap nasıl sorulur biliyoruz. Suçlular nasıl mahkûm edilir biliyoruz. Hataları görüyoruz. Dünyada hak aramayı ilk bunlar icat etmiş değil. Bize bunu ders verecek kabiliyette de değiller. Eğer istedikleri anarşiyi bunların ellerine verirsek, yalnızca Soma'nın yangını olmayacak bu yangın, her yere sıçrayacak. Kan istiyor bunlar. Düpedüz kan istiyor! Daha fazlasını istiyor ve daha fazlası aktıkça da büyüyorlar.

Rabbim şerlerinden muhafaza eylesin. Somalı kardeşlerimize de katından büyük rahmet indirsin, sabr-ı cemil versin, gönüllerini ferahlatsın. Teenniyle soruşturulsun bu facia. Öncesinde ve sonrasında yapılan yanlışların hesabı da sorulsun. Bunların hiçbirisiyle problemli değiliz. Ancak fitne zamanı yer değiştirenlerden, saf değiştirenlerden, provakasyonla tavır değiştirenlerden de değiliz. Sabır böylesi bir zamanda hepimize gerek. Yalnız Soma'daki kardeşlerimizi için değil, kendimiz için de sabır duasına çıkalım.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Üzüldük sana; Geziciler, Gülenciler ve Saymanlar izin verdiği kadar Soma...

"Her insan, bir âlem diye bilip, insanları 'saymamayı' öğrendiğimiz gün insana 'saygı duymayı' öğreneceğiz belki..." Metin Karabaşoğlu

Soma ciğerimizi yaktı. Acıları anlatmak çoğu zaman tasannu gibi gelir bana, ama bir yere koyamıyorum elimi, yazmalıyım: Bugün hayatımda yokmuş gibi. Sabahtan beri bir boşlukta asılıyım. Olayı duyduğum andan itibaren inanmamaya çalıştım sonuçların bu denli kötü olacağına. İnsan, tutacak yeri kalmayınca hayallerine sığınıyor. En inanılmaz olanlarına bile sığınıyor. Fakat bugün, inkâr edilmez bir şekilde Soma bir felaket, bir yürek sancısı, bir sarsıntı. Unutmak istediğimiz bir kabusun ansızın bir gece yeniden görülmesi gibi. Çocukluğumdan hatırlıyorum, ne çok yaşadık biz bu felaketi. Hep görürdük televizyonda, insanlar bekliyor. Diri diri gömülmüş yakınlarının çıkarılmasını bekliyor anneler, çocuklar, babalar, kardeşler. Birden, bu kadar çok ve bir de bu kadar kolay olunca ölüm de inanılası gelmiyor insana. Uludere'de de böyle hissetmiştim: "Nasıl olur öyle kolay?" diyorsunuz. "Nasıl bu kadar kolay?"

Herşey Allah'tan elbette. İmanım tam. Herşey Allah'tan ve Ondan gelen herşeye evyallah. Ama sebeplerin de bir inandırıcılığı olmalı, öyle değil mi? Çünkü gaflet, ancak onların altına sığınınca oluyor. Gaflet bazen rahatlatıcıdır. Hikmetsiz de değildir büsbütün. Hastalık, Hz. Azrail'e küsmenizi engeller. Hz. Azrail ise Allah'a küsmenizi. "Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden." Sebepler zayıfladıkça kaldırmak da güçleşiyor bu yükü. Kadere itiraz mı? Asla! Fakat insanlara itiraz, ihmallere itiraz, perdelere itiraz, ölümü çirkin gösteren onlardaki kusurlara itiraz. Bizdeki eksiklere itiraz. Eğer bir sabotajsa, bu sabotajı yapanın kalbindeki kire itiraz!

Asr-ı Saadet tablosu hatırlıyorum bir tane: Allah Resulü'nün çocuğunu kaybetmiş bir anneyi teselli etmeye çabalaması, onun kendisini tanımayarak öfkeyle başından kovması, fakat sonra farkına varınca yanına varması, özür dilemesi. Karşısındaki Allah Resulü de olsa, insan böyledir biraz. Acı, ilk geldiği zamanlar ağırdır. Her adamın harcı değildir. Mantıksızdır o ilk zamanları. O yüzden Somalılar, hassaten ocağına ateş düşenler, ne deseler alınmamak lazım şimdi. Fakat ne tuhaf: En ferasetli de yine onlar galiba. Allah her musibeti sabrıyla beraber veriyor, insan böyle olayları gördükçe daha fazla inanıyor. Twitter'da dışkapının mandallarının, acı kelimesinin manasını bile bilmeyen slogan canavarlarının kopardığı fırtınanın yüzde biri yok Soma'da. Kim kahraman şimdi? Klavyesinin başında hükümet yıkıp kuranlar mı? Madenin başında dua okuyanlar mı? Kim?

Devletin baba değil, ana olması gereken zamanlar bu zamanlar. Baba gibi racon öğretmemeli, ana gibi acıları paylaşmalı. Bir acı nasıl paylaşılır? En çok ağlayarak. İddia ediyorum: Bir tane bakan, hiç konuşmasa, oturup ağlasa veyahut en azından gözleri dolu dolu baksa; yüz cümleden daha fazla teselli eder. İnsanlar böylesi zamanlarda elinizden birşey gelmediğini, geleni de yaptığınızı biliyorlar zaten. Görüyorlar. Merak ettikleri bu değil. Merak ettikleri: "Bizim ciğerimiz yanıyor. Sen bizim başımızsın. Senin de canın yanıyor mu? Göster bize!" En çok bunu istiyorlar. Uludere'de de bunun açlığını çektik çok. Burada da hissediyoruz. Bize baba lazım değil böylesi zamanlarda. Canının yandığını hissettiğimiz ana lazım.

Ben bir Erdoğancıyım. Evet, onu seviyor ve destekliyorum. Zor zamanlarda büyük şeyler başardığını düşünüyorum. Evet, oyumu hep AK Parti'ye verdim. Ama evet, böylesi zamanlarda acısını göstermekte bir miktar sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Belki de kasten göstermiyor, bilemem. Vakarlı olmak daha mantıklı görünüyor da olabilir. Fakat ilk konuşmalar, ilk açıklamalar bahane üretmeye yönelik olmamalı. Olayın mantığını izah etmemeli bize. Rakamlar duyulmamalı. Kıyaslamalar yapılmamalı. Matematik formülüne çevirmemeli işi. Acıyı anlatmalı en çok. Empati yapmaya çalışmalı. Empatiyi hissettirmeli. "Ben de sizdenim" demeli. "Sizin yaşadıklarınız aslında şöyle şöyle birşey..." dememeli. Bu öyle geridönüşsüz bir kayıp ki, sağlaması yok. Matematik, sağlaması olmayan yerlerde bir işe yaramıyor. Tahtayı silemiyoruz çünkü. Yeniden başa dönemiyoruz. Matematik, acının ilk sancısı geçtikten sonra konuşulacak birşey.

İnşaallah, bu maden faciası, bu acı kayıp Uludere gibi olmaz. Suçlusu kim, ihmal kimden, eksik neden, sabotajsa eğer (ki bu ihtimali de uzakta tutmuyorum) bu sabotaj kimden, meçhulde kalmaz. Hakedenler, kimse haksızlığa uğratılmadan, cezasını bulur. "Hiçbir eksik yoktu, kader!" demeyin bize; bu bir işe yaramıyor, eksik bırakmasaydınız sebeplerde, Allah bu şerre uğratmazdı bizi. İnsanın ihmalidir ki, kesb-i şer olur. "Kader Risalesi’nde izah edildiği gibi; halk-ı şer, şer değildir; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı şeylere mukaddime olduğu için, o şerrin icadı, netice itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Mesela, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar ateşi kendilerine şer yapmakla 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler."

Elbette bu meselede teenni gerek. Öfkeyle hareket eden adalet edeyim derken katmerli zulümler eder. Takip edici olmalı, ama heyecanlı olmamalıyız. Fakat Soma faciasından daha çok can yakan diğer bir facia: Gezi taifesinin bu acı üzerinden yeni bir isyan rüzgârı yaratmaya çalışması. Sanki bugüne kadar madencilerin derdi çok umurlarındaymış gibi ülkede fırtına koparmaları. Bir de bu sıralar onların çanak yalayıcıları Gülenciler var. Erdoğan'ı yıpratmak için ellerine bir malzeme geçti ya, ellerini ovuştura ovuştura, ağızlarından sular aka aka sosyalmedya'da kıyamet koparıyorlar. Yok bilmem, "Hocayı üzmüşler de böyle olmuş." Yok bilmem, "Bu iktidarın yaptıklarından dolayı ülkede daha kötü şeyler de olabilirmiş." Yok bilmem, "Deprem bile bekliyorlarmış." Her kan damlasında vampire dönüşen Gezici taifesi bir yanda, bir de bu yeni anarşistlerle uğraşıyoruz şimdi. İki sınıf meczubun elinden de artık illallah dedik. Böylesi bir acıyı siyasetlerine âlet etmekten bile çekinmiyorlar.

Buna karşı da direnmemiz lazım. Bir ülkenin başına çok şey gelebilir. Bunlar ihmalden de olabilir, doğal felaketler de sayılabilir. Fakat bunlar içinde en kötüsü: anarşidir. Yani karmaşadır, sistemsizliktir. Kimin, neyi, niye yaptığını bilemeyecek bir hale gelmektir. Bunlar, yani bu iki taife, ülkede bu sıralar bunu oluşturmaya çalışıyorlar. Öyle bir kargaşanın peşindeler ki; ülkede taş taş üstünde, hükümet baş üstünde kalmasın. Bu kargaşa içinde de her ne olursa olsun, Erdoğan defolsun. Kafa da bu, kalp de. Halbuki biz şimdiye kadar en büyük eziyetleri bu istikrarsızlık, karmaşa ve kargaşa yüzünden çektik. 90 yıllık tarihimizde bir arpa boyu yol gittiysek, istikrar sayesinde oldu. Karmaşa hiçbir zaman katkı yapmadı. Aksine, en hesap sorulmaz devirlerdi onlar. Hep çelmeledi bizi. Bu yüzden, elinizi vicdanınıza koymanızı ve böylesi acılardan kaos umanların yüzüne tükürmenizi istiyorum. İktidarın da suçu veya ihmali varsa, elbette bunu üstlenmeli cesurca. Hesabı kesileceğin hesabını kesmeli. Onlar da dokunulmaz değil. Soma'nın hesabını sormalıyız! Ama sağdan, soldan fısıldayan şeytanların oyununa da gelmeden.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...