Felaket etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Felaket etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2017 Cuma

Neden kötü şeyler hep iyilerin başına geliyor?

"(Musa:) Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır, dedi. (Allah) Dedi: Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde şaşkınca dönüp duracaklar. Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme.” (Maide sûresi, 25-26)

Bediüzzaman'ın özellikle Lemeat'ta 'musibetler' ile 'ibadetler' arasında kurduğu bağlantı bana şöyle (bence ilginç) birşeyi düşündürdü: Musibetlerin, özellikle umumî/genel musibetlerin, yaratılış hikmetlerinden birisi de toplumun alışkanlıklarının değişmesi. Ne demek bu? Biraz şu demek: Bir toplumda İslamî (dolayısıyla insanî) emir veya yasaklardan genel bir sapma olduğu zaman bunun salt bir nasihat ile, yani "emr-i bi'l-maruf ve nehy-i ani'l-münker ile" düzeltilmesi çok zor oluyor. Ancak ihsan-ı ilâhî türünden özel akrebî dokunuşlarla bu sağlanabiliyor. (Mümkün lakin sık yaşanan bir durum değil.) Fakat genelde kavimler/topluluklar bu derece alıştıkları bir kem ahlaktan vazgeçmekte zorlanıyorlar. Direniyorlar. Ayak sürüyorlar. Çünkü ona 'kötü' bile demiyorlar. Kötülüğü delillerle izah edilse dahi inkârı iknadan daha kullanışlı görüyorlar.

Peki bu neden yaşanıyor? Onun cevabını da bencileyin şöyle veriyorum: Alışkanlık ikinci bir fıtrattır. Birşey alışkanlık (ve hatta bağımlılık) noktasına geldiğinde, insan, onun emirlerini fıtratının doğal çağrılarından ayıramaz. Sesler karışır. Direnmek güçleşir. Fıtratın çağrıları zaruriyattır. Emmârdır. (Şiddetle emredicidir.) İnsan (veya başka bir canlı/cansız) onlara uzun süre karşı koyamaz. Zaten üzerlerine (yani onları gerçekleştirmek üzere) yaratılmıştır.

Temelinde/esasında onlar vardır. Dolayısıyla onları hayata geçirmemek 'kendisini inkâr etmek' veya 'kendisine karşı koymak' gibi rahatsız eder. Yanlış anlaşılmasın. Bu ömürde bir veya birkaç kere yaşanan bir mücadele de değildir. Her an yeniden bu mücadele yaşanır. (Su içmeye direndiğinizi düşünelim mesela. Bir veya birkaç kere karşı koymakla geçer mi hiç? İçmedikçe artarak sürer.) Yaratılışına konulmuş bu seslere insan uzunboylu kulaklarını tıkayamaz. Çünkü bu ses, hayatın fon müziği gibi, sürekli mesajını tekrar eder.

İşte, biz, bu sesleri bazen alışkanlıklarımızın sesleri ile karıştırırız. (Aslında sıklıkla karıştırırız.) Çünkü her ikisi de mesajlarını tekrar eden şeylerdir. Bir insan herhangi birşeye alışkanlık ile tutulduğunda sahte bir fıtrat sahibi olur. Yahut da şöyle demeli: Fıtratına kaçak kat çıkmış olur. Alışkanlığının terki için mücadele edene kadar da onun 'sürekli kendisini tekrar eden' mesajlarından kurtulamaz. Alışkanlık ile fıtratı da tam bu noktadan ayırabiliriz zaten:

Alışkanlık, kendisine karşı ciddiyetle mücadele verildiğinde seslenmeyi bırakır, sahteliğini kabul eder, geçer. Fakat fıtrat, kendisine karşı ne kadar mücadele verilirse verilsin, sesini kısmaz. Sesini kısma çabaları farklı noktalarda arızalarla yapılanın yanlışlığını ortaya koyar. Örneklendirmeye çalışalım: Bir insan tedavi görerek bonzai kullanmayı bıraksa bundan elbette ferahlık duyar. Ancak su içmeyi bıraksa bundan alacağı bir ferah yoktur. Sonu ölümdür.

Tasavvuf ve tarikat mabeyninde sıklıkla istimal edilen 'nefs-i emmâre' veya 'nefis terbiyesi' veya 'nefsin bendini kırma' gibi tabirler bu şekilde düşünülürse daha kolay anlaşılır. Nefis fıtratın çağrılarını/ihtiyaçlarını bize iletmek, hatta bir açıdan 'bizi onları tatmin etmeye mecbur etmek' için içimize konulmuştur. Onlardaki ihmaller hayatımızı kötü etkileyeceğinden nefis gibi hayata sıkı tutunan birşeyle oyunda kalmaya zorlanırız. (İntihar oranlarını düşüren şeylerden birisinin de nefis olduğunu düşünürüm ben.)

Ancak nefis bazen (hatta çoğu zaman) mesajları karıştırır. İçeriden gelen sesler ile dışarıdan gelen dayatmaları ayıramaz. Bir insanın sürekli yapmakla kendini alıştırdığı şeyleri de fıtrattan saymaya başlar. (Yapılmadığı zamanları unutur çünkü.) Onların da (velev şer, haram, günah olsun) gerçekleştirilmesi için bizi baskılar. Sıkıştırır. Zorlar. İşte nefsin bu hali nefs-i emmâredir. Kötülüğü de emredecek kadar güçlüdür. Tasavvuf (veya daha genel manada İslam diyelim) nefsi terbiye ederek ona 'zaruri' ile 'zaruri olmayan'ı ayırmayı öğretir. Nefisle ilgili mesailerin arkasında yatan en önemli argüman, bana göre, budur. Nefis fıtrat ile kem alışkanlıkların seslerini birbirinden ayırsın diye eğitilir.

Tekrar baştaki meseleye dönersek: İşte, kitlesel anlamda bozulmaların yaşandığı, zaruri ile zaruri olmayanın ayrılmakta zorlandığı zamanlarda umumi musibetler bizi fıtrat noktasında, tabir-i caizse, 'reset'lerler. Fabrika ayarlarımıza döndürürler. Bağımlılığımızı zaruriyattan saydığımız şeylere karşı bizi soğuturlar. Bireysel anlamda da genel anlamda da musibetlerin böyle bir hikmeti de vardır. Özellikle umumi musibetler toplumsal ahlakın topyekün değişiminde büyük bir hizmet görürler. Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda yaşanan mağlubiyete dair Lemeat'taki izahları da bize bu sırrı fısıldar:

"Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmal oldu. Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte daima tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffâreten beş sene cebren oruç tutturdu. Kendi verdiği maldan, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti. O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Salih amel ikiydi: Biri müsbet ve ihtiyarî; biri menfi, ıztırarî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i salihadır; lâkin menfidir, ıztırarî. Hadis teselli verdi."

Bu noktada ben artık diyorum ki: 'Menfî ibadet' dediğimiz şey de zaten 'müsbet ibadetleri' yapacak şekilde ahlakımıza verilen balans ayarlarıdır. Cenab-ı Hak, musibetler vesilesiyle, aksi şekilde davranmayı zaruriyat sanan nefsimize, ahlaksızlığın veya ibadetsizliğin zaruriyat olmadığını öğretir. Cepheden cepheye koşmaya alışmış bir askerin nefsi için, namaz, evinde maç izleyen bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) Malını ve mülkünü dünya musibetleriyle harcamaya alışmış birisi için, zekat vermek, sürekli malına mal katan bir insan için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.)

Yaşadığı mahrumiyetlerle aç kalmaya alışmış bir insan için, oruç tutmak, hiç mahrumiyet yaşamamış bir şişgöbek için olduğu kadar zor değildir. (Ahlakı uyum sağlamıştır.) İşte, biz, tam da bu şekilde, ibadetleri yapabilecek bir nefis ayarına kavuşuruz musibetler sayesinde. Mürşidimin, sadece genel belalar anlamında değil, bireysel musibetler noktasındaki yorumları da bu dersi bize söyler: "Eğer sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır."

Yine bu bakış açısıyla 'musibetlerin neden müslümanlara daha sık geldiğine dair metinler' de kolay anlaşılır olur. Müslümana verilen musibetten murad, arızî zulmünün kesilmesi, yani kem alışkanlığının değişmesidir. Fakat kâfire verilecek olan musibette, böyle bir hayrın ihyasının murad olunabileceği iman temeli mevcut değildir ki, 'ahlak değişiminin' ona bir faydası olsun. Onunki zulüm değil küfür meselesedir. Devam edeceğinden musibete uğramaz.

"Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur'âniyede füturları cihetinde bir itab telâkki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur'âniyeye hakikî düşmanlık edenler selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor? Elcevap: 'Zulüm devam etmez, küfür devam eder!' sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati, dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmeyerek hizmetimize tecavüzü zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar."

6 Kasım 2014 Perşembe

Kör Nokta ve Lemaat üzerine...

Francis Fukuyama'nın editörlüğünü yaptığı; Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek (Profil Yayınları) kitabını okuduktan sonra aklıma hemen Bediüzzaman'ın Lemaat isimli eseri geldi. 'Neden?' derseniz. Bildiğiniz üzere Lemaat içinde 'Bir Meclis-i Misalîde...' diye başlayan bir bölüm var. İşte o kısım, sanki bu kitabın işlevinin bir benzerini ümmet-i İslam adına yapıyor gibi geldi bana.

Bu kitabın işlevi neydi, onu izah edersem: Fukuyama, kendisi gibi pekçok akademisyeni, ABD'nin merkezi olduğu bir dünyada, gelecek adına felaket senaryolarını tahmin etmeye çağırıyor. Bunu, kimilerinden öngörüleri hakkında makale isteyerek yapıyor. Kimilerinin ise benzer oturumlarda yaptıkları tartışmaları deşifre ederek kitaba ekliyor. İlk bölüm daha çok kaçırılan/ıskalanan felaketler üzerine. Neden kaçırıldıkları sorgulanıyor. (Örneğin: SSCB'nin dağılması.) Devamı ise tüm dünya adına gelecek okumaları şeklinde. Kehanet denmez bunlara. Falcılık değil. Tamamen feraset çalışmaları. Hatta Mısır'da şu an yaşananları, Amerika'daki 2009 ekonomik krizi gibi pekçok şeyi, yıllar önce yapılan bu tahminler içinde görüyorsunuz. Tutanlar da var, ıskalananlar da.

Peki, benim bu kitapla Lemaat'taki o kısım arasında kurduğum benzerlik ne idi? Öncelikle o eserin başlarından bir parçayı alıntılayayım:

"Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet istikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."

Gördüğünüz gibi Bediüzzaman da tıpkı Fukuyama'nın kitabında olduğu gibi, fakat bu sefer ABD'nin değil, âlem-i İslam'ın merkeze oturduğu bir düzlemde; gelecek adına öngörüde bulunuyor. Birçokları keramet veya keşf diyebilir bunlara. Fakat ben onun aklî yolunun esaslarını diğer eserlerinden de bildiğim için 'feraset' içinde görüyorum tahminlerini. Çünkü neyi söylese, altında gerekçesiyle beraber izah ediyor. Mesela; hazır medeniyetin çöküşünü haber verdikten sonra nedenlerini de madde madde yazıyor. "Bana öyle görünüyor..." deyip bırakmıyor. Nitekim sadece bu değil, İslam medeniyetinin tevakkufunun nedenleri de var aynı metinde. Bu yüzden meseleyi keşf ve kerametten uzak, feraset ve akla yakın ele alıyorum. Bu, üzerine konuşmayı da daha kolay kılıyor.

Peki, yukarıdaki metinde Bediüzzaman'ın gördüğü nedir? Öncelikle İslam'ın geleceğinin parlak olduğu. Çünkü yaşanan sıkıntıların eksik kalan yanlarımızı iyileştirme adına bizi gayrete sevkettiğini öngörüyor. Şefkat, uhuvvet, tesanüd. Onarılan şeyler...

Katılmamak elde mi? Mısır'da, Arakan'da ve Filistin'de yaşananlar üzerine, değil yalnızca sokaklarda yapılanlar, sosyalmedyada yapılanlara bakarsanız, Bediüzzaman'ın öngörüsünün daha da somutlaştığını görürsünüz. Artık âlem-i İslam'ın hiçbir köşesi birbirinden habersiz değil. Birisine vurulunca hepsinden ses geliyor. Herkes birbirini takip ediyor ve birisine yapılana hepisi karşı koyuyor. Devlet ve siyaset ekseninde bu başarılamadı henüz belki. İstibdatlar var. Ama toplumlar düzeyinde bir ortak vicdanın oluştuğu görmezden gelinemez.

Bu kısımda Bediüzzaman'ın cesaretle söylediği birşey daha var: "Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."

Doğrusu, önceleri bu 'evvel girme' meselesini pek anlayamazdım ben. "Yani neden yeni medeniyete müslümanlar daha hızlı girsin? Eğer birşeyde kazanç varsa, önce diğerleri saldırmıyorlar mı? İmkanları daha fazla değil mi? Yeni medeniyetin kazandıracaklarını da bizden evvel onlar görür herhalde. Evvel onlar koşar. Peki, bu şartlarda, müslümanların evvel uyanması nasıl olur..." diye sorguluyordum. İşte Fukuyama'nın kitabı içindeki bazı makaleler ve tartışmalar, bu noktada bakışaçımı yerinden oynattı. Altta alıntılarla da göstereceğim. Ancak özet geçersem:

Her medeniyet, üstünlük araçlarına bir noktadan sonra bağımlı hale geliyor. Terketmesi, topyekun kendini değiştirmesi anlamına geldiğinden, zorlanıyor. Statüko, yani geçmiş düzenin üstleri, direniyor. Örneğin; sanayi devriminin babası olan Almanya, bu sektördeki başarısı gözlerini kamaştırdığı için, bilişim devrimini ıskaladı. Yine petrol sanayinin babası olan Amerika, sırf ülkesindeki bu petrol lobileri zarara uğramasın diye alternatif yakıt projelerinde ağırdan alıyor. Yani bir medeniyeti güçlü kılan şeyler, vazgeçilmez olunca, bu sefer o medeniyetin ayağında ağırlık haline geliyorlar.

Bunun yanısıra iletişim ve ulaşım imkanları üzerindeki hızlı gelişmeler, bilgi paylaşımında küresel bir denge noktasına götürüyor bizi. Artık herkes aynı bilgiye aynı anda ulaşabilme gücüne sahip. Gregg Easterbrook'un kitaptaki ilgili ifadelerini alıntılarsam: "İnternet ve diğer ucuz iletişim yollarıyla bilgiye erişim imkanı genişlemektedir ve bilgi tıpkı dişmacunu gibidir: Bir defa sıkıldı mı tüpün içerisine bir daha asla geri konulamaz." Ayrıca Easterbrook'a göre II. Dünya Savaşı insanlığa büyük bir ders de vermiştir bu noktada:

"Ve Mayıs 1940'ın ortaya koyduğu ders (her zaman bilindiği gibi) özgürlüğün zorbalıktan yalnızca daha iyi değil, aynı zamanda daha güçlü olduğudur. Bu oldukça önemli bir derstir. Tarihçilerin 20. yy'lı değerlendirirken karşılarına çıkacak şeylerden biri, özgürlük ve zorbalığın savaş meydanındaki neredeyse her karşılaşmasında özgürlüğün galip geldiğidir." Ve özgürlüğün özgüveni bütün dünyayı sarmıştır.

Fakat değişimin hızı ile ilgili fikirlerimizi, kitapta, daha çok Walter Russell Mead'ın söyledikleri etkiler: "19. yüzyıl Çin'i çok sayıda farklı türden yeniliğe uyum sağlama konusunda bocalarken, Japonya'nın böyle bir sorunu yoktu. Bugün ise Çin, ne kadar zamandır olduğunu kimse bilmese de, çok daha iyi bir performans sergilemektedir. Sosyal tarih, değişimin hızı arttıkça dünyadaki pekçok toplumun buna ayak uyduramayacağını göstermektedir. Bu durum ABD için de geçerli olabilir."

Ruth Wedgewood onu destekler: "Harvard'da ekonomi tarihi okuduğum dönemde David Landes bize ekonomik rekabetlere sonradan katılanların teknolojik avantajlara sahip olabileceğini anlatıyordu. Bu durumda hızlanan değişim, yaşamı ABD gibi eski, yerleşmiş bir güç açısından daha güç hale getirebilir. Değişim, Amerikalıların pekçok sanayi kolunda birlikte yaşamaya alışmak ve dikkat etmek zorunda kalacakları birşeydir."

Bunun olabilirliğinin altını çizen üçüncü kişi Anne Applebaum'dur: "Şu an için dünyanın sonunun gelmesiyle ilgili endişelerimi dile getirmeyeceğim. Bunun yerine Amerikan dünyasının sonuna dair bir bakışaçısı sunacağım. Pekçok kişi ABD'nin daima dünyanın en büyük gücü olarak kalacağını düşünmektedir. Oysa I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden yalnızca bir gün önce bile Avrupalılar, imparatorlukların dünyaya sonsuza dek hükmedeceğini düşünüyorlardı."

Toparlarsam, alıntılar eşliğinde söylemek istediğim şey şuydu: Bir dönüşümün eşiğinde olabiliriz. Ve şu an geri olmamız, herşey tersine döndüğünde, bilakis önde koşmamıza neden olabilir. Âl-i İmran sûresinde denildiği gibi: "Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." Bütün dizginler Allah'ın elinde. Türkiye'nin yalnızlığından, dış siyasette yanlış yerde durulduğundan vs. bahsediliyor. Küresel güçlerle aramızın bozulduğu söyleniyor. Kaybedeceğiz deniyor. Olabilir. Fakat değişmeyen şartlarda ve şartlar değişmezse bu doğru. Sadece Arap coğrafyasının uyandığını düşünün! Petrole dayalı ülkelerin (en başta ABD'nin) dizginlerini yitirmesi demektir bu. Ve o zaman, menfaatin değil uhuvvetin kazanacağı bir zemin olabilir. Bakalım kader ne gösterecek... Ancak ben yine de Bediüzzaman'ın öngörüsünün bir hakikatin altını çizdiği kanaatindeyim: Ümmet, parçalarını hatırlıyor!

15 Mayıs 2014 Perşembe

Üzüldük sana; Geziciler, Gülenciler ve Saymanlar izin verdiği kadar Soma...

"Her insan, bir âlem diye bilip, insanları 'saymamayı' öğrendiğimiz gün insana 'saygı duymayı' öğreneceğiz belki..." Metin Karabaşoğlu

Soma ciğerimizi yaktı. Acıları anlatmak çoğu zaman tasannu gibi gelir bana, ama bir yere koyamıyorum elimi, yazmalıyım: Bugün hayatımda yokmuş gibi. Sabahtan beri bir boşlukta asılıyım. Olayı duyduğum andan itibaren inanmamaya çalıştım sonuçların bu denli kötü olacağına. İnsan, tutacak yeri kalmayınca hayallerine sığınıyor. En inanılmaz olanlarına bile sığınıyor. Fakat bugün, inkâr edilmez bir şekilde Soma bir felaket, bir yürek sancısı, bir sarsıntı. Unutmak istediğimiz bir kabusun ansızın bir gece yeniden görülmesi gibi. Çocukluğumdan hatırlıyorum, ne çok yaşadık biz bu felaketi. Hep görürdük televizyonda, insanlar bekliyor. Diri diri gömülmüş yakınlarının çıkarılmasını bekliyor anneler, çocuklar, babalar, kardeşler. Birden, bu kadar çok ve bir de bu kadar kolay olunca ölüm de inanılası gelmiyor insana. Uludere'de de böyle hissetmiştim: "Nasıl olur öyle kolay?" diyorsunuz. "Nasıl bu kadar kolay?"

Herşey Allah'tan elbette. İmanım tam. Herşey Allah'tan ve Ondan gelen herşeye evyallah. Ama sebeplerin de bir inandırıcılığı olmalı, öyle değil mi? Çünkü gaflet, ancak onların altına sığınınca oluyor. Gaflet bazen rahatlatıcıdır. Hikmetsiz de değildir büsbütün. Hastalık, Hz. Azrail'e küsmenizi engeller. Hz. Azrail ise Allah'a küsmenizi. "Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden." Sebepler zayıfladıkça kaldırmak da güçleşiyor bu yükü. Kadere itiraz mı? Asla! Fakat insanlara itiraz, ihmallere itiraz, perdelere itiraz, ölümü çirkin gösteren onlardaki kusurlara itiraz. Bizdeki eksiklere itiraz. Eğer bir sabotajsa, bu sabotajı yapanın kalbindeki kire itiraz!

Asr-ı Saadet tablosu hatırlıyorum bir tane: Allah Resulü'nün çocuğunu kaybetmiş bir anneyi teselli etmeye çabalaması, onun kendisini tanımayarak öfkeyle başından kovması, fakat sonra farkına varınca yanına varması, özür dilemesi. Karşısındaki Allah Resulü de olsa, insan böyledir biraz. Acı, ilk geldiği zamanlar ağırdır. Her adamın harcı değildir. Mantıksızdır o ilk zamanları. O yüzden Somalılar, hassaten ocağına ateş düşenler, ne deseler alınmamak lazım şimdi. Fakat ne tuhaf: En ferasetli de yine onlar galiba. Allah her musibeti sabrıyla beraber veriyor, insan böyle olayları gördükçe daha fazla inanıyor. Twitter'da dışkapının mandallarının, acı kelimesinin manasını bile bilmeyen slogan canavarlarının kopardığı fırtınanın yüzde biri yok Soma'da. Kim kahraman şimdi? Klavyesinin başında hükümet yıkıp kuranlar mı? Madenin başında dua okuyanlar mı? Kim?

Devletin baba değil, ana olması gereken zamanlar bu zamanlar. Baba gibi racon öğretmemeli, ana gibi acıları paylaşmalı. Bir acı nasıl paylaşılır? En çok ağlayarak. İddia ediyorum: Bir tane bakan, hiç konuşmasa, oturup ağlasa veyahut en azından gözleri dolu dolu baksa; yüz cümleden daha fazla teselli eder. İnsanlar böylesi zamanlarda elinizden birşey gelmediğini, geleni de yaptığınızı biliyorlar zaten. Görüyorlar. Merak ettikleri bu değil. Merak ettikleri: "Bizim ciğerimiz yanıyor. Sen bizim başımızsın. Senin de canın yanıyor mu? Göster bize!" En çok bunu istiyorlar. Uludere'de de bunun açlığını çektik çok. Burada da hissediyoruz. Bize baba lazım değil böylesi zamanlarda. Canının yandığını hissettiğimiz ana lazım.

Ben bir Erdoğancıyım. Evet, onu seviyor ve destekliyorum. Zor zamanlarda büyük şeyler başardığını düşünüyorum. Evet, oyumu hep AK Parti'ye verdim. Ama evet, böylesi zamanlarda acısını göstermekte bir miktar sıkıntı çektiğini düşünüyorum. Belki de kasten göstermiyor, bilemem. Vakarlı olmak daha mantıklı görünüyor da olabilir. Fakat ilk konuşmalar, ilk açıklamalar bahane üretmeye yönelik olmamalı. Olayın mantığını izah etmemeli bize. Rakamlar duyulmamalı. Kıyaslamalar yapılmamalı. Matematik formülüne çevirmemeli işi. Acıyı anlatmalı en çok. Empati yapmaya çalışmalı. Empatiyi hissettirmeli. "Ben de sizdenim" demeli. "Sizin yaşadıklarınız aslında şöyle şöyle birşey..." dememeli. Bu öyle geridönüşsüz bir kayıp ki, sağlaması yok. Matematik, sağlaması olmayan yerlerde bir işe yaramıyor. Tahtayı silemiyoruz çünkü. Yeniden başa dönemiyoruz. Matematik, acının ilk sancısı geçtikten sonra konuşulacak birşey.

İnşaallah, bu maden faciası, bu acı kayıp Uludere gibi olmaz. Suçlusu kim, ihmal kimden, eksik neden, sabotajsa eğer (ki bu ihtimali de uzakta tutmuyorum) bu sabotaj kimden, meçhulde kalmaz. Hakedenler, kimse haksızlığa uğratılmadan, cezasını bulur. "Hiçbir eksik yoktu, kader!" demeyin bize; bu bir işe yaramıyor, eksik bırakmasaydınız sebeplerde, Allah bu şerre uğratmazdı bizi. İnsanın ihmalidir ki, kesb-i şer olur. "Kader Risalesi’nde izah edildiği gibi; halk-ı şer, şer değildir; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı şeylere mukaddime olduğu için, o şerrin icadı, netice itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Mesela, ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat insanlar ateşi kendilerine şer yapmakla 'Ateşin icadı şerdir' diyemezler."

Elbette bu meselede teenni gerek. Öfkeyle hareket eden adalet edeyim derken katmerli zulümler eder. Takip edici olmalı, ama heyecanlı olmamalıyız. Fakat Soma faciasından daha çok can yakan diğer bir facia: Gezi taifesinin bu acı üzerinden yeni bir isyan rüzgârı yaratmaya çalışması. Sanki bugüne kadar madencilerin derdi çok umurlarındaymış gibi ülkede fırtına koparmaları. Bir de bu sıralar onların çanak yalayıcıları Gülenciler var. Erdoğan'ı yıpratmak için ellerine bir malzeme geçti ya, ellerini ovuştura ovuştura, ağızlarından sular aka aka sosyalmedya'da kıyamet koparıyorlar. Yok bilmem, "Hocayı üzmüşler de böyle olmuş." Yok bilmem, "Bu iktidarın yaptıklarından dolayı ülkede daha kötü şeyler de olabilirmiş." Yok bilmem, "Deprem bile bekliyorlarmış." Her kan damlasında vampire dönüşen Gezici taifesi bir yanda, bir de bu yeni anarşistlerle uğraşıyoruz şimdi. İki sınıf meczubun elinden de artık illallah dedik. Böylesi bir acıyı siyasetlerine âlet etmekten bile çekinmiyorlar.

Buna karşı da direnmemiz lazım. Bir ülkenin başına çok şey gelebilir. Bunlar ihmalden de olabilir, doğal felaketler de sayılabilir. Fakat bunlar içinde en kötüsü: anarşidir. Yani karmaşadır, sistemsizliktir. Kimin, neyi, niye yaptığını bilemeyecek bir hale gelmektir. Bunlar, yani bu iki taife, ülkede bu sıralar bunu oluşturmaya çalışıyorlar. Öyle bir kargaşanın peşindeler ki; ülkede taş taş üstünde, hükümet baş üstünde kalmasın. Bu kargaşa içinde de her ne olursa olsun, Erdoğan defolsun. Kafa da bu, kalp de. Halbuki biz şimdiye kadar en büyük eziyetleri bu istikrarsızlık, karmaşa ve kargaşa yüzünden çektik. 90 yıllık tarihimizde bir arpa boyu yol gittiysek, istikrar sayesinde oldu. Karmaşa hiçbir zaman katkı yapmadı. Aksine, en hesap sorulmaz devirlerdi onlar. Hep çelmeledi bizi. Bu yüzden, elinizi vicdanınıza koymanızı ve böylesi acılardan kaos umanların yüzüne tükürmenizi istiyorum. İktidarın da suçu veya ihmali varsa, elbette bunu üstlenmeli cesurca. Hesabı kesileceğin hesabını kesmeli. Onlar da dokunulmaz değil. Soma'nın hesabını sormalıyız! Ama sağdan, soldan fısıldayan şeytanların oyununa da gelmeden.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...