Davud aleyhisselam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Davud aleyhisselam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2025 Cumartesi

TÜSİAD'ın da adaleti 'belagatinde' görünür

Hani, mübarek mürşidimiz, belagatın bir kaidesi olarak öğretiyor: "Sözde 'kim' söylemiş, 'kime' söylemiş, 'niçin' söylemiş, 'ne makamda' söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma." Ben, bu kaidede, yalnız 'yazılı metinlere' değil, 'manipülatif her hâdiseye' bakarken rehber edilecek bir usûl görüyorum. Çünkü, bizzat hayatın kendisi de, sadece 'vücudî görünen vücudîlikler' ve 'ademî görünen ademîlikler'den oluşmuyor. Bazen de karşımıza 'vücudî görünen ademîlikler' ve 'ademî görünen vücudîlikler' çıkıyor. Yani zâhirdeki sathiyatla bâtındaki hakikat uyuşmuyor.

'Varlıksallık' sunulanın ardından 'yokluksallık' çıkabiliyor. 'Yokluksal' gibi görünenin sırtında 'varlıksallık' yükselebiliyor. Hep verdiğim misallerdir. Tekrar anayım. Zekat, mesela, zâhirde malı azaltıyor gibi görünse de aslında bereketlendiriyor. Riba, zâhirde malı arttırıyor gibi görünse de, aslında bereketini kaçırıyor. Zaten şeriatın vahy-i ilahî ile emir buyrulmasındaki en büyük rahmet de budur. Bizler, vücudî görünen vücudîlikleri ve ademî görünen ademîlikleri, haydi, şu küçük aklımızla bir derece ayırsak da, varlıksal görünen yokluksallıkları ve yokluksal görünen varlıksallıkları çoklukla karıştırıyoruz. Evet. Bir değil birçok görüşe sahibiz. Yakını da görmeliyiz. Uzağı da seçmeliyiz. Bizim için faydalının birçok dalga boyu var. Kısa vâdeliye konsantre nefsimiz manzarayı bulanıklaştırıyor. Uzun vâdede kâr getirecek kısa vâdede zarar gibi görünebiliyor. Uzun vâdede zarar verecek de kısa vâdede nefsin hoşuna gidebiliyor. 'Kör nefis' denilmesi bundan sebeptir. Görmemesinden değil 'ileriyi görmemesinden'dir. Yoksa, nefis, yakını görür. Hatta yakını çok iyi görür. Yakın görüşündeki başarıdan dolayı da miyopluğunu bize unutturur.

"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..."

İşte, kanaatimce, mezkûr belagat kaidesi, 'vücudî görünen ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' arasında ayrım yapabilmemizde kritik öneme sahip. Neden? Çünkü algımıza ulaşan hertür mesajın varlıksallığını sınama hususunda lazım bir avantajı sağlıyor. Bütün boyutlarını kuşatıp sahtesini-hasından farkedebilme yeteneği kazandırıyor. Güncel bir misalle mevzuu açmayı deneyeceğim: Efendim, geçenlerde, TÜSİAD'ın yaptığı bazı açıklamalar oldu malumunuz. Zâhirine baktığınızda sanki pek faydalı şeyler idi. İstikamete de muvafıktı. Fakaaat...

Fakat, 'Yalnız söze bakıp durmama' olgunluğuna erdiğinizde, hatta daha 'Kim söylemiş?' diye sorduğunuz anda, soru işaretleri üzerinde dolaşmaya başlıyordu. TÜSİAD'ın sicili 'adalet' konusunda pek de iyi değildi çünkü. Geçmişte siyasete müdahaleleri de 'demokrasi aşkından' kaynaklanmamıştı üstelik. Evet. Yeri gelmiş Turgut Özal'a karşı Kenan Evren'i desteklemiş, yeri gelmiş Necmeddin Erbakan'a karşı 28 Şubatçıların safını tutmuş, yeri gelmiş AK Parti'nin meşru iktidarına karşı vesayetçi kesimlerle işbirliği etmişlerdi. Yani, arkadaşım, 'yalnız söze bakıldığında' iyi niyetliymiş gibi görünen beyan, 'yalnız söze bakılmadığında' o kadar da istikametli gelmiyordu. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin öğrettiği kaidenin 'her türden algı operasyonuna' karşı sunduğu şifa da buydu. Safderunluğumuzu dağıtıyordu. Gözümüzü açıyordu. Melek sûretinde aldatmaya çalışan ahirzaman şeytanlığına karşı uyarıyordu.

Hakikatine başka hâdiselerde de şahit olmuştuk. Mesela: Cumhuriyet Mitingleri aslında hiç de 'cumhuriyet' endişeli değildi. Gezi İsyanı 'meselesinin sadece ağaçlar olmadığını' Memet Ali Alabora'nın beyanıyla açık etmişti. 15 Temmuz darbe girişiminin de 'yurtta sulh' aramadığı o gece şehid ettiği insanlarımızdan belliydi. Zaten, Kur'an-ı Hakîm, Davud aleyhisselamın kıssasında bu sırrı neredeyse 1500 yıl evvelden haber veriyordu. Evet. Sâd sûresinde aktarılan hâdisede, hasımlar, duvardan atlayarak Davud aleyhisselamın bulunduğu mekana ulaşıyorlardı. Davud aleyhisselamsa onları aniden karşısında görünce ürkmüştü. Niyetinlerinin iyi olmadığını anlamıştı. Fakat tam bu sırada suikastçiler bir yanlış yaptıklarını farkettiler. Davud aleyhisselamı yalnız yakalayamamışlardı. Çevresinde kendilerine engel olacak kadar sevenleri de vardı. O zaman ne yaptılar peki? Davalarını bir 'suikast' meselesinden 'adalet' meselesine çevirdiler. Ve geliş nedenlerini çarpıtmaya çalıştılar. Kısa bir mealiyle şöyle buyuruluyor orada:

"O mahkemeleşen hasımların olayından haberin oldu mu? Onlar mâbedin duvarına tırmanıp Davud'un yanına birden girince, o, onlardan ürktü. Onlar da 'Korkma!' dediler, 'biz sadece birbirimize hakkı geçen iki dâvalıyız. Senden dileğimiz; aramızda adaletle hükmet, haktan uzaklaşma ve bize tam doğruyu göster! Benim şu din kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum! Böyle iken 'Onu da bana bırak!' dedi ve çenesiyle beni bastırdı.' Davud: 'Doğrusu, senin tek koyununu, kendi koyunlarına katmak istemekle o sana haksızlık etmiştir. Zaten malda ortak olanların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. Ancak gerçekten iman edip makbul ve güzel davranışlarda bulunanlar böyle yapmazlar. Onlar da o kadar azdır ki!' Davud kendisini imtihan ettiğimizi anladı, derhal Rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah'a yöneldi."

Evet. Yani, suikastçiler, muvaffak olamayacakları anlayınca niyetlerini başka türlü lanse ettiler. Dertlerinin 'adalet arayışı' olduğunu söylediler. Fakat, Davud aleyhisselam, peygamber ferasetiyle maksadlarının iyi olmadığını kavramıştı. Yine de onları cevapladı. Sonra da kendisini bu ağır imtihandan kurtardığı için Cenab-ı Hakka hamdetti. 

Toparlarsam: Ahirzamandayız. Sadece deccalin değil avanelerinin de 'cennet görünümlü cehennemleri' var. O yüzden 'Yalnız söze bakıp durmamak' zorundayız. Kimin, kime, niçin, ne makamda... vs. söylediğini de mizana almalıyız. Bunları da tartmalıyız. Duvarlarımızdan atlayıp gelenler niyetlerini iyi gibi yansıtabilirler amma bu gerçeği ifade etmiyor olabilir. Ayılmamız ise İslamî muktesebatımızın mücerreb uyanıklığını kuşanmamızla mümkün. İşte onlardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimiz belagat kaidesi. Demek, belagat bilmek, bir yönüyle 'hakikatin yolunu da bilmek'tir. Ne diyelim? O Rahman u Rahim, insî ve cinnî şeytanların oyunlarından, hidayetiyle bizi kurtarsın. Âmin...

3 Nisan 2022 Pazar

Davud'un (a.s.) sesi dağlara ne yapar?

"Öyle ise, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en parlak âyetleri olan mu'cizât-ı enbiya âyetleri, birer hikâye-i tarihiye olarak değil; belki onlar çok maânî-yi irşâdiyeyi tazammun ediyorlar. Evet, mu'cizât-ı enbiyayı zikretmesiyle, fen ve san'at-ı beşeriyenin nihayet hududunu çiziyor. En ileri gayâtına parmak basıyor. En nihayet hedeflerini tayin ediyor. Beşerin arkasına dest-i teşviki vurup o gayeye sevk ediyor."

Mürşidim Lemeat'ında diyor ki: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur." Devamında da ekliyor: "Ben de varım derler." Yani ses bir bildirgedir. Her neyden çıkarsa çıksın. Aslında o şeyin bize/herşeye ulaşma çabasıdır. Neden ulaşmaya çalışıyor peki? Çünkü 'kendiliğini' bildirmek istiyor. Allah'ın sanatıyla dolmuş taşmış. Göğsüne bin hikmet konmuş. Halık-ı Kadîr "Ol!" buyurmuş da oldurmuş. Muştu işitmiş çocuk gibi heyecanlanıyor. Depreşiyor. Titreşiyor. Varlık varolduğuna sevinmez mi? Hem de nasıl sevinir. Aklını başından almadan sırrı, haberinin alınmasını arzuluyor, o da.

Nasıl düdüğünden çıkan buhar tencerenin iç basıncını azaltır. Gerilimini düşürür. İnfilak endişesinden uzaklaştırır onu. Şeyler de sanki sesleriyle rahatlıyorlar arkadaşım. Zira 'ifade etmek üzere yaratıldıkları' hakikatin bilgisini böylece paylaşıyorlar. Paylaşmak rahatlatıcıdır. Her kimden-kime olursa olsun. Tencerenden göremezsen pencerenden bilirsin. 'Duyulmak' da 'duymak' kadar ihtiyaçtandır. "Ya ben öleyim mi söylemeyince!" deyu şakıyan Yunus da şunu söylüyor bize. Belki iletkenlik dediğimiz hâdise de bu sırrın fizikteki karşılığından ibarettir. Yani sıcak bile soğurken etrafına 'sıcaklığın nice birşey olduğunu' anlatır. Soğuk bunu öğrenmekle biraz sıcaklanır. Talebeliğini gösterir. Sıcak meramını anlatmak biraz soluklanır. Aslında soğuklanır. Çünkü o da soğuğun talebesidir.

Fakat böyle söylemem garip geldi sana şimdi. O seslerin çoğunu anlamıyorsun çünkü. "Bu nasıl konuşmak?" diye soruyorsun belki. Arkadaşım, derim ki, diller Allah'ın ayetleridir. Hayat bizim hayatımıza, varlık bizim varlığımıza, mekan bizim mekanımıza sınırlı olmadığı gibi lisan da bizim lisanımıza münhasır değildir. Mesela: Sahilde Kürtçe türküler söyleyen birisine rastlamıştım bir vakitler. Dinleyenlerin belki pek azı ne söylendiğini anlıyordu. Ama dert anlatılmış olmuyor muydu yine? Benim-senin anlamayışımız sözü beyandan düşürür müydü? Evet. Ses yine vazifesini yapıyordu. 'Savt-ı vücud' fonksiyonunu görüyordu. Yaratılmış birşeyin muştusunu çevresine taşıyordu. Ancak kulak sahipleri anlamakta, hatta bazen işitmekte de, aciz kalıyorlardı. Dilencinin altın kesesini tutmaktaki acizliği Sultan'ı cömertlikten düşürmez. Gülün kulakları ilk yaratıldığından beri yok. Lakin bülbülün nağmesinden vazgeçtiği nerede görülmüş?

Sonra bir belgeseli hatırladım. Madencilikte ses teknolojilerini kullanmak üzerine yapılan çalışmaları naklediyorlardı. Nasılmış? Mesela: Madencilerin mahsur kaldıkları bölgeyi dışarıya bildirebilmeleri için ses-titreşim sistemleri kurmuşlar. Yani, cihaz nereden çalıştırılırsa, orada yaşayanların olduğu anlaşılacak. Kayalar buna engel olamayacak. Hatta iletkenliğiyle yardım edecek. İkincisi: Yine benzer teknolojilerle yeni madenler zahmetsiz keşfedilebilecekmiş. Toprak yankısından tanınacakmış. Bunu şöyle misallendireyim: Nasıl ki duvarın içine saklanmış birşeyin varlığı tıklanarak anlaşılabiliyor, boşluğu-doluluğu saptanabiliyor, aynen öyle de, kilometrelerce yerin dibinden gelen yankılarla da orada neler olduğu saptanabilecekmiş. Tabiî bunlar şimdilik sadece 'miş.' 

Sonra birden aklıma Davud aleyhisselamın mucizeleri geldi arkadaşım. Kur'an'da musırrane ikisi de anılıyordu. 1) Davud aleyhisselam demiri eliyle şekillendirecek kadar mahir-mucizevî bir ustaydı. Demirci ustasıydı. O bilgiyle zırh (ve belki daha nice şey) üretebiliyordu. 2) Dağlar onunla beraber zikrediyordu. İşte, 'dağların onunla beraber zikretmesi' ile 'demircilik' yani dolayısıyla 'madencilik' birbirine ilişince, "Acaba" dedim. "Davud aleyhisselamın bu mucizesiyle farkettirilmek istenen başka şeyler de var mı?"

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla konuşuyorum. Sen de hatırında tutarak dinle lütfen: Ya Davud aleyhisselam da madenleri dağların zikrinden tanıyarak buluyorsa? Yani nasıl ki: Şimdinin mühendisleri arza bir çağrı gönderip, o çağrının yankılanışıyla, mahiyetinin haritasını çözebileceklerini düşünüyorlar, aynen öyle de, Davud aleyhisselam da, bir nebevî mucize ve irşad olarak, dağlara zikrettiriyor. Yani zikrini tekrar ettiriyor. Onlara ses verip karşılığını işitiyor. Belki de tesbihlerinden kendisine lazım olan nesneleri buluyor. Olamaz mı? Yeri-göğü ayakta tutan Allah'a bunu yaratmanın nesi güç gelir?

Mürşidim de 20. Söz'ünde şu mucizeyi aksiseda üzerinden anlatmaya çalışıyor:

"Ayetler delâlet ediyor ki: Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud aleyhisselâmın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki, dağları vecde getirip, birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzâkirin ertafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür? Hakikat midir? Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aksisada vasıtasıyla, dağın önünde sen 'Elhamdülillah' de; dağ da aynen senin gibi 'Elhamdülillah' diyecek. Madem bu kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir."

Hani anlatılır ya: Lokman aleyhisselama bitkiler 'neye şifa olduklarını' söylerlermiş. Onun mucizesi de böyle birşeymiş. Belki Davud aleyhisselama da dağlar benzerini yapıyorlar. "Benden şu madeni çıkarabilirsin!" diye lisan-ı halleriyle, tesbihlerinin rengiyle, bildiriyorlar. Bunlar bana hep 'olabilir' geliyor. Fakat, yine başa dönelim, en doğrusunu Allah bilir. Biz sadece tefekkür ediyoruz. Hakikate ya isabet ediyor yahut da ıskalıyoruz. Kesin konuşmuyoruz. Konuşamıyoruz. Çünkü daha kendi hakikatimizin sesini bile işitebilmiş değiliz. Ne diyelim arkadaşım? Alîm-i Hakîm bize hidayetinden çokça lütfetsin. Hem o yolları ararken düştüğümüz hataları rahmetiyle affetsin. Âmin.


'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....