Kaide etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaide etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2019 Salı

Peygamber kapısını çiçeksiz bırakmak

Farklılık kendisini istisnalarla okutur. Yahut da şöyle demeli: Farklılıklar istikrarlı istisnalardır. Genele göre istisna durmaları mühim değildir. Kendilerini kuşanan bireyde kaide seviyesine çıkmışlardır. Bir sınıf dolusu yeni talebe içinde birisinin birkaç noktaya ahenkle dokunması müzik sınıfındaki bir farklılıktan haber vermez bize. Hoş bir sıradışılıktır o kadar. Bir an şenlenir geçeriz. Ama bu ahengi, yani sınıfın geneline göre istisna duruşunu, devam ettirirse farklı olduğunu anlarız. Ya zaten biliyordur yahut da yeteneklidir. Her şekilde kesinlikle farklıdır.

Genelin müzik konusundaki cehaletini bir kaide olarak görürseniz bu arkadaş size istisna görünür. Ancak birebir ona yöneldiğinizde, eğer eylediği şey onda da bir istisna değilse, sırrı kaideliğe yaklaşır. İstisnaların kaideyi bozmadığı doğrudur. Ancak neyin kaide olduğuna da istikrar karar verir. Bu demde en çok karıştırılan belki de 'genel olmayan' ile 'istisna'nın aynı şey sanılmasıdır. Halbuki birşeyin genel olmaması her zaman onun istisna olduğu anlamına gelmez. Sıradışılık kaide de olabilir. Suyun katılaşırken hacimlenmesi diğer sıvılara göre istisna durabilir. Ancak suyun kendisine sarf-ı nazar edildiğinde bu onun kaidesidir.

Yoldan geçerken çiçek veren birisinin size sevgisi bir kaide midir? Sizden başkalarına da veriyorsa değildir. Size özel bir yöneliş yoktur. Fakat her sabah kapınıza çiçek bırakan birisinin sevgisini bu kadar kolay yabana atamazsınız. Size karşı ortaya koyduğu istisna, yani kapınızı diğer kapılardan ayırışı, onlara yapmadığı birşeyi size yapışı, üstelik bunu bir kere değil her kere yapışı, sevgisinin sairlere göre daha üst bir seviyede olduğunu gösterir. Belki de bu kişi size âşıktır. Yani herhalde âşıktır.

Bazen de yaptığınız hatayı başka kim yapsa çok öfkelenecek birisinin size karşı alttan alması bir istisna olarak görünür. Her defasında böyle yapıyorsa size özel başka türlü hislenişlerin de o kişide varolduğunu gösterir. Nihayetinde özel oluşunuzun bir ifadesi de kaideleşen istisnalara muhatap olmanızdır. İnsan böyle kaide bozar istisnalara muhatap olduğunda daha Ehadî bir tecellinin hayatına dahlolduğunu hisseder. Birey olarak ayrı tutulduğunun ayrımına varır. Kendisi de herhangi birisine böyle bir farkındalık yaşatmak isterse aynısını yapar.

Efendim, "Şimdi bu çocuk gev gev ne geveliyor?" diye soracak olursanız, ki hakkınızdır, oraya geleyim. Mürşidim 'peygamber mucizelerinin hikmeti' sadedinde diyor ki: "Nasıl ki, sen, bir padişahın meclisinde ve daire-i nazarında desen ki: 'Padişah beni filan işe memur etmiş.' Senden o dâvâya bir delil istenilse, padişah 'Evet' dese, nasıl seni tasdik eder. Öyle de, âdetini ve vaziyetini senin iltimasınla değiştirirse, 'Evet' sözünden daha kat'î, daha sağlam, senin davanı tasdik eder." İşte ben de gevelemelerimle bu hakikatin altını kazmaya çalışıyorum.

Peygamberlerin mucizeleri olmalıydı. Çünkü özel olduklarının en açık ifadesi böyle olurdu. İnsanlığın gözleri önünde mazhar oldukları istisnalar, bu istisnaların istikrarı, diğerleri gibi olmadıklarını hepimize gösterdi. Elbette hayatlarının genelinde tıpkı birer insan gibi yaşadılar. Çünkü insanlara imamdılar. Beşerden olmayan beşere rehber olamazdı. Fıtratlarına aşina yollar açamazdı. İrşadlarda bulunamazdı.

Ancak bir de nübüvvetleri itibariyle 'sıradanlıklar içinde kaybolmamaları' gerekiyordu. Herhangibiri değildiler. Herkesleşmemeliydiler. Yani ayrıca sevildiklerine inanabilmemiz için kapılarına her sabah çiçek bırakılmalıydı. Asâlarını attıklarında yılan olmalıydı. Dualarıyla ölüler dirilebilmeliydi. Nur parmakları ayı ikiye yarmalıydı. Evet, arkadaşım, şimdi anlıyor musun mucizeleri inkâr edenlere neden kızıyorum? Doğru. Aynen. Onlar peygamberlerin kapısını çiçeksiz bırakıyorlar. Nübüvvet kapısı çiçeksiz kalırsa ne olur peki? Elbette diğerlerinden ayrılmaz olur. Şaşırırız. Uğramak istediğimizde bulamayız. Herkesleştiririz. Sakın çiçek düşmanlarının da arzusu bu olmasın!

27 Haziran 2019 Perşembe

Bediüzzaman'ın dini 'demokrasi' miydi? (3)

Beni tanıyanlar 'ilkesellik' mevzuuna bir parça takık olduğumu düşünürler. Belki yazılarımda mezkûr bahiste zülf-i yâre dokunan şeylere de rastlamışlardır. Olabilir. Ne diyebilirim ki muhterem kârilerim? Şöhreti taşımak kolay değil. Evet. Doğrudur. Bir parça takığımdır. Yani mesela birisi yanımda "İlkesellik gerektirir ki..." gibilerinden birşeyler dedi mi, Allah Allah, nazenin tüylerim diken diken olur. Dikkatim çınlamaya başlar. Kulaklarım pur tilkisi gibi dikilir. "Vaay! Aaaa! Oooo! Cık, cık, cık. Neden efendim?" Nedeni belki biraz şudur: Ben ilkesellik argümanının, genelde sanılanın aksine, meseleleri 'sabitelere bağlamanın' değil 'sabitelerden kurtarmanın' aracı olduğunu düşünürüm. Zira kanaatimce; fıkhı olan bir dinde ilkelere tutunmak, sabitelik yolunda ileriye doğru değil, geriye doğru gitmektir. Direksiyonda oturanlar farketmese de.

Bunu bana ilk düşündürenlerse modernistlerdir. Onların, başta Kur'an olmak üzere, tüm kudsî metinleri birer 'ilkeler taslağı' haline dönüştürme taleplerinin altında yatan maksat, hepinizin artık malumudur ya, şudur: Eğer bu metinler taslak haline dönüştürülebilirlerse naklettikleri tecrübelerin somuttaki bağlayıcılığı da ortadan kaldırılabilecektir. Aslolanın 'tüm detaylarıyla ora' değil 'oradan ulaşılması gereken ilke' olduğu, tecrübenin içerdiği detayların ancak posa mesabesinde bir kıymet taşıdığı, yani esasında hiçbir kıymet taşımadığı, bu argümanın mü'min kalplerde gıdım gıdım inşa ettiği büyük bir sapmadır.

Misallendirelim: Hani, belki siz de rastlamışsınızdır onlara, müslüman olmaktan muradın 'iyi bir insan olmak' olduğunu söyleyenler vardır. Dedikleri yalan mıdır peki? Elbette değildir. Müslüman olmanın bir yanı elbette 'iyi bir insan olmaya' bakar. Fakat bir müslümana göre 'iyi' nedir? İşte işi ilkelerin yalınlığına götürürseniz 'iyi'nin içini istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Çünkü yalın olanı çarpıtmak kolaylaşır. Ne de olsa somutluğun bağlayıcılığı giysi gibi çıkarılıp atılmıştır. Artık "İyi insan dediğin dostlarıyla her akşam iki kadeh parlatandır!" dense "Ulan ne oluyor?" diyecek bir dayanağınız kalmamıştır.

Fıkhın ilkeye göre zenginliği buradan bize göz kırpar. Ulemamızın, Allah hepsinden razı olsun, gerek Kur'an'daki kıssalarda gerek Asr-ı Saadet anlatılarında, nakledilebilmiş her detayı hakikatin bir parçası olarak görmesi, hepsine ulaşmaya çalışması, hepsini hıfzetmeye gayret etmesi, bir meselede hüküm verirken bütün detayların bilinirliğini önemsemesi, hatta birbiriyle çelişir gibi görünen nakilleri bile beraber masaya yatırması, bütün bunlar işte 'somutluğun bağlayıcılığı'ndan vücud alır. Somutluğundan kurtardığınızda, yani ki detaylarını budadığınızda, bir yönüyle bilmeyi kolayladığınızı sanabilirsiniz. (Basit beyinler böyle düşünür.) Fakat siz aynı zamanda bilgiyi biçmişsinizdir. Farklı durumlarla karşılaştığınızda yanılmanızı engelleyecek inceliklerinden etmişsinizdir. Bakış açınızın kutucuğuna sığsın diye koca manzarayı makaslamışsınızdır. Bu yüzden derim ki muhterem kârilerim: Fıkıh diye birşey varken Hacivat gibi "Yâr bana bir ilkesellik medeeet!" diye nara koyurmanın, hakikate daha iyi sarınmak bağlamında, bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Hatırlarsanız, tabii okuduysanız ancak hatırlarsınız, bir önceki yazımızda Bektaşîlik ile hevâ arasındaki bağı konuşmuştuk. Bediüzzaman'ın Bektaşîlikle ilgili anlattığı bir fıkrayı, yine onun hevâyı tarif için kullandığı bir cümleyle bağlamış ve oradan da yine hevâya atıflı bir ayete doğru salınmıştık. Şimdi yeri geldi. İlkeselliğin basitleştirici mahiyetini konuşurken merhum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'de Bektaşîliğe dair söylediği birşeyi de analım: 'Hikaye basitleştirmekten hoşlanan Bektaşî zihniyeti...' Evet. Bence bu tesbitin yazımıza bakan bir tarafı da vardır. Çünkü hem 'ilkesellik' hem 'Bektaşîlik' hem de 'hevâilik' bükebileceği, kaydırabileceği, saptırabileceği, başka anlama getirebileceği bir yalınlık ister. Takdir edersiniz ki birşey basitleştirildikçe, netleştirici detaylarından kurtarıldıkça, onda yanılmak da kolaylaşır.

"Ahmed 27 Haziran 2019 akşamı saat tam 20:00'de ilkesellikle ilgili yazısına başladı!" cümlesini "Ahmed 20:00'de yazılarına başlar!" diye ilkeselleştirseniz, 27 Haziran'da doğruyu tuttursunuz, amma 28 Haziran'da işler karışır. Çünkü Ahmed'in somutluğu daha fazla detay içerir. Belki yazmalarına dair bütün rivayetler toplansa çıkacak ilke şu olacaktır: "Ahmed için belirgin bir yazıya başlama saati söylenemez!" Ancak durun. Acele etmeyin sakın. Bu da tam doğru değildir. Çünkü belki bazı günler de saatle yazıya başlamış olabilir Ahmed. Görüyorsunuz ya. İlkeye bağlamak için illa birşeyleri kapıya atmaya çalışıyorsunuz. (Kaideler istisnayı bozar illa.) Çünkü en özünde mevzuyu basitleştirmek için somutluğu biçiyorsunuz. Fıkıhsa bunu yapmıyor işte.

Fıkıh kitaplarını incelediğimiz muhteşem bir detaycılık görürüz. Aleyhissalatuvesselam seferde nasıl yapmıştır, mukimde nasıl davranmıştır, misafirlikte nasıl eylemiştir, evinde nasıl fiillemiştir, filancayla beraberken neden öyle demiştir, falancayla beraber neden böyle söylemiştir vs. Mümkün mertebe her detayın ortaya çıkarılarak ona ait hükmün/somutluğun ortaya konmaya çalıştığı görülür fıkıh kaynaklarında. Yani her durumun 'kendisine özel olarak' aydınlatılmaya çalışıldığı nazara çarpar. Bu sayede ne başarılır peki?

Elhamdülillah. Yanlış ilkenin yanlış durumda kullanılmasının önüne geçilir. Örneğin: "Sarhoşken namaza yaklaşmayın!" ayetinin "Yatsıyı kıldıktan sonra bir-iki kadeh parlatmakta bir beis yoktur!" diye ilkelenmemesini engelleyen şey fakihlerin o ayetin hükmünün nesholduğunu bize bildirmesidir. Yani fıkhın istisnaları/farklılıkları kollayan mahiyeti ilkesellikte bulunmaz. İlkesellik toptancılıktır. Fıkha kıyasla basitliktir. Kolaycılıktır. Üstünkörülüktür.

Çok konuştum. Yazı da uzadı gitti. Fakat sanıyorum girizgâh kısmında meramımı güzelce anlattım. İnşaallah o uzunluk da kısa gelmedi. Şimdi mevzuun Münazarat okumalarına bakan yüzüne dokunmak istiyorum. Evet. Bediüzzaman'ın Münazarat'ın yazıldığı dönemde konuştuğu bir sosyoloji var. Üzerine konuştuğu bir siyaset var. 'Meşrutiyet-i meşrua' dediği bir sistem var. Var, var, varoğlu var. Münazarat'ı doğru anlamak için öncelikle analiz edilmesi gereken birçok detay var. Fakat Münazarat okumaları yapanların bu hususlara bakmak gibi bir telaşları var mı? İçimden geçeni açıklıkla söyleyeyim muhterem kârilerim: Hak getire! Böyle bir telaşa hiçbir yerde rastlamadım.

Hasbelkader sesimi çıkardığım yerlerde de 'sus-pus' edildim. En nihayet vardığım kanaat şu oldu: Kimse konforunu terketmek istemiyor. Bu zor işe eğilmek istemiyor. Meşrutiyet ile demokrasinin uyumunu, İttihat ve Terakki ile CHP'nin nüanslarını, Bediüzzaman'ın o gün konuştuğu sosyoloji ile bugün bizim sahip olduğumuz sosyojinin ayrımlarını hiçkimse gündemine sokmuyor. 'Kime söylenmiş'i bıraktım 'ne makamda söylenmiş'i umursayan da kalmadı. Halbuki, bırakınız böyle araya asır girmiş farkları, Urfa'dan İzmir'e geçsek ne büyük farklılıklar yaşıyoruz kimse düşünmüyor.

Misalen: Bana sorsanız ki "Çarşafın yasaklanıp-yasaklanmaması hususunda Urfa'da referandum yapılsın mı?" Ben derim ki: "Yapılsın!" Çünkü Urfa'da İslam aleyhinde böyle bir hüküm çıkmayacağına eminimdir. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendireceği demokrasiye din namına da güvenirim. Ama beni alıp İzmir'e götürseniz, "Aynısı burada olacak!" derseniz, endişelenirim. Çünkü referandumdan ne çıkacak emin olamam. O sosyolojiye, o sosyolojinin inşa ettiği gerçeklere, o gerçeklerin şekillendirdiği demokrasiye emniyet edemem. Din namına derim ki: "Burada çarşafı oylamak doğru değildir." Hülasa: Sosyolojinin farklılaşması demokrasinin sonuçlarına din namına beslediğim hisleri de değiştirir/değiştirebilir. En azından "Demokratik olan her zaman dinîdir!" veya "Dinî olan her zaman demokratiktir!" gibi genellemeci bir muğalataya düşmem inşaallah.

Buradan şuraya gelelim: Bediüzzaman Münazarat'ta meşrutiyete geçişte din adına elbette hiçbir endişe duymuyor. Belki iktidarların dine muğayir hareket edeceğini/edebileceğini de sanmıyor. Çünkü Osmanlı sosyolojisi ile konuşuyor. Solculuğun/sekülerliğin, en azından avamî boyutta, 's'si bile görünmemiş bir toplumsallıkta veriyor hükümlerini. Halkın dindarlığı bugüne göre çok çok üst düzeyde. Dinî hayatın tezahürleri sosyal hayatı yönetiyor. Medreseler hayatta. Halife başta. Her eylemin meşruiyet kaynağı olarak mizana vurulduğu yer din. Ve o toplumsallığın inşa edeceği meşrutî sisteme emniyet ediyor Bediüzzaman.

Meselenin bu kısmında hakverilmeyecek birşey yok. Fakat bunu alıp hiçbir incelikli okuma yapmadan günümüze taşımak ne kadar doğru? Mesela; sisteminde Meşihat-ı İslamiye'ye 'denetleyici' bir fonksiyon öngörülen meşrutiyet-i meşruayı, icraatları hakkında Diyanet İşlerine ağız açtırmayan laik demokrasiyle eşleştirmek ne kadar doğru? Mesela; Bediüzzaman'ın 'içinde Kürdistan uleması/meşayihi kadar ulema/meşayih bulunduğunu söylediği' İttihat ve Terakki'yi, dine muarızlığı hakkında çok eleştiler serdettiği CHP ile eşleştirmek ne kadar doğru? Hepsinden önemlisi: O zamanlar şartlarına bağlı olarak söylediği şeylerden kaideler çıkararak onlarla bugünde mesafe almaya çalışmak ne kadar doğru? Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyup söyleyin:

Bediüzzaman'ın gözünde Enver Paşa ile Mustafa Kemal bir mi? Bu kişilerin kurduğu/yönettiği teşkilatlara bakışı bir olabilir mi? Bu sathîlik Nurculuk adına da ayıp değil mi? Mecelle'deki kaideleri mi hatırlatacaksınız bana? Onu da yanlış biliyorsunuz. Kaideler Mecelle'de delil getirmek için değil sonucu toparlamak için, desteklemek için, izah etmek için dillendirilir. Deliller yine fıkhın usûlüne bağlıdır. Fakat tabii bunlar yine duymak isteyene. Yoksa köre ne? Hasılı muhterem kârilerim: Münazarat'tan çıkarılan ilkelerin Yeni Said'e pek danışılmaması unutkanlıkla yapılan hatalardan değildir. Ya? Yeni Said dönemindeki tecrübeler Münazarat'taki ilkeleri bozmaya meyyaldir de ondan öyle yapılır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama kaideler istisnayı bozar her vakit.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...