21 Ekim 2016 Cuma
Güvenmek yükünü başkasına bırakmaktır
Yani fabrikadaki çarklardan birisiniz. Bir bütünlüğün amacı doğrultusunda dönen/işleyen sayısı sonsuz küçük şeyden tekisiniz. Haliniz sorulduğunda, 5. Söz'deki temsilde denildiği gibi, "Devletin angaryasını çekiyorum!" diyorsunuz. İş sizin. İşleyiş devletin. Yaşananları tüm detaylarıyla bilmek/idare etmek uhdenizde değil. Devlet 'yap' dedi, yapıyorsunuz, yeter. Sorumluluk alanınız kısıtlı ve belli. Bütünün yükünü omzunuza almamışsınız. Fabrikada dönen herşeyden kendinizi sorumlu tutmuyorsunuz. Sindiremeyeceğiniz lokmayı yutmuyorsunuz. Çark kadar bir rolünüz var. Rolünüzü içtenlikle kabullenmişsiniz. Çark işlemekten mutlu, fabrika işleyişten...
Bunlardan diğer tanesi de sahibî bir ilişki. Onda seyreden değilsiniz sadece. Hem sadece işleyen de değilsiniz. Sahipsiniz. Fabrikada 'çark' değil, sizinle ilgili olan herşeyin oluşturduğu 'ilişki fabrikasının başında'sınız. Sahibi olmanın gerektirdiği bütün sorumluluklardan mesul görünüyorsunuz. Aldanıyorsunuz. Aldatıyorsunuz. 6. Söz'deki temsilde dikkatimizin çekildiği gibi "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam!" diyorsunuz. Ama bunun da bir bedeli var. Çiftliğin bütün yükü üzerinize kalıyor. Omuzlarınız ağrıyor. Bacaklarınız titriyor. Sanılanın aksine, sahibi olmak yükünü mülküne bırakmak değil, mülkün yükünü üzerine almaktır. Bu sizi çok hırpalıyor. Geceleri rahat uyuyamıyorsunuz. Çünkü kaldıramayacağınız bir işi üstlendiniz. Çark iken patronluğa özendiniz.
Peki, şahidî de az, sahibî de çok olduğunu iddia ettiğim bu yük nereden geliyor? Görünüşte bu insanlar birdirler. Yüklerinin çok olduğunu söylediklerim omuzlarında ağırlıklarla gezmemektedirler. O halde?
İşte tam da bu noktada devreye 'duygular' giriyor. Ben iddia ediyorum ki: Varlıkla sahibî türden bir ilişki kuran insanlar, duygusal bağlamda, şahidî ilişki kuranlardan daha fazla yük çekiyorlar. Çünkü eşyaya daha şiddetli duygulanıyorlar. Bir buğday tarlasına bakıp onun güzelliğinden gözüyle/ruhuyla istifade eden, ikram edilse ekmeğinden yiyen, tarlanın sahibi gibi orayı ekip biçmeye mecbur olmuyor. Görse yetiyor. Tatsa yetiyor. Uğrasa yetiyor. Sahibi olan ise görülecek, tadılacak ve uğranılacak olanın varolmasını veya varlığını devam ettirmesini kendi omuzlarına alıyor.
Tevekkül sanıyorum en çok şu yaramızı tedavi etmekte. Tevekkül ettiğimiz her meselede eşyayla ilişkimizi yeniden sahibî düzeyden şahidî düzeye çekeriz. Sahibî ilişkinin yaratılış hikmeti, belki, duygularımıza verdiği şiddetle bizi daha gayretli ve ilgili kılmasıdır işleyişe karşı. Bir tarlayı şahidi ekemez. Sahibi eker. Ancak bu sahiplik gerçek bir sahiplik değildir. Tarla da tohum da Allah'ındır. Dilerse ekin verir. Tam da bu nedenle, sahibî bir güçle tarlayı eken kişi, bu bölgedeki sorumluluğunu yerine getirdikten sonra, nazarını tevekkülle 'restart' eder. Bu tecdid, onu tekrar 'varlıkla ilişkisinin sadece şahit boyutunda olduğuna' uyandırır. Tevekkül etmenin en büyük faydalarından birisi de burada saklıdır. Varlıkla ilişkimizin duygusal boyutunu hafifletir. Zira, şiddetli duygusallık içeren bir ilişki, ilişkinin her iki tarafını da incitir.
Duygusallığın neden incitici olduğuna dair de şöyle bir tefekkürüm var: Bence yaşadıklarımızın ruhumuzun duvarına kazınması/yazılması ancak duygular vasıtasıyla oluyor. Ancak hakkında duygulandığımız şeyler ruhumuza uzanan (bir açıdan sonsuza kadar etkileri olan) değişimler yaratıyor. Eğer hakkında bir duygulanma yaşamadıysak o hadiseyi hiç yaşamamış gibi oluyoruz.
Dikkat ediniz, hayatımızda en çok iz bırakan, dolayısıyla ruhumuzu şekillendiren veya ona kazınan olaylar, hakkında şiddetli duygulanımlar yaşadığımız olaylardır. Duygu, bilgiyi ruh yazısına çevirir. Kalbin bir görevi de burada tezahür eder. Aklî bilginin sonsuza dek ruhla beraber varolması ancak kalbi bir elekten geçmesiyle mümkündür. Hiçkimse ilkokulda çözdüğü matematik sorularını hatırlamaz. Ama en sevdiği arkadaşıyla kopyalaştığı soruyu unutmaz. Ötekini unutturup bunu hatırlatan o olayın duygudan harflerle ruha yazılmasıdır. Biz de tevekkülümüz sayesinde yaşadıklarımızın ruhumuza ne ölçüde yazılacağını seçeriz. Dünyanın üzerimizdeki duygusal baskısını azaltırız. Hâsıl-ı kelam: Varlıkla emanetçi gibi bir ilişki kurabilmek tevekkülle mümkün. Çünkü güvenmek sahiplik yükünü başkasına bırakmaktır.
6 Haziran 2016 Pazartesi
Güzeller güzelliğin mülküdür
Hiçbir fakirin istifadesi o Sultan’ın hazinesini eksiltemez.
Neden? Çünkü ancak çıkan eksilir. Çıkaramaz ki mülkiyet alanından eksiltebilsin.
Kendisi çıkamayan neyi çıkarabilir? (Rahman sûresinin 33. ayetiyle de mühürlenmiştir
bu hakikat.) Yani ki: O Sultan’ın bağışı mülkünden bir kısmını mülkü-dışı bir alana
verişi değildir. Mülkünü, yine mülküne, yine mülkünde kalarak emanetidir.
Arkadaşım bize bunu sandıran biraz da eyleyebildiklerimiz dikkat
edersen. Bizdeki tecellinin irade-i cüziye kadarcık olsun bizden etkilenmesi onun
‘mülkümüz’ olduğunu düşündürüyor. 'Koparılmış' aldanmasına yol açıyor. Seçim
yapabildiğimiz her alanda mülkiyeti parçalayabildiğimizi sanıyoruz.
Aldanıyoruz.
Halbuki biz güzel olsak da güzelliği mülk edinemiyoruz. Ne tutabiliyoruz
ne kuşatabiliyoruz. Ancak misafir ediyoruz. Birşeyi mülk edinmek tekeline almak
gibidir. Bir evin hakiki sahibi olduğun zaman o ev başkasının olamaz.
Başkasının da oluyorsa sen hakiki sahip değilsindir. Her istediğini
yapamıyorsundur. Belki misafirsindir. Sahibin izniyle kalıyorsundur. O
istediğinde misafirliğin de biter.
"İman aksinin imkansızlığıyla
birlikte varolur!" demiştim bir diğer yazıda. Bu şu demektir: 'La ilahe' ile olur ancak 'illallah.' Şirkin yokluğuyla birlikte varolur
tevhid. İkisi birden olamaz. Allah ancak İslam'ın anlattığı gibi bir Vahid-i Ehad
olabilir. İlahlık seviyesinde bir kemal şirk kiriyle birlikte varolamaz. Kusursuzluk
kusurlanamaz. Sınırsızlık sınırlanamaz. Sonsuzluk sonlanamaz. Halbuki şirk
kokulu her ifade sonsuza bir sınır çizer. Diğerine alanı öyle açar.
Onun uluhiyeti ikinci bir ilahı sadece ‘gereksiz’ değil ‘imkansız’
da kılar. Çoklu yaratıcı tasavvuru ilahlığa yakışmayacak bir sınır tasavvurudur.
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka
ilahlar bulunsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek
ki, arşın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir..."
hakikatinden aldığımız derstir bu. "Temizlik
imanın yarısıdır!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da imandan önce giriştiğimiz
putkırıcı hamleye işaret eder. (Bir işareti de bunadır.) Evet. Önce aksini ‘la’
ile süpürür sonra istikameti gönlümüze doldururuz. Yarısı gayrısının temizliğiyle
şekillenir imanın. Gayrısını temizleyemeyenin imanı da yarım kalır.
Nerelere gittik? Yine uçtu gitti kalemim. Geri dönmeyi deneyelim:
Bu kainatta güzel olan her ne varsa hepsi güzellik sıfatından pay sahibidir. Bir
sıfatı ortaklaşa kullanırlar adeta. Birisinin güzelliği diğerininkini gözden düşürmez.
Birisinin mezkûr sıfattan istifadesi diğerininkine engel olmaz. O halde sahipleri
değiliz hiçbirimiz bu sıfatların. Işıkla aynaların hali gibidir böylesi sıfatlarla
durumumuz. Demek biz bu sıfatları hakikaten elegeçiremiyoruz. Hiçbirisi gerçekten
‘bizim’ olmuyor. Ya? Bizle oluyor. Bizde oluyor. Bize oluyor.
Işık, yansımakla aynanın, aydınlatmakla nesnenin mülkü olmadığı
gibi bu sıfatlar da bizde mülk olamıyor. Belki tam tersi bir şekilde biz o sıfatın
mülkü oluyoruz. Biz güzelliği elegeçirmiyoruz. Güzellik bizi elegeçiriyor. ‘Işığın
aynayı elegeçirişi’ aynı zamanda ‘aynanın ışığı elegeçirişi’ değildir. Burada ayna
ancak istifade edendir. Işıktır aslında onu elegeçiren. Belki mazhar olduğumuz her
esmaü'l-hüsna tecellisi üzerimizde işleyen yeni bir fetih hareketi. Böylesi her
tasarruf binler esmanın bayrağıyla bizim yalnız Allah'ın mülkü olduğumuzun ilan
edilişidir. Hiçbirisine karşı mukavemetimiz yoktur. Elhamdülillah. Evet. Elegeçiriliyoruz.
Her an üzerimizde yeni fetihler oluyor Allah'ın iradesiyle.
Bu açıdan bakınca Bediüzzaman'ın ‘terzi-model’ örneği daha bir
zenginleşiyor gözümde. Nasıl? Açayım: Bu oturmalar-kalkmalar oturmayı-kalkmayı mülk
edinmemiz değil aslında. Elbise bizim değil. Biz modellik ücretiyle elegeçirildik.
Varolmak öyle karşıkonulmazdı ki varolduk. O kadar güzeldi ki mestolduk. Gayrı o
elbise üzerimizdeyken yapılan herşey terzinin bizim üzerimizdeki hakkıdır. Karşı
koyamayız. (Şehir Fettah'ın mülküdür.) Ki zaten meftunuyuz o değişmelerin. Allah'ın
mülkü olduğumuzun bir delili de şudur bence arkadaşım: Esması elegeçirdikçe
canlanıyoruz. Daha daha farklı şekillerde de Onun mülkü olduğumuzu anladıkça hayat
kuvvet buluyor bizde.
Belki de o yüzden mürşidim Mesnevi-i Nuriye'sinde diyor:
"Mümkün ünvanı altındaki
eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfiyetleri-halleri değişir. Binaenaleyh,
mümkün olan birşeyin dâima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atâlette kalması,
o şeyin ahval ve keyfiyetleri için bir nevi ademdir. Çünkü, o şeyin istikbal halleri
ademde kalır. Yol bulup vücuda gelemez. Adem ise, büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır.
Binaenaleyh, faaliyette lezzet olduğu gibi, ahval ve şuûnatta da bir tebeddül olup,
bu tahavvül ve tebeddülden neş'et eden teessürat, teellümat, bir cihetten çirkin
ise de birkaç cihetten de güzeldir. Evet birşeyin şekillerinde vukua gelen devir
ve teslim sırasına gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede
hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücut da teceddüd eder..."
Sahi: Hayatın hakikati neden üzerimizdeki esma tecellilerinin
değişmesi olmasın? Akıntının şiddeti neden vücudun bu çeşidini göstermesin?
Hareket-mekan-zaman arasında bir ilgi var. Belki hayatın da bu döngüde yeri
var? Belki de varoluşun en hareketli-renkli halidir hayat. Neden olmasın? İşte böyle
şeyler kalbime doldu bu gece de arkadaşım. Beğenirsen senin kalbinde de yatıya kalsın.
Yerini yadırgamaz hiç. Korkma. Çünkü nihayetinde kalplerimiz de Allah’ın evidir.
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...