Yük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2016 Çarşamba

Taşıyamadığın mülk senin değildir (2): Hakikat herşey bittiğinde de kalandır

Bu yazıyı bir önceki yazının tetimmesi gibi kabul edin. Ancak ona yaslanırsa ayakta kalacak. Bediüzzaman'ın 17. Lem'a'da geçen bir ifadesinin ne anlama geldiğine dair bir tefekkürüm bu. Önceki yazıyla 'anlam kardeşliği' olduğu için arkasından okunmak ona da iyi gelecektir. Hem anlatırken bana, hem anlarken size bir kolaylık sağlayacaktır. Anlayamadığım o ifade ise.... Bediüzzaman mezkûr metinde felsefe şakirdi ve Kur'an tilmizini karşılaştırırken diyor ki:

"Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'ân, kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, 'Evradlarınızı bununla okuyunuz' der. İşte, Kur'ân'ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar."

Doğrusu bu kısımda virdlerinde/zikirlerinde andıkları silsile-i zerrat, katarat adetleri ve mahlukatın aded-i enfası ile Kur'an tilmizlerinin felsefe şakirtlerine nasıl bir üstünlük sağlandığını anlayamıyordum. Yani salt bir 'kainatın zerreleri adedince' veya 'denizlerin dalgaları sayısınca' veya 'mahlukatın aldığı nefesler miktarınca' demekle felsefeye nasıl bir üstünlük sağladığımızı çıkaramıyordum. Yıllarca bu paragrafı 'yanından geçerek' okudum. İsra sûresinin 44. ayetinde denildiği gibiydi halim: "Ancak siz onların tesbihlerini anlamazsınız." Fakat ayet-i kerimenin devamı, ihtar ettiği isimlerle anlayamadığımı terketmememi, kapısında beklememi, hatta tekrar be tekrar denememi emir buyuruyordu sanki: "Şüphesiz ki O, Halîm'dir, Gafûr'dur." Ben de terketmedim, bekledim, denedim.

Bugünlerde bu nazlı sırrın duvağını birazcık açtığını düşünüyorum. Allah muvaffak ederse, becerebilirsem, anlatmayı deneyeceğim. Öncelikle şunu belirteyim: Bence bu sırrın da gözü parça-bütün ilişkisine bakıyor. Hani (Çin atasözü olarak duyduğum) şöyle hakikatli bir kelam vardır: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." İşte bence Bediüzzaman'ın yukarıda dikkatimizi çektiği 'inbisat-ı ruh' da böyle birşey. Yani bu insanlar bizim gibi küçük meselelerin insanı olmaktan çıkmışlar. Artık kainatın anlamı hakkında konuşuyorlar. Bütün varlığın anlamının saklı olduğu el-Esmaü'l-Hüsna'yı tefekkür ediyorlar. Dillerinde o, işlerinde o, gözlerinde o....

Mürşidimin "Hattâ, muhakkıkîn-i evliyanın bir kısmı demişler: Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir..." demekle nazarlarımıza verdiği gibi, hakiki hakikatin bilgisi onlarda. Bu, belki, yeni ceptelefonu modelini veya tuttuğu takımın maçını, kılacağı namazdan daha heyecanlı bir şekilde bekleyen bizler için anlaşılır birşey değil. Duygularla ulaşmak zor oluyor. Ama hakikat.

Hakikat herşey bittiğinde de kalandır. Kelimat-ı mübareke diye tabir ettiğimiz her sözcük; mesela Hasbunallah, mesela Bismillah, mesela Elhamdülillah, mesela Allahu Ekber, mesela Subhanallah; aslında bütünün (bizim önemsediğimiz bütün amaç, niyet ve anlamlardan daha aşkın olarak) gerçek anlamını sunar bize. Yerçekimi kanunu hangi derdinize deva olur? Termodinamik düzen ailenizdeki hangi sorunu çözer? Suyun kaldırma kuvveti kimi intihardan döndürebilir? Ama el-Esmaü'l-Hüsna'nın içerdiği anlamlar bunu yapar. O anahtarı hangi kilide vursanız size bir çıkış yolu gösterir. Ölüm bile (hatta kıyamet bile) engel olmaz onların hakikatinin varlığına. Allah'ın isimleri, bir önceki yazıda da söylemeye çalıştığım gibi, varlık bütünlüğünün asıl anlamlarıdır. Her kapı onlara çıktığı gibi; en büyük dairede, gerilerindeki herşeyin saçmalaştığı/güdükleştiği bir düzeyde, onlar görünür.

"Sonra, o âlem-i hayvânât içinde, etfal ve yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları, hazin ve herkesi rikkate getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi gördüm. Birden, Rahîm ismi şefkat burcunda tulû etti. O kadar güzel ve şirin bir surette o âlemi ışıklandırdı ki, şekvâ ve rikkat ve hüzünden gelen yaş damlalarını, ferah ve sürura ve şükrün lezzetinden gelen damlalara çevirdi."

Kendimizi mihenk almayalım. Biz burada çok küçük meseleleri büyüterek yaşıyoruz. O yüzden bu sırrı yeterince kavrayamıyor olabiliriz. Ama bütünün sırrını kavrayanlar, ellerinde o bütünlüğün her köşesinde geçen kanunlar, kelimeler, tefekkürler ve sırlarla virdlerini okuyorlar. Maneviyatın sultanı onlar. Çünkü anlamların şahını keşfetmişler. Dillerinde her kapıyı açan, her zamanda geçerli ve her mekanda anlaşılan kelimeler var. Fikirleri yalnız bunlarla meşgul oluyor. Onlara yalnız bunlar 'emeğe değer' görünüyor. Yanlarına varsan, sohbetlerine katılsan, dillerini dinlesen senin de gönlün genişliyor. Sanki bu dünyanın dışına çıkıyorsun. İşte inbisat-ı ruh/ruh genişlemesi budur. Ben ve sen "Bu sabah gömleğin üzerine ne renk ceket giysem?" veya "Beşiktaş'ın bu sene şampiyon olur mu?" diye düşünürken, onlar, kainatı kuşatan anlamlara gönül vermişler. Elbette sana ve bana nazaran inbisat etmişler.

1 Kasım 2016 Salı

Taşıyamadığın mülk senin değildir

Yazılarımı takip edenler farketmiştir: Bir süredir ubudiyetin bütünle, enaniyetin parçayla ilgisi olduğu üzerine kafa yoruyorum. Hatta mürşidimin "İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar..." ve devamındaki ifadelerle bu sırrın altını çizdiği düşünüyorum. İyi haber şu: Bugünlerde bu tefekkürümü biraz daha ilerlettim. Ubudiyet dediğimiz şeylerin aslında bütünün (ki bu bütünü en üst seviyede 'tevhid' ifade eder) anlamına 'hatırlatan' veya 'ona dair olan' şeyler olduğunu düşünmeye başladım. Namazımız, orucumuz, zekatımız, haccımız, selamlaşmamız vs... En küçüğüne kadar ibadet diye yaptığımız herşey aslında yaşadığımız parçalığın içinde bütünlüğün anlamını içeriyor. Yüzümüzü, aklımızı, kalbimizi ve hatta tümümüzü bütüne çeviriyor. Daha öz bir ifadeyle: İbadetlerin her biri kendimizden daha aşkın birşey için yaptığımız şeyler. Ve biz bu aşkınlığı evvelen niyette yaşarız.

Niyetin eyleme kattığı ilk şey onu yalnızlıktan kurtarmasıdır. Bir kanunun/bütünlüğün parçası haline getirmesidir. Bir mü'min "Niyet ettim Allah rızası için..." deyip (veya içinden geçirip) birşey yaptığında eylemini aynı cümleyi söyleyenlerin eylemlerine bağlar. Necip Fazıl merhumun tabiriyle bu bir 'Sonsuzluk Kervanı'dır. Şunu fiziksel anlamda ifade etmenin tastamam bir yolu yok. Ama manevî dünyada kesinlikle bağlanıyoruz. Mürşidimin ifadesiyle imanın bir 'intisap/bağlanış' oluşu böyle bir sırrı saklıyor. Yani birşeyi bir anlam veya niyetle yaptığınızda o anlamda/niyette bir kardeşlik halkasına dahil oluyorsunuz. Aranızda yüzyıllar olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Halkanın bazı bireylerinin zayıf, diğer başkalarının güçlü, daha başkalarının ise daha da güçlü olması bütünlüğün kemali içinde önemini kaybediyor. Çünkü bütünün konuşulduğu yerde parçaların önemi kalmıyor. Bugün hızlı tren diye birşey varsa raylı sistemi ilk kez hayal eden insanın bunda bir payı vardır. Ve bu teknolojiye emek veren herkesin mezkûr silsileden bir hakkı vardır. Ancak hiçbirisinin küçük adımları/emekleri bütünlüğün sahibi olamaz.

"Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare mahlûktur ki; sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir. O haliyle beraber, kâinatın tabakatında serilmiş hadsiz envâın hesapsız efradından nazik, zayıf bir fert olarak bulunuyor. İkinci vecih itibarıyla ve bilhassa ubûdiyete müteveccih acz ve fakr cihetinde, pek büyük bir vüs'ati var, pek büyük bir ehemmiyeti bulunuyor. Çünkü, Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr derc etmiştir—tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınâsı nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyâtına cami' geniş bir âyine olsun."

Enaniyetimiz bizi parçaların hâkimi kılmıyor, ama öyle sanmamıza sebep oluyor. Bir parçayı bütünden ayırabildiğimiz sanıyoruz onunla. Farazî bir hat çekiyoruz. Ve bütün (sanki) onun ötesinde kalıyor. Neden lazım bu? Akıl için lazım bu. Akıl parçalayıcıdır. Anlamak için parçalamaya ihtiyaç duyar. (Her bilimdalı yükü arttıkça alt dallara bölünür.) Varlığın bütünlüğünü parçalamadan tartabileceğinden çok büyüktür. Ziya Paşa'nın "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez" dediği gibidir. Fakat Allah bize dağların yüklenmeye çekindiği bir 'emanet' vermiş. Biz, bir parçayı bütünden kopararak(!) emanet alabiliriz.

Yani bir parçaya sahip olduğumuz sanarak onu laboratuvarımız haline getirebiliyoruz. Bu sahici bir sahiplik değil. Çünkü hakiki sahip mülkünün yükünü tastamam omzuna alandır. Taşıyamadığın şey senin değildir. Biz sahip olduğumuzun yükünü omzumuza almıyoruz. Bin tane örnek verilebilir buna. Biz şunu deneyelim: İnsan kendi bedenine sahip olduğunu düşünür. Ancak bedenindeki işlerin kaçta kaçına aklıyla, iradesiyle, farkındalığıyla, ilmiyle dahildir? Binde bir bile değildir bildiği. Beslenmedeki rolümüze dikkat çeker Bediüzzaman bu noktada. Ağzımıza bir lokmayı atarız. Ancak ne o lokmanın sindiriliş sürecini yönetiriz ne de bedene dağıtılışına muttali oluruz. Sadece ağzımıza koyarız, o kadar...

Peki, tam da burada, yani ubudiyet cihetinde, Bediüzzaman acz ve fakrımıza neden vurgu yaptı? Ben bunu biraz şöyle anlıyorum: Acz ve fakr, parça olarak ayrı bir şuur sahibi olan ve anlamak için kardeşlerini de parçalamaya meyyal olan insanın yüzünü tekrar bütüne çeviren iki ihtarcı ayakbağıdır. Biz bir bütünün parçası olduğumuzu ve bütünün anlamına hizmet etmedikçe bir hiç olduğumuzu en çok aczimiz ve fakrımızla anlarız. Parçanın parça olduğunu idraki aczini ve fakrını hissetmesiyle olur. Kendisinde bir güç olmadığını farkeden ve buna rağmen birçok şeye ihtiyaç duyduğunu anlayan parça bütüne koşar. Şeytandan vesvese gelen kul Allah'a sığınır. Açlık çeken Rezzak'ı arar. Merhamete ihtiyaç duyan Rahman'ı soruşturur. Aczimiz ve fakrımız ile ubudiyet cihetimiz arasındaki bağ sanıyorum biraz da bununla ilgili. el-Esmaü'l-Hüsna bütünün anlam kodlarıdır. Parçanın parçalığında boğulmaması, 'bir öpmekte batmaması' için bütüne bakmaya ihtiyacı var. Ve bizi bütüne en çok baktıran yaralarımızdır. Hasretini çektiklerimizdir. Yokluklarında eksik kalmasaydık bizden fazlası olduğunu hiç düşünmeyecektik.

1 Ekim 2016 Cumartesi

Mükemmeli aramak kaybolmaktır

"Herşey yokolup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna..." (Kasas sûresi, 88. ayet.)

Mükemmelin ne olduğunu bilmeyiz. Yaklaştıkça bir serap gibi uzaklaşır bizden. Arayı açar. Bir kızıl elmadır. Mükemmeli aramak kaybolmaktır. Yazma yolculuğumda beni en çok zorlayan şeylerden birisi buydu. Metinlerimin mükemmele ulaşabileceklerini ve ancak ulaştıkları zaman yayınlanmaya değer olduklarını düşünmek, hem yazma süreci boyunca, hem de yazdıktan bir süre sonra ümitsizliğe düşmeme sebep oluyordu. Bu ümitsizlik iki nedendendi.

Birincisi: Metinlerimin olgunlaşması için gereken zaman sonsuzluk gibi uzuyordu. Her 'tamam'ın bir 'daha'sı vardı. (Dahalar bitmiyordu.) Bizzat kendimin ifadelerimden tastamam razı olması mümkün değil gibiydi. Çünkü yazarken ben de değişiyordum. (İnsan her anda başka bir insan değil midir?) Ahmed'den Ahmed'e geçiyordum. Halet-i ruhiyem ile beraber standartlarım ve telakkilerim de kuş gibi daldan dala konuyordu. Ve sonraki Ahmed önceki Ahmed'in cümlelerinden pek de razı değildi.

İkincisi: Yayınlamakla da çilem bitmiyordu. Sona geldiğimi sanmamdan bir süre sonra yeniden 'daha'ların içine yuvarlanıyordum. (Dahalar bitmiyordu.) Metinlerimle bağımı bir türlü koparamıyordum. Eski yazılarım gözümde eskimiyordu. "Şu cümle değiştirilse daha güzel olmaz mıydı? Şurada 've' değil de 'veya' konmalı değil miydi? Şu satırda nokta yerine ünlem işareti koymak gerekmez miydi? Hem şurada... Hem şurada... Hem şurada..." Yeter daaa!

Şimdi bunları dert gibi söyleyince komik duruyor. Belki bazınız içten içe gülüyorsunuz da. Hakkınız var. Gülün bakalım. Tatmayan bu zehri bilemez. Halet-i ruhiyemi ancak şöyle anlatabilirim: Yazılar hiç bitmiyordu. Hiç arkamda kalmıyordu. Hiç kafamdan çıkmıyordu. Başkası için yazması çok kolay yarım sayfalık bir metin bile benim için eziyet oluyordu. Onun 'tamam' olup olmadığından emin olamıyordum. Neden? Tamam 'mükemmel' olduğunda teşhis edilmezdir. Her tamamın bir devamı vardır. Tekrar tekrar bakmaktan, tekrar tekrar oynamaktan, tekrar tekrar düzeltmekten yorulana ve hatta bazen arzu ile başladığım o şeyden nefret edip tiksinene kadar üzerinde gezinmeye devam ediyordum. Bu da üretkenliğimi katlediyordu.

Sonra bir gün mürşidimin bir cümlesine tekrar rastladım. Bana kendi halet-i ruhiyemi anlatıyor gibi geldi. Diyordu ki orada: "Kendini beğenen belâyı bulur, zahmete düşer; kendini beğenmeyen safâyı bulur, rahmete gider..." Hem yine başka bir yerde bu manayı tamamlar gibi diyordu ki: "Kemâlini kemâlsizlikte (...) bil." Ben bunların ikisini de üzerime alındım. Çünkü işimi güçleştiren mükemmellik arayışının aslında kendimi beğenmişlikten kaynaklandığını farkettim. Metnimin mükemmel olabileceğini düşünmem, bunun peşinde koşmam, aslında bir yazar olarak kendimi mükemmel bulmamdandı. (Veya öyle görünmek istiyordum.) İçimdeki kibir eserimde kusur istemiyordu. Eserimdeki kusur içimdeki kibri mutsuz kılıyordu. Halbuki kusur insanın imzasıydı. Onsuz olamazdım. Demek ki, ben, kendimi 'kendimden öte birşeymiş gibi' beğenmekle belamı bulmuştum. Omzuma taşıyamayacağım bir yük almaktandı tüm çektiklerim.

'Kemalini kemalsizlikte bil'mekle rahatlamaya başladım. (Özgürlük ancak fıtratın sınırlarını tanıyorsa kayışı koparmıyordu.) Yazdıklarıma, ebediyen kalplerde kalacak şeyler olarak değil de, ebediyen kalplerde kalacak şeylere işaret eden geçici şeyler olarak bakmayı başardım. "Odur" demeyi terkedip "Ona dairdir" demeyi öğrendim. 'O' olsaydım kusursuz olmalıydım. Ama eğer sadece 'ona dair' isem işaret etmem yeterdi. Kusur kaldırırdım. Çünkü aslolan ben değildim. Aslolmayana, asla işaret etmek için, bir an-ı seyyale olsun varolmak yeterdi. İşaret, ettiğiyle varolurdu. Mademki ona dair olmuştum, dair olduğum şey varoldukça, ben de onunla varolurdum. Onun kemalinden kemalsizliğim içinde hissedar olurdum. Yeter ki işaret edeyim.

Hem Yalnız Gezerin Hayalleri'nde Rousseau şöyle demiyor muydu: "Hangi durumda olursak olalım, bizi sürekli mutsuz eden, kendini beğenmişliktir. O susup da aklımız konuştuğunda, kaçınmamız mümkün olmayan tüm mutsuzlukların tesellisini buluruz." Varoluşunun 'mükemmellikte' değil 'nihayetsiz kemalde olana işaret etmekte' olduğunu farkedenler için hangi kusur cinnet sebebi olabilir? Kusur kemal sahibine yakışmaz ancak. Bize yakışır. Haketmediğini düşünenler için acıdır musibetler. Layık olmadığını düşünenler için üzücüdür kemlikler. Sınırlarımız canımızı yakmamalıdır. İşaret edenin işaret ettiği şey gibi olmasına gerek yoktur ki. Görevi göstermektir. Bizzat görünmek değil ki.

Bu düşünce beni rahatlattı. Detaylaşmak huzurdur. Bu kemalsizlik (aslında özümle yüzleşme idi) aniden kemalim oluverdi. O günden beridir daha sık yazıyorum. Mükemmellik aramıyorum. Yazılarımın yükünü gemiye bıraktım. Tekrar tekrar dönmüyorum onlara. Bu artık önemsiz geliyor. Zira 'tamam'ım mükemmellik değil yeterlilik. İşaret edebildiysem, tamam. Ardımdan gelecekler sırtıma basıp yoluna devam edebileceklerse, tamam. O bütünde parça olduysam, tamam. Fazlası olmaya ihtiyaç yok. Çünkü bu benden beklenen değil. Ben kusursuz olana 'dair' olabilmek için gelmişim. Kusursuz olmam şart değil.

Bu arada: Dikkatli okursak, Bediüzzaman'ın mektuplarını 'el-bâki hüve'l-bâki' diye bitirmesinde de böyle bir nasihat görebiliriz. İnsan, biraz da yarına daha fazla kalabilmek için yazmıyor mu? İşte, 'el-bâki hüve'l-bâki' diyor ki bize: Nasıl bir metin yazarsanız yazın, o metinden geriye kalacak olan, ona dair olanlardır. Çünkü "Bâki olan yalnız odur." Beşerî işlerinizde bunu aramayın.

2 Ekim 2015 Cuma

Hepimiz çocuğuz. Ondan yaratamıyoruz

Bu mevzu hakkında daha önce de yazmıştım. Fakat tekrar yazsam yine o şeker dilimde erimez. Kainat, Cenab-ı Hakkın 'hakkında' yaratılmıştır. Mahlukatının masivası olması; onun asıl, diğerlerinin ise 'ona dair' olmasını öğretir bize. (Ona dair ne demek? Onunla ve onu göstermek için varolan demek.) Bu pencereden bakınca hak demekle neyi kastettiğimiz biraz daha anlaşılır olur. Biz, hak demekle, dolayısıyla ve onun için olanları, yani 'olsa da olur olmasa da olur' olanları fikrimizden ayıklamış ve 'olmazsa olmaz' olana dikkat çekmiş oluyoruz. Buna İslamî ıstılahta Vacibü'l-Vücud kavramlaştırması işaret ediyor. Allah, Vacibü'l-Vücud'dur. Yani varlığı, sair varolanları açıklayabilmemiz için zorunlu olandır. Sofestaî olup varlığı inkâr etmeyecekseniz, Vacibü'l-Vücud'un varlığını kabul etmek zorundasınız. Çünkü dolaylı yoldan varolanlar, kendilerini ancak aslolanla açıklayabilirler.

"Hattâ, diyebilirim ki, ehl-i küfrün içinde, kâinatın vücudunu inkâr ettiklerinden ahmak zannedilen Sofestâîler, en akıllılarıdır. Çünkü, kâinatın vücudunu kabul etmekle Allah'a ve Hâlıkına inanmamak kabil ve mümkün olmadığından, kâinatı inkâra başladılar. Kendilerini de inkâr ettiler, 'Hiçbir şey yok!' diyerek, akıldan istifa ederek, akıl perdesi altında sair münkirlerin hadsiz akılsızlıklarından kurtulup bir derece akla yanaştılar."

Bediüzzaman'ın burada dikkatimizi çektiği detay, varlığın bir kere kabul edilmesinin ardından 'olmazsa olmaz' derecede bir varlığa dayandırılmadan ayakta duramayacağıdır. Yoksa, sair neden-sonuç ilişkilerinin tamamı ancak/en fazla arka ayakları olmayan sandalyelerin birbirine yaslanarak ayakta duruşunu açıklar bize. Hiç nedeni olmayan bir sonuç, yani Samediyet derecesinde 'hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde herşeyin ona muhtaç olduğu bir Allah' olmadan yaptığınız tüm izahlar sebepler dairesinde tıkılıp kalır. Aklınızla boğulursunuz. Elinizde ne kadar vagon bulunursa bulunsun, hiçbir yere bağlanmadan hareket edebilen bir lokomotifiniz olmadan trenin hareketini açıklayamazsınız.

Geçenlerde İkram Arslan'ın Risale Ayracı programında verdiği bir örnek, bu meseleyi biraz daha nitelikli anlamamı sağladı. Aslında benzerleri Risale-i Nur'da da geçen ve Allah'ın varlığı ile mahlukatının varlığı arasındaki varlık nüansını anlamamıza yarayan bu misal, vakt-i merhunu geldiğinden midir nedir, daha bir tesir etti. Nakledersem: Bir oda düşünün. Bu odanın duvarları aynadan. Ve ortada yanan bir lamba var. Tabii, bu sizi, misalî lambalar sahibi de yapıyor. Gözünüzle baktığınızda daha çok lamba görüyorsunuz. Bu vücudlar yansıma vücutlar. Yani iki boyutlu vücutlar. Varlıklarının maddeten bir ağırlığı yok. Fakat diğer yandan lambanın 'ışık vericilik' veya 'görünürlük' gibi gibi meziyetlerine de sahipler. Yalnız arızî olarak. Yani taşıyarak. Zira arızîlik, taşıyıcılıktır.

Ortadaki lamba kapatılsa, bunların vücutları dayanmaz. Yok olur, gider. Ama aynaların hepsi de kırılsa, hariçteki lambaya birşey olmaz. Onu varlığı aynalarla kaim değildir çünkü.

İşte masivasının/yarattıklarının Cenab-ı Hakka muhtaçlığı da böyledir. Onun varlığı Samediyet derecesinde bir bağımsızlığa sahiptir. Herşey, her işinde ona muhtaçtır; ama o hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu misal, Allah'ın Vacibü'l-Vücud oluşunu anlamamızın yanında, bize, vücudumuzun niteliğini anlamada da bir imkan sunar. Biz, bazı noktalarda, Cenab-ı Hakkın bazı esmasına ve şuunatına aynalık ederiz. Tıpkı aynadaki misalî lambanın hakiki lambanın bir kısım özelliklerini taşıyabilmesi gibi. O özellikler, değil bizim olarak, fakat bizim üzerimizden geçerek başkalarına da görünebilirler. Yansıtmak, sahip olmak değildir çünkü. Bu eşikten bakılınca Bediüzzaman'ın "Dünyanın üç yüzü var..." analizi ile 'hayatın vazifelerine' dair yaptığı analizler daha anlaşılır olur:

"Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir. Birinci vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder.

İkinci vecih: İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.

Üçüncü vecihteki âyinedarlığın iki yüzü var: Birisi: Esmâ-i İlâhiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Adeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası hükmünde olup, umum esmânın nakışlarını gösteriyor. İkinci yüzü: Şuûnât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder. Yani, kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem' ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun sem' ve basar gibi sıfatlarına âyinedarlık eder, bildirir."

İşte biz de böylesi noktalarda Allah'a bir ayinelik ediyoruz tıpkı misalî lambaların bazı yönlerden asıl lambayı gösterdiği gibi... Burada duralım. Çünkü hatırlamamız gereken birşey var. Bu aynalık bizi şımartmamalı, bencilleştirmemeli. Çünkü birşeyin 'üzerimizde görünmesi' onun bizim olduğu anlamına gelmez. Nasreddin Hoca'nın o meşhur ve hikmetli fıkrasında olduğu gibi, eğer üzerimizde görünen kıyafet övgüye layıksa, bu bize değil onu diken terziye sunulmalıdır. Çünkü bir giysiye/meziyete sahip olmak ancak onun 'fiiline' sahip olmakla mümkündür. Bir fiili yaratandır ancak o fiilin (ve sonucu olan eserin) sahibi olması gereken. Fiilin delilini, yani eserini, üzerinde taşımakla o fiilin sahibi olamazsın. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Hem deme ki, 'Ben mazharım. güzele mazhar ise güzelleşir.' Zira, temessül etmediğinden, mazhar (yansıma yeri) değil, memer (geçilecek yer/köprü) olursun." Hâşâ, Ona dönüşmüyorsun. Ona dair oluyorsun. Önce ikisini ayırman gerek.

İşte ayna misali bize bunu da öğretiyor. Birşeyi daha öğretiyor. O da elimizden çıkan fiillerle kurabileceğimiz ilişkiyi. Açıklayayım: Eğer siz aynada yansıyan lambaysanız, sizin içinizden elektrik geçmez. Üzerinizde bir ısı oluşmaz. Bir yıpranmaya maruz kalmazsınız veya yanmazsınız. Lambanın en sıcak olduğu zamanlarda bile aynadaki yansıması soğuktur. Çünkü yansımanın 'fiili yaratan' olmayışı, fiilin her yükünü de omuzlamasına ihtiyaç bırakmaz. Bu yüzden insan, ağzına lokma koymaktan başka hiçbir şey yapmadığı halde beslenir. Denetlemediği halde bütün hücreleri solunumdan nasibini alır. Kalbinin atmasının gerekli olduğunu bilmekten başka katkısı olmamasına rağmen kalbi düzenli olarak kan pompalar. Ve daha bunun gibi elimizden çıktığını sandığımız nice fiil, o fiillerin detaylarına şahit ve sahip olmayışımızla omuzlarımızdan alınır. Keyfi bize kalır, yükünü ise 'hiçbir şey zor gelmeyen' kudret-i ilahiye yüklenir.

"Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap etse, o memur ve o asker, o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu, o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler bir ordu eseri misilli harika olabilir."

Elimizden güzel/büyük işler çıkıyor. Birşeylere biz neden oluyormuşuz gibi geliyor bize. Fakat aslında o fiilerin yükünü, özellikle ilim/iradeye bakan tarafını bir tefekkür etsek, taşıyamayacağımız şeylerle karşı karşıya olduğumuzu daha net idrak ederiz.

Yazıyı uzattım, ama bunu da bir örnekle fikrinize yaklaştırmak isterim. Masaya bıraktığınız cüzdanınız çalınsa, suçluyu nerede ararsınız? Odanıza girip çıkan, size mekanca yakın olan kimseleri sorgularsınız önce değil mi? İnsanın fıtratı böyledir. Fiillerin failini—muktedir oldukları miktarda—yakınlarında arar. Fakat diyelim ki, bir kreştesiniz ve paranızı da şifreli bir kasada tutuyordunuz. Kasa soyuldu. Kreşe sizden başka yalnızca yaşı beşi aşmayan çocuklar giriyor. O vakit suçluyu nerede arardınız? Daha uzakları tefekkür etmeniz gerektiğini düşünmez miydiniz? İşte bizim tevhid bahsinde tüm maceramız ilim/irade pencerelerinden bakarak esbabın 'daha çocuk' olduğunu anlamakta kilitleniyor.

"Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder."

23 Ocak 2015 Cuma

Yükünü gemiye bırak

Öfkenin, hafızayla bir bağlantısı var galiba. Ne kadar öfkeli insan tanıyorsam, aynı zamanda hafızaları kuvvetli. Garip birşey bu. Gerçi yaşlanınca da insanların (hafızanın rağmına) aksileştiğini söylerler, ama bu bahsettiğim ondan farklı. Normal şartlarda, bir insan, ne kadar geçmişiyle birlikte yaşıyorsa, o kadar gergin oluyor. Mazisini arkada bırakamayanların geleceğe mirası, hiç geçmeyen bir agresiflik. Onlar, bir değişmez halet gibi, hep öfke taşıyorlar omuzlarında.

Sanıyorum bu biraz da kafalarında hep yaşayan kavgalar olduğundan. Onları geride bırakmadıkları için, gelecek yıllar, kalplerindeki kavga sayısını arttırmaktan başka işe yaramıyor. Bu şekilde nasıl mutlu olunabilir? Neşe, o kadar kalıcı değil çünkü. Zeval-i lezzetin de elemi var. Sen o elemin üstüne bir de zeval-i elemin lezzetinden de vazgeçiyorsun, iki kere kötü oluyor. Son bulmuş elemlerden, kötü olaylardan bile neşe almak yerine öfke devşiriyorsun. Şimdi sen nasıl mutlu olursun? Senin mutsuzluğun kendini mahkûm ettiğin bir hapistir.

Belki de bu yüzden tarih bilgisi iyi olan insanlar daha gergin. Onlarla konuşmak, başkalarıyla konuşmaktan daha zor. Benim seçici algımdan da olabilir bu: Açık oturumlarda en çok tarihçiler tartışıyorlarmış gibi geliyor. Yahut en azından tarih bilgisi iyi insanların çok kavga edesi var. Kafalarında kapatılmamış çok sayıda dosya olduğundan mı? Belki de.

En nihayet, unutmak da bir nimet. Geride bırakmak da bir nimet. Bu nimetin hakkını vermezseniz, Allah onu elinizden alır. Hiçbir şeyi unutamayan, geride bırakamayan, ama mutlu da olamayan tipler olursunuz.

"Hafıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musibet zamanında nisyan ona râcihtir. nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur."

Bunun bir kötü yanı daha var üstelik: Maziyi değiştiremezsiniz. Geleceğe dönük öfkelerin iradeye rol biçen bir yönü de var. Bir umut ışığı hep asılı ufukta. Ama geçmişle edilen kavgaların çaresi yok. Yenileceğin yerlerde savaşıyor, kıramayacağın duvarları yumrukluyorsun. Sabrını geçmişe saçıp dağıtıyorsun. İşte sen böyle böyle kendini mutsuzluğa mahkûm edersin. Kimsenin sana kötülük etmesine ihtiyacın kalmaz. Keşke biraz akıllansan da yükünü gemiye bıraksan.

"Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: 'Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.' O dedi: 'Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.' Yine ona denildi: 'Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek..."

Birşeyleri de arkanda bırakmalısın, hepsini birden kalbinde taşıyamazsın.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...