Hz. İbrahim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hz. İbrahim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2014 Pazar

Bank Asya'ya bakarken Hz. İbrahim'i hatırlamak: "Batıp gidenleri sevmem..."

"Bir nesnenin değeri, onunla ulaşılanda değil, onun için ödenen bedeldedir. Onun bize kaça mal olduğundadır. Bir örnek veriyorum: Liberal kurumlar, ulaşılır ulaşılmaz, liberal olmaya son veriyorlar. Sonra da liberal kurumlardan daha kötü ve daha temelden özgürlüğe zarar veren bir kurum kalmıyor." Nietzshe, Alacakaranlık'tan...



Geçtiğimiz dönemin Karakalem seminerlerinden birisinde (yanlış anımsamıyorsam final semineriydi) Metin Karabaşoğlu abi Mülk sûresini analiz etti. Daha giriş kısmında "Kur'an'da 'mülk' isminde bir sûre neden bulunsun ki?" sorgulamasıyla başlayan seminer, Kur'an'dan Ene Risalesi'ne uzanan kollarıyla bize şunu söyledi: "Doğru bir mülk algısına sahip olursanız ancak, vahye ve varlığa doğru bir şekilde bakarsınız. Eğer mülk algınızda (veya bir derece açmak için 'sahiplenmenizde' diyeyim) bir sorun varsa, o nazarla elde edeceğiniz sonuçlar, yapacağınız çıkarımlar da arızalı olur..."

Bunu; kâh hayatın içinden, günübirlik örneklerle; kâh "Benim bedenim, benim kararım!" cümlesiyle özdeşleşen kürtaj tartışmaları eşiğinde tefekkür ettik. Seminer, benim hem Mülk sûresine, hem Ene Risalesi'ne, hem de 'mülk' kelimesinin geçtiği her yere bakışımı ciddi etkiledi diyebilirim. Eh, Kur'an'ı bir kitap gibi okumak başka, bir mürşid gibi okumak başka. Farkı nasıl mı anlarız? Okuduğun, nazarını etkiliyorsa, mürşidindir. Ezber kalıyorsa, hatta kalmıyorsa, kitaptır. Yahut şöyle ifade edeyim: Bakış açısı öğretiyorsa, mürşidindir. Salt done veriyorsa, kitaptır. Veyahut da şöyle diyeyim: Bitirip kapattığında seni bırakmıyorsa, mürşidindir. Yitip gidiyorsa, kitaptır.

Peki, mülk algımızın Ene Risalesi'yle ne ilgisi var? Bağlantıyı kuramayanlar için şu kısmı paylaşayım:

"İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazîve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."

Yani bizdeki sahiplenme gücü/güdüsü veya metinde geçen ifadeyi tırnaklarsak; 'ene' aslında sahip olmadığımız şeylere 'mış gibi' sahip olarak Allah'ın malikiyetini, esmasını, şuunatını anlamamızı sağlayan birşey. Bir yetenek, bir öğretmen, bir okul, yahut da bir okuma formülü. Fakat bazı zaman oluyor ki, tıpkı kürtaj tartışmalarında olduğu gibi, anahtar bizzat kapının en büyük problemi haline geliyor. Yani bir nevi, anahtar kapının içinde kırılıyor, artık çilingir çağırsanız bile işi öncekinden daha zor. Araç, engele dönüşüyor.

Bence ene'nin sahiplenmeyle bağı, dolayısıyla onu sekülerleşme/dünyevîleşme ile de ilintiliyor. Hatta diyebiliriz ki: Enenin suistimalidir ki, bizzat sekülerleşmenin kendisidir. Yani mülkle kurulan sorunlu sahiplik ilişkisi, Karunca ifade edersek; "Bu bana ilmimle verildi!" algısı, bizim bugünlerde hakkında çoklukla şekva ettiğimiz sekülerleşmenin asıl adıdır. Ve eğer daha 'bizden' bir şekilde söylenmesi gerekiyorsa, yazılacak şudur: Dünyanın kollarını bize açması, bizim Kur'an'dan ders aldığımız eşya algımızın dengesiyle oynamıştır. Bunun altbaşlıkları ise: İsraf, sefahet ve fısktır.

Ancak daha evvel kaleme aldığım bir yazıda da altını birazcık çizdiğim gibi; bence, aslında bütün günahlarımızın izini sürüp gitsek, içimizdeki yanlış bir mülk algısına, yanlış bir sahiplenmeye dayandığını görürüz. Hatta bize emredilen ibadetlerin bile bu mülk algısındaki sakatlıkları tedavi etmeye yönelik etkileri var. Mesela; namazın zamanla, zekatın malla, orucun rızkla, haccın mekanla vesaire. Allah'ın (c.c.) bizdeki mülk algısını düzeltme yöntemi; mülkünden bir kısmını bizden istemesi ve bizim istediği gibi Ona geri vermemiz şeklindedir. "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, onlara karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!" ayet-i celilesinden tutun daha nice nice ayetler bu manayı deruhte ediyor. Yine bu gözle bakarsanız, Bediüzzaman'ın, Risale metinleri içinde çoklukla kullandığı misaller de benzeri bir algı düzeltme yeteneği içerir. Mesela; terzi ve model örneği:

"Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Herşey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: 'Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun' demeye hak kazanabilir mi? 'Merhametsizlik, insafsızlık ettin' diyebilir mi?"

Yazıyı uzatmamak için alıntılayamasam da buna ilaveten 4. Söz'deki 24 altın hikayesini, hatta Küçük Sözler'deki hikayelerin tamamını bu gözle okumanızı isterim. Hakikaten o misallerin neredeyse tamamı mülke dair bakışımızı, sahiplik algımızı ıslah etmek için yazılmış gibi. Bediüzzaman'ın hepsinin içinde söylediği şu: "Senin olanı bağışlamıyorsun. Sana emanet edilmiş olanı, emanet edenin rızası doğrultusunda kullanmakla sınanıyorsun."

Nereden nereye geldik. Ben aslında size bu yazıda başka birşey anlatacaktım. Bu sıralar biliyorsunuz Gülen Örgütünün en büyük derdi Bank Asya'nın batmaması. Tabii bu batışı engelleyebilmek için cemaat tabanındaki fedakâr insanları da bir seferberliğe zorluyorlar. Onlar 'teşvik etmek' deseler de bu bir teşvik değil bence. Manevî bir istibdat.

Sırf Bank Asya batmasın diye evlerini, arabalarını bile satmalarını istiyorlar insanların. Neleri varsa yatırmalarını söylüyorlar. Hatta ehl-i takva sandığımız kerli ferli abilerimiz bile "Başka bankadan faizle kredi çekin, götürüp Bank Asya'ya yatırın!" paylaşımlarında bulunuyorlar. Doğrusu; akl-ı selim değil bu. Bir cinnet. Bediüzzaman'ın Bakara sûresinin üçüncü ayetinden çıkardığı sadaka şartlarından; 'Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek...' hükmüne de aykırı. Fakat bu arkadaşlar, onlara bu tarz vahyin dengesini içeren uyarılar yaptığınızda sizi dünyevîleşmekle, kendilerini ise feragat mesleğinin dibini bulmakla damgalıyorlar. Halbuki; ben asıl onları dünyevîleşmiş buluyorum. Hem de çok sinsi bir dünyevîleşme bu. Bireysel değil kitlesel. Yine ene'nin arızasından alıyor gücünü:

"Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur. Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder."

Demek insan sadece kendi adına sahiplenmiyor eşyayı. Bazen de 'nevin enaniyeti' veya 'asabiyet-i neviye ve milliye' şeklinde görünebiliyor bu sekülerleşme. Normalde baksan birey birey hepsi zühd sahibi gibi. Fedakâr. Fakat birazcık cemaatlerinin/nevlerinin enaniyetine, yani cemaat adına sahip oldukları(!) şeylere dokunsan, canlarına ateş değdirmişsin gibi şiddetle tepki veriyorlar. Dersanelerini camilerle eş, Bank Asya'larını Uhud'daki okçu tepesiyle bir tutuyorlar. Cemaat adına sahip oldukları her kuruma, her binaya, her markaya Karun'un malına bağlandığı gibi bağlılar. Onlar için faizle kredi çekmeye, yani harama sapmaya hazırlar ve saptılar. Faniliğini veya fenasını akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Karun'un malını hesap etmesi gibi okullarını sayıyorlar sürekli. (Gülen'in son beş nağmesini dinleyin, sürekli cemaat adına sahip olunan mülklerin vurgusu var: "Şu kadar okulumuz var, şu kadar ülkeye gittik, şu kadar insanız..." vesaire.)

Bence bu sekülerleşme birincisinden daha sinsi bir sekülerleşmedir. Çünkü birincisinin teşhisi kolay, fakat bununkisi zordur. Üstelik birincisinin yanlışta olduğunu gördüğünüzde kolay ilzam/ikna edersiniz, fakat bunlar bu bozuk mülk algılarına toz da kondurmuyorlar. Ne söyleseniz, onları ve hizmeti anlamadığınızın delili sayıyorlar. Peki, o halde Bediüzzaman'ın şu sözünü nereye koyacağız:

"Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir."

Peki ya Ebu Hanife'yi (k.s.)? Hani gemisinin battığı söylendiğinde elini kalbine koyup 'Elhamdülillah!' diyen Ebu Hanife'yi? Sonra "Batan gemi seninki değilmiş!" diye tekrar geldiklerinde yine elini kalbine koyup 'Elhamdülillah' diyen Ebu Hanife'yi? Her ikisinde de 'mufarakat eden birşeye kalbini bağlama'dığından mutlu olan Ebu Hanife'yi?

Sahi onu nereye koyacağız? Farz edelim bankanız battığında, siz, elinizi kalbinize koyup 'Elhamdülillah!' diyebilecek misiniz? Başta tırnakladığım Nietzshe'nin tabiriyle; ödüyor olduğunuz bedelin, onlarla ulaşacaklarınıza değeceğini düşünüyor musunuz? Halbuki; "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak O'nadır." Keşke bunu idrak edip, İbrahim (a.s.) gibi; "Batıp gidenleri sevmem" diyebilseydiniz.

11 Kasım 2012 Pazar

İnkâr seçilmiş bir körlüktür

“Edebî birşeyler yazabilirim, yazarım, hatta yazdım, yok ileride yazacağım” tarzında hiç iddialarım olmadı. Yazmak başlıbaşına bir iddia olsa da hep bunlardan kaçtım ben. Çünkü biliyordum; olmadığım birşey gibi görünmeye çalıştıkça aslında olduğum şeyin altında kalacaktım. Bilinçaltına itilmiş ikinci bir kişilik gibi hep çıkmayı bekleyecekti asl-ı siretim. Ve ben farketmesem de hep ortalarda geziyor olacaktı. Yalnızca ben varlığını duyumsamayacaktım. Çünkü onu inkâr ediyordum. Nihayetinde ‘gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.’ İnkâr, seçilmiş bir körlüktür. Ben de tahayyülden gecemde insanları kör sanıp kralın aslında çıplak olduğunu bilenlere komik bir şov yapacaktım. Yapmamayı seçtim. Önce Hz. Mevlana, sonra Hz. Bediüzzaman (Rabbim ikisinden de razı olsun) beni uyardılar.

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!” cümlesine, insanlara hayatta başarı için Mevlana Hazretleri tarafından verilmiş bir tüyo gibi davranıyoruz, ama aslında bu tür tavsiyelerin hepsi insana insanca yaşamayı öğreten şeylerdir. İhtiyaç olan şeylerdir. Meyve değil, ekmektirler. Lüks değil, zarurettirler. Peki, bu insanca yaşama nedir, ona gelecek olursak. İnsanca yaşama, insanın yaşadığından zevk-i ruhanî almasıdır, kanaatimce. 

Bakınız, böyle menfaat elde etmekten, bedensel bir tatmine ulaşmaktan hasıl olan geçici zevki kastetmiyorum. Zevk-i ruhanî aynen beden değişirken sabit kalan ruh gibi hayatta sabit kalan bir zevktir. Bir kere alınmakla bitip tükenmez, yenisinin gelmesi beklenmez. O yaşadığınız sürece omuzlarınızda kalır. 

Nasıl bir örnek vereyim? Mesela birisine, çok dar bir anında, çok gerekli bir yardımı yaptınız. O bir zevk-i ruhanîye sebep olur işte... Onun zevk-i ruhanî olduğunu, hatırladıkça o zevkin yenilenmesinden anlayabilirsiniz. Demek ruhanîdir ki, izi ruhta kalmış, sizi terketmemiştir. Fakat bedensel bir zevk, tahattur edildiğinde çok az teselli verir. Belki teselli bile vermez. Verdiği tek şey teellümdür, acıdır. Zira geçip gitmiştir, geri gelmeyecek, tadını hissettirmeyecektir. Zevk bedensel olursa ancak “zeval-i lezzet elem verir.” 

Hop, hop... Nereye gidiyorum ben? Başka birşey anlatacaktım size. Hah, tamam. Hatırladım şimdi: Olmadığımız birşey gibi davranmaktan ve kendimiz olmaktan bahsediyorduk. Evet, kanaatimce insan ruhuna tasannudan/yapmacıklıktan daha ağır gelen birşey yoktur. Mademki bir oyunu sahneleyen oyuncunun o oyun sürecinde yaşadığı bir yıpranma, yorgunluk vardır—1998’de sanırım, Sivas’ta, Susam Sokağı’ndaki Kırpık karakterini seslendiren oyuncudan işitmiştim bunu—elbette böylesi bir maskeyi bütün hayatı boyunca taşıyan insanlarda da bir yıpranma olacaktır. Bu yönüyle Mevlana’nın tavsiyesi tüyo değil, ihtiyaçtır. Öyle algılansa daha mantıklı olur. Ki ben de öyle bakıyorum. Olduğum gibi görünmediğim veya göründüğüm gibi olmadığım yerlerde büyük bir azap çekiyorum. Özellikle uzak akraba ziyaretlerinde. Veyahut insanların beni olduğumdan fazla gördüğü yerlerde... 

Bana bunu ders verenlerden birisi de Bediüzzaman demiştim, doğrudur. Bediüzzaman’ın başta Münacaat Risalesi olmak üzere bence bütün eserlerinde olduğu gibi görünmek kaygısı vardır. Ha, bence olduğu şey, anlattığı şeyden daha yukarıdadır. Ancak daireleri karıştırmayalım. Onun kendi bulunduğu noktadan kendisini Allah’a uzak görmesi, benim bulunduğum noktadan onu Allah’a (bana kıyasla) çok yakın görmem çelişmezler, ikisi de caizdir. Çünkü kelam, bulunulan makama göre edilmiştir. (Kelama değer biçerken kimin söylediğine de bakılır.) Tıpkı Şems’in ilk tanıştıkları gün Mevlana’ya sorduğu sualde olduğu gibi. Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselam ile Beyazıd-ı Bistamî kuddise sirruh arasında yaptığı kıyaslamadaki gibi... Hatırlarsınız, hiçbir yerden hatırlamasanız Elif Şafak’ın Aşk’ından hatırlarsınız. 

Nihayetinde olduğun gibi görünmek çok rahatlatıcıdır. Rol yapmaktan kurtarır ve fıtrata uygun bir yaşam sağlar. Zaten insan içindeki şirkleri öldürürse tasannu yapmaya da ihtiyacı kalmaz. Bence tasannuya/yapmacıklığa bizi en çok iten şey de Allah’tan başkasının kanaatine O’ndan daha fazla değer vermemizle ilintilidir. Bunu biraz da tebliğ aşkımız bize mantıklı gösteriyor. Öyle görünürsek, olmadığımız birşey gibi davranırsak insanlar davamıza daha çok gelir sanıyoruz. 

Halbuki dava dediğin içten dışa yürünen bir yol. Sen önce içindeki davaları karara bağlasan, farketmesen de dışarıda birşeyler olur. Zaten hep söylerim; ne zaman ki tebliğ yaşamanın önüne geçti; tasannu yol bulup içimize yerleşti. Çaresi de taptıklarımıza birer balyoz vurup suçu kırmadığımızın üstüne atmak. Böylece hepsi bizden soğumuş olacak. Role gerek kalmayacak. 

Hz. İbrahim aleyhisselam tasannudan yıldığı gün bunu yapmıştı. “Hastayım” diyerek katılmadığı kavmine karşı sergilediği tavır, belki öyle kanına dokundu ki düşündükçe; “Ne olacaksa olsun artık!” diyerek gitti putları kırdı. Balyozu da en büyüğünün üstüne astı. Bu sonuncusu yazının tamamı gibi salt kendi yorumum. Kayıtlara böyle geçsin. Ben peygamberlerin de insan olduğunu düşündüğümden haddimi aşarak bazen psikolojilerini anlamaya çalışıyorum. Kusursa, kusurumdur. İnsanlardan değil, Allah’tan affımı dilerim. Ben olduğum gibiyim.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...