Bediüzzaman Said Nursî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bediüzzaman Said Nursî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2020 Pazar

Kur'an Mustafa Öztürk'ü neden Allah'tan uzaklaştırıyor?

Hiç dürbününüz oldu mu bilmiyorum. Benim olmadı. Ama emmoğlumun dandik bir tane vardı. Oyuncak kabilinden. Onda dahi farkettiğimiz şu olmuştu: Kullanıcının tavrına göre dürbün hem 'yakınlaştırıcı' hem de 'uzaklaştırıcı' olabilir. Yani hem gösterebilir hem de körleştirebilir. Evet. Eğer göze gelmesi gereken yeri öteki tarafa düşürürseniz, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, manzarayı yakınlaştırmak için yapılmış bu araç uzaklaştırıcılık da yapabilir. Bu nedenle Mustafa Öztürkgillerin Kur'an okuyarak vardıkları tuhaflıklara şaşırmıyorum. Damağımı hayretle şaklatmıyorum. Çünkü Furkan'ın bizzat beyanıyla sabit olan şu hususiyetini biliyorum: Vahiy, imana temayül gösterenlerin imanını, dalalete temayül gösterenlerin de dalaletini arttırır. Buna işaret eden birçok ayet vardır. Bir tanesi İsra sûresinin 82. ayetidir. Kısa bir meali şöyledir: "Kur'an'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için şifadır, rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır."

İmtihanın sırrı budur. Varlık nefsü'l-emirde göreceli olmamakla birlikte insanda yansırken göreceli bir hal alabilir. Çünkü insandaki yansımasının teşekkülünde beşerî beklentilerin de payı vardır. Bir âşığın gözünde sevgilisinin her tavrı kendisine işarettir. Fakat başkasını sevdiğini öğrendiğinde okumalarının şekli değişir. Renkler solar. Belki zıttına inkılap eder. "Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!" kabilinden muhabbet sebepleri husumet nedenlerine dönüşür. Birazda bu hikmetle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde der ki: "Kur'an'ın cemalini müşahede etmek kalbin sıhhat ve selametine tâbidir. Kalbi hasta olan kimse ise ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur'an'ın üslûbu ile kalp birer aynadır. Herbirinde diğeri görünür." Şunu da hatırlayalım arkadaşım: Haricisinden şiisine, mürciesinden müşebbihesine, mutezilesinden bâtınîsine, hatta FETÖ'süne kadar, İslam tarihi boyunca varolmuş ne kadar bid'a fırka varsa hepsi kendilerine Kur'an'dan dayanaklar bulmuşlardır. Ama bir dikkat isterim: "Kendilerince bulmuşlardır." Çünkü Kur'an-ı Hakîmimiz tam da böyle bir kitaptır. Yani Furkan'dır. Doğruyla yanlışı ayırıcıdır. Onun karşısında herkesin asl-ı sîreti ortaya dökülür. Foyası meydana çıkar. Kim kalbinde neyle gelmişse onda bulur.

Mustafa Öztürk de, Ebubekir Sifil Hoca'nın (Allah ondan razı olsun) bir Riyazü's-Salihîn dersinde bildirmesiyle vakıf olduğumuz, şunları buluyor: "İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen, 'Deme şu lafı!' derler. Tanrı, merhametin katsayısı belli değil, engin merhamet ve şefkat sahibi, dilinden lanet eksik olmuyor. Şimdi üstadım ben bunu tanrıya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetli? Gazabı olsun. Kendisini övmesi/övünmesi olsun. Laneti olsun. Ve sairesi olsun. Acaba Resulullah bir tür Hermes gibi, hani Hermes'i biliyorsunuz, mitolojide tanrının mesajının insanın idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini/aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Tanrıyla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, tanrı gibi düşünemeyeceği-davranamayacağı için, insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibariyle tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır."

Devamını merak edenleri linkine havale (https://youtu.be/qTZ7JzvH51U) edeceğim bu derste Ebubekir Sifil Hoca durumun tesbitini şöyle yapıyor: "Mesele, dedim ya az önce, idrak. 'Zira bu terazi bu sikleti çekmez!' diyor ya. İdrakine sığdıramayınca kendi seviyesine düşürmeye başlıyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz Cenab-ı Hakkı bize anlatacak ama, işte, çok da bizi tatmin edecek bir şekilde anlatmayı da becerememiş sanki. Böyle bir tuhaf birşey. Bir müslümanın dilinden böyle birşey nasıl sâdır olur?" Aslında bu mevzuya şahit olunca insanın aklına Bediüzzaman'ın İblis'le yaptığı münazara geliyor. Hani orada geçiyor: "Şeytan yine döndü. Dedi ki: Kur'ân'ın mesâili gibi çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?"

Bakınız, hayret edersiniz, Mustafa Öztürk'ün 'taraf tutarak' dillendirdiği iddianın aynısıdır Bediüzzaman'ın naklettiği. O vakit cevabından bir parçayı da buraya koyalım ki tam olsun: "Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir!' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz." Öyle ya, eğer bu mübarek Kur'an'ımız, Mustafa Öztürk'ün savunduğu gibi, 'zihin süzgecinden geçirilerek' aktarılıyorsa, kelam illa ki beşerîleşiyor demektir. Yani kendisinin vahiy olduğunu dilegetiren bu muazzez Kitap, aslında vahiy değil de, insan sözü demektir. O zaman Öztürk'ün kafasındaki peygamber de, büyük bir yalancı, yani kendi düşünüşlerini "Bunlar birebir Allah'tan geliyor!" diye aktarabilen birisidir. Hâşâ! Yüzbin kere hâşâ! O temiz eteğe bu çamuru değdirene yüzbin lanet olsun!

"Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin mahiyeti—hâşâ sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun."

Yine 'uzaktan baktırma' meselesine geri döndük. Yani dürbünün tersini elimize aldık. Tam da bu eşikte Bediüzzaman'ın 'Mustafa Öztürkgiller'den bahsettiği bir metne daha uzanmak kaçınılmaz oldu. Son cümlesinde 'mirsad' yani 'dürbün' kelimesinin de geçtiği bu metin bence birebir 'tersten tutulanın ne olduğunu' göstermektedir. Alıntılayalım:

"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'ân'ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs'atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'ân'ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur'ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'ân'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'ân'ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer."

İşte Öztürkgillerin tersten tuttuğu dürbün budur. Onlar 'tenezzülat-ı ilahîye' olarak tarif ettiğimiz, yani 'Cenab-ı Hakkın kullarının fehmine göre konuşması' hakikatini, kullara bakmak için değil, Allah'ı (hâşâ) tartmak için kullanmaktadırlar. Nasıl? Misal? Misalini de İşaratü'l-İ'caz'da buluyoruz. (Burada enteresan olan bir nokta da, Bediüzzaman'ın misalde kullandığı ayetin, Öztürk'ün mezkûr videoda itirazına masadak kıldığıyla aynı olmasıdır. Videonun tamamını izleyenler bu tevafuka da şaşıracaklardır.) Devam edelim:

"Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki 'er-Rahmanu âla'l-ârşi's-teva!' (Kısa bir meali: Rahman arşı istiva etti) âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'ân-ı Kerim'in ince hakikatleri 'et-Tenezzülatü'l-ilahiyyetü îla ukûli'l-beşer!' ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar."

Bakınız, bu metinde de döndük dolaştık, 'dürbün' kelimesine geldik. Evet, öyledir, ben henüz altı aylık olan yeğenimle türlü sesler çıkararak konuşurum, ki onunla anlaşabileyim. Anlaşırım da. Ancak o seslerle yalnız bana bakarak tartarsanız 'zihinsel özürlü' olduğuma dahi hükmedebilirsiniz. Fakat o sözleri, sırf bana değil, muhatabıma da bakmak için kullanırsanız bu defa bir amca olarak 'şefkatime' veya 'empatime' veya 'iletişim yeteneğime' ulaşırsınız. Kelimeler aynı kelimelerdir. İfadeler aynı ifadelerdir. Ancak dürbünün duruşu farklıdır. Aslımı görme niyetiyle gelen onlarda neler görür de körleşme niyetiyle gelen aksine perdelenir.

İşte aynen bunun gibi de, Kur'an-ı Hakîm'deki bu tarz ifadeleri, Âlemler Rabbinin kullarına 'anlayacakları bir dille hitabı' diye okumazsanız, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, bu defa Cenab-ı Hakkı o ifadelerle tartmaya başlarsınız. Tıpkı Öztürk örneğinde olduğu gibi "Bu nasıl Allah ki canım öyle?" diye itiraza cür'et edersiniz. Kendi kasır fehminizce yakıştıramadığınızdan bu defa Allah'ın kelamını beşerîleştirmeyi seçersiniz. Kaçarsınız. Uzaklaşırsınız. Ya Hermes'e satarsınız yahut da kermese. Çünkü dürbün ters dönmüştür bir kere. Allah'ı anlamak için bir mirsad-ı tefekkür, bir minik pencere, bir azıcık ölçücük, bir küçük başlangıç, bir şefkatli kolaylık olması gereken şey, temsil, ifade; artık (hâşâ) Kadîr-i Külli Şey'in çerçevesi olarak sanrılanmıştır. Muhatap unutulmuş yalnız hatip nazara alınmıştır. Bu yanlış kalıba doğru sığmayınca da gözden düşmeye başlamıştır.

Halbuki azıcık feraseti olan bilir: Belagat 'mukteza-i hale' ve 'muhataba' uygun söz söylemektir. Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş ve ne söylemiş ile kelamın kıymeti belirlenir. İlkokulda yüksek fizik anlatan öğretmenin kemaline hükmedilmez. "Ne süper âlim!" denilmez. Hem aynı okulda yerçekimi kanununu Newton'un başına düşen elmayla anlatan muallimin fehmi de manavlığa indirgenmez. Akıl akıl ise bu iş böyle olmaz. Olmazsa olur. Vesselam. Cenab-ı Hak cümlemizin aklını sevdiği akıllardan eylesin. İrşadına çıkmaya basamak kılsın. Yolu menzilin yerine geçirtmesin. Âmin. Âmin. Âmin. Vesselam.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Çok kimlikli olmanın kökenleri 3: Kemiyetin (niceliğin) yükselişi

Bir de, tehdit ederek Allah’ın yolundan O’na iman edenleri çevirmek, Allah’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermek üzere her yol üstüne oturmayın. Hatırlayın ki, siz az (ve güçsüz) idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!” (Âraf sûresi, 86)

Camia ve onun zihniyet kodları üzerine düşünmeye devam ediyoruz. Madem onlar, çokluklarına güvenerek her yolun üzerine oturdular ve oturdukları her yolu (kamusal/özel her kurumu) tehdit, doğruyu eğri göstermek (cerbeze ve muğalata) gibi şeyler için kullanıyorlar, bozgunculuk yapıyorlar; artık bizim de dilimizin kemiği kırıldı. Yıllardır saklı tuttuğumuz eleştirilerimizi ortaya dökmenin zamanı geldi. Ağzımızı her açtığımızda; "Neyse, hizmetleri de var!" deyip susmamıza neden olan kuvve-i kudsiyeyi arkalarında göremiyoruz artık. Dokunulmazlık kalktı.

Kendi adıma konuşayım: Bundan sonra benden yana atış serbest. Daha beni kimse susturmaya çalışmasın ve susturamaz da. Deneyenin ancak hüznü artar, kalbi kırılır. Çünkü ben bu meseleyi âlem-i İslam'ın bahtına kurulmuş bir kumpasın parçası olarak görüyorum. Bu dakikadan sonra o kumpasın arkasında kimi görsem gırtlağına basacağım. Dostsa, o kendisini sakınsın. Ben sakınamam. Düşmanımla onu ayıramıyorum çünkü. Münafıkane bir fitne var ortada. İçindekiler mümin olsa da, fitnenin ahlakı münafık. Dostu, düşmana karışık.

Madem çokluktan bahisle başladık; o zaman bu yazımızda, 'çok kimlikliliğin' kökenlerinden 'kemiyetin yükselişini' inceleyelim.

Kemiyetin (niceliğin) yükselişi, benim dünyamda, topyekûn ümmetin bir yarasına temas ediyor. Fakat bu yara, camianın yapılanmasına döndüğümüzde daha hazin bir hal alıyor. Zira karşınızdaki yapılanma, Bediüzzaman'ın mesleğinden ve metinlerinden istifadeyle başladığı halde yola, onun tekrar be tekrar altını çizdiği hususu görmezden geliyor: "Kemiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar."

Neden mi bunu söylüyorum? Çünkü içlerinde uzun yıllar bulunmuş ve halen de teması olan birisi olarak şunu net görüyorum: Karşınızdaki kitle, onların tuttukları yola dair ne eleştiri yapsanız, ne argüman üretseniz, bunu Kur'anî zeminde burhanlarla/delillerle değil; kendi sayısının çokluğuyla ve bundan kaynaklı bir haklılıkla bastırmaya çalışıyor. Hatta diğer Nur talebesi ekollerinin sayıca, kurumca, kaynakça, paraca, bilmem daha nelerce azlığını, kendisinin onlardan daha iyi hizmet ettiğine delil sayıyor.

Ne zaman bu noktada biraz üzerlerine gitseniz, kendi çokluklarının asabiyetiyle (evet, apaçık asabiyet bu, bir nevi kavmiyetçilik) konuşmaya başlıyorlar. Hatta bizzat en başındakilerin ağızlarından duyduğumuz; stadyumlar doldurmak, bilmem ne kadar okul/kurum sahibi olmak, bilmem ne kadar bir sermayeyi yönetmek diğer ekoller üzerinde hegomonik bir baskının kurulmasına ve bu baskının sürdürülmesinin haklılığına gerekçe sayılıyor.

Aralarında kurdukları cümleler de bundan farklı değil. Mesela; bir tâbinin ihlası ve hizmetteki fazileti, şahsına dair bir meziyette/kemalde/bilgide değil; hizmete kaç kişi kazandırdığıyla ölçülüyor. Kaç gazete abonesi bulunduğu, kaç burs getirildiği, kaç kurban derisi ve himmet toplandığı, bu gibi şeyler hep aralarında yarışılan şeyler. (Bunlar için fişlemeleri bile var.) Hep kemiyete dair şeyler. Keyfiyet ise, hak getire. Keyfiyet ölüyor zaten bu kadar kemiyet konuşulurken. Daha çok insan kazanma hırsı bir program gibi yükleniyor tâbilere. Fakat şu ıskalanıyor: Böylesine hırsla daha çok insan kazanmak demek, her insana/fikre göre esnemek, o insanlar sayısınca yeni yeni kimlikler kurgulamak demek. Hepsine göre bir dil konuşmak ve biraz hepsine hak vermek demek. Çünkü keyfiyet (nitelik) dik duruşu sağlayan şey, nicelik değil.

Sırf birkaç kişiyi daha kazanabilmek için, birkaç burs daha toplayabilmek için, birkaç abone daha tavlayabilmek için ülkücünün yanında ülkücü, Atatürkçünün yanında Atatürkçü, Alevinin yanında Alevi, liberalin yanında liberal olunuyor. Sonuçsa şu: 5. Şua'nın yazarı Bediüzzaman'ın yolunu takip ederek yola çıkan bir cemaat, en nihayet 10 Kasım'da "Olmasaydın, olmazdık!" ilanı alabilecek esnekliğe ulaşabiliyor. Eskişehir Mahkemesi'nde ölümü pahasına tesettürü savunan Said Nursî'nin "Başörtüsü füruattır!" diyebilecek mirasçıları türeyebiliyor. Bütün bunlar oluyor, evet, daha fazlası da oluyor; siz de "Hizmetleri de var!" avuntusuyla susuyorsunuz.

Halbuki ne size tasladıkları sayısal üstünlükte ne de bunun için esnemelerinde hak var. Çünkü Bediüzzaman bizzat Ene Risalesi'nde söylüyor "Galip olan haklıdır" düsturunun felsefenin haksız bir kaidesi olduğunu. Galibiyetten haklılık çıkaranlar Kur'an'ın yolunu takip etmiyorlar. "Bizim cemaatimiz daha kalabalık akıllım. Çokluğuz biz. Çünkü Allah bizi destekliyor. Doğru yolda olan biziz. Seçilmiş olanlar da biz!" avuntusu, Kur'an mesleğinde beş para anlam ifade etmiyor.

Mesela kıssa-yı Kur'aniye, zahiren kazananlar olarak görünseler bile, hiçbir kâfir güruhunun haklılığını beyan etmiyor. Aksine; zahiren kaybedenler olsalar bile müminleri övüyor. Demiyor; "Akıbet galip gelenlerindir." Diyor; "Akıbet takva sahiplerinindir." Süreci sağ salim atlatmayı öğütlüyor her zaman. Sonuçları elde etmeyi değil. Sonuçlar Onun takdiri çünkü. Hikmetine binaen verir veya vermez. Ama galibiyete göre de akıbet belirlemez. Sen keyfiyetin galibiyetine konsantre ol, kemiyetin galibiyetine aldanma. "Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz."

Ve yine ümmet, galip gelmesine rağmen atanmış Yezid'i haklı bulmuyor, onun arkasında Allah'ın inayet elini görmüyor. Aksine; mağlup olmasına rağmen zahiren, icma elini seçimle gelen Hz. Hüseyin'in bağrına basıyor. "Sen haklıydın ey şerif, fakat sana haksızlık ettiler!" diyor. Çünkü biliyor, bu dava çok kimliklilerin, esneyenlerin, atanmaktan üstünlük devşirenlerin, sayıca çokluklarına güvenerek kazanabilecekleri bir dava değildir. Bu dava öyle bir davadır ki; "Kıymet kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakar talebe, bine mukabildir."

Ve yine ne güzel söylüyor, Eddifa gazetesinde İsa Abdülkadir yıllar önce: "Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. 'Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar' diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar."

Şimdi sen söyle ey camiadaki kardeşim: Kaç milyon olduğun, gazetenin abonesini bilmem kaç yaptığın, kaç okula/kuruma sahip olduğun, kaç lirayı ve kaç kişiyi yönettiğin senin ihlasına delil mi? Buradan bir asabiyet çıkarmak, övünmek, Risale mesleğinde gitmek mi?

Unutma ki, Karun'u da şımartan kendisinden sandığı mal artımıydı. Salebe'yi de şaşırtan koyunlarının sayısıydı. Koyunlarının sayısı artmakla, rızayı kazandın mı sandın? Sınanmazsın mı sandın? Heyhat, sen de Salebe gibisin. Rakamlara güvendin de ümmetle beraber namaz kılmayı bıraktın. Kaç hadise oldu, İslam cemaatini terk ettin. Sırtını döndün, destek vermedin. Siyaset dedin, reel politik dedin, uluslararası dengeler dedin, kimliklerini çoğalttın, esnedin; en sonunda safını bozdun. Bunlar dönüp seni bulmaz mı sandın? Sor bakalım kendine: Şimdi neden bu kadar yalnızsın?

4 Aralık 2012 Salı

Küfür psikolojisi

İlk kez Metin Karabaşoğlu ağabeyden işitmiştim bu nüansı: Yıllardan beri; “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste aslında İslam kelimesinin olmadığını... Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. Mezkur yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu.

Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?

Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım. Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:

“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”

Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.

İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:

“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğ­farla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Kü­çük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”

Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”

Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:

“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüp­heleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvü­lat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”

Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.

Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.

15 Temmuz 2012 Pazar

Yeniden Mesnevî okumak...

“Kırk-elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü aklı, fikri hikmet-i felsefiyeyle bir derece yaralıydı, tedavi lazımdı.”

Bu cümlelerle başlıyor bugün size anlatmak istediğim kitap. Belki dokuz, belki onuncu kez okuduğum bir eser bu; Mesnevî-i Nuriye. Bediüzzaman Said Nursî’nin (yanlış aklımda kalmadıysa) 1919-1920 yılları arasında telif ettiği Katre, Habâb, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar ve Lâsiyyemalar gibi küçük eserlerinin toplamından oluşan (bence) tüm hayatının özeti. Yanlış anlaşılmasın, maddi hayatının değil; manevî tarihçe-i hayatının özeti... Müellifin ifadesiyle bu eser, Mevlana Celaleddin’in (k.s.) aslı Farsça olan Mesnevî-i Şerif’ine bir kardeş/benzer olarak neşredilmiş. Ve Bediüzzaman’ı yine kendi bölümlendirmesiyle Eski Said’den Yeni Said’e çevirmiş.

Demek ki, kitaplar yalnız okurlarını değiştirmiyorlar. Yazarlarını da değiştiriyorlar bazen bu eserde olduğu gibi. Öyle ki, müellifi hayatının en büyük değişimini bu eserin telifiyle birlikte yaşadığını beyan edebiliyor. Aslında biliyor musunuz, bence de kitap biraz böyle birşey olmalı. Eğer kimyada, fizikte olduğu gibi var olandan yeni birşeyler üretmek, o maddenin aslında oynamalara neden oluyorsa; insan da yeni birşeyler ürettiğinde halinde oynamalar olmalı, olgunlaşmalı. Eşyanın tabiatı böyle belki. Belki eşyanın tabiatı, insanın da tabiatı...

Ben Bediüzzaman’ı anlamak isteyen birisinin ilk nefeste bu eseri okumasını isterim. Ancak bu eserin şöyle bir zaafı var: Biraz nazlı, kolay açılmıyor. Müellifin yine kendi beyanıyla; kah minare başında kah kuyu dibinde geçen şiddetli bir fikrî mücadeleyle ve kendisi için bir nevi özetlemeler tarzında bir telif yaptığından bazen tek cümlede bir kitap kadar şeyler söylüyor. Bir tek ifadesi, üzerinde bir saat uğraştırabiliyor.

Bu yönüyle Risale-i Nur’un ileride telif edilen eserlerinden daha zor anlaşılır olduğu söylenebilir. Fakat öte yandan yukarıda da zikrettiğim gibi Bediüzzaman’ın fikrî haritasını birkaç yüz sayfada önünüze serdiği için ayrıca kıymetli. Kendisi Risale-i Nur’un fidanlığı diyor ya eserine, ben fihristesi demek istiyorum. Adeta bir nevi konsantresi. Külliyatta geçen neredeyse her mesele, burada bir cümlecik olsun kendisine yer buluyor. Bir tür kodlanıyor, ben gibi acelecilere hatırlatma yapıyor.

Bediüzzaman’ın telif sistemi cidden enteresandır. Bildiğiniz, tanıdığınız yazar profilini bulamazsınız onda. Sanki yetmişinde yazdığının fikri onda otuzunda zaten vardır. Hatta Yeni Said döneminde ne telif etmişse, aslında onun fikriyatı çoktan otuzlarında aklına düşmüştür Bediüzzaman’ın. Yalnız üslup değişir sürekli. Bazen Mesnevî’deki gibi böyle küçük küçük kodlamalar gibi olur, bazen Lemaat’ta şiirimsi gibi... Sanki Risaleler boyunca bir müellifin üslup arayışına şahit olunur. Bediüzzaman Yeni Said’in dengesini bulana kadar hep yeni yöntemler dener durur.

Bir küçük not da düşeyim: Benim bu sefer okuduğum tercüme herkesin bildiği, okuduğu Abdülmecid Nursî ağabeyin tercümesi değildi. Allah razı olsun, Ümit Şimşek’in yeniden Arapçasından yaptığı bir tercümeydi. Üstelik Ümit Şimşek, müellifin kardeşinin tercüme esnasında belki tam aktaramamaktan çekinerek atladığı kısımları da tercüme etmişti. Bu hali neredeyse diyen Mesnevî’nin iki katına ulaşmıştı. Bu yönüyle son Mesnevî okumam benim adıma çok faydalı oldu. Yeni yeni metinlerle karşılaştım burada Bediüzzaman’a ait olan. Yazık ki, Arapçam yok. Orijinalini okuyamıyorum. Ama olsun, tercümeler de gayet başarılı şeyler zaten. (Şimdi de merakla Kenan Demirtaş ağabeyin yaptığı tercümeyi bekliyorum.) Hem müellifin aynı konulara dair daha sonra Türkçe teliflerde bulunması, tercümelerin sıhhatini sorgulama noktasında da elinizde dayanak oluyor, kolaylaştırıyor.

Tabii şunu da söyleyeyim; müellifin Yeni Said döneminde belki bazı değiştirdiği fikirlerini de teşhis ediyorsunuz böyle eski eserlerini okumakla. Mesela Mesnevî’de Allah’ı öğreten muallimleri dört olarak zikredip vicdanı da cümleden sayarken, daha sonraki teliflerinde onu çıkararak hep üç diyor. İlham bahsinde Mesnevî’de tutulabileceğini söylerken bir yerde, ileride aynı konu hakkındaki telifinde tutulamayacağını da belirtiyor. Böyle küçük değişimler var Eski Said ve Yeni Said arasında. Ama onun dışında fikri polattan sanki. Kırkında neyse, sekseninde o... Hiç oynamıyor.

Çok şey söylemek lazım, ama bu yazılık bu kadar. Bu eseri iki aydır diğer okumalarımın yanında her gün bir miktar okumaya çalışarak tekrar bitirmiş oldum. Çok memnunum. Bir sokak serserisinden ibaret olan Eski Ahmet’i, Yeni Ahmet yapan bu eserler herdem zihnimin, fikrimin şekeridir zaten, hem şekerim olsun. Zihnim, fikrim hep bu şekeri ezsin dilinde. Öyle duasındayım ve öyle duacısıyım Bediüzzaman’ın. Allah ebeden razı olsun, bahtiyar olsun. Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Size bu sefer, bana okumayı öğreten insanın kitabından bahsettim.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...