Fatih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fatih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2024 Cumartesi

Niyet ettim Kemal'in rızası için Semih Çelik'in Hüda-Par'la bağlantısını bulmaya

Semih Çelik'in hunharca işlediği cinayetlerin haberi sitelere düşer düşmez beni bir telaş aldı. 'Eyvah!' dedim. Evet. Çünkü baktım, haberde 'Fatih'in ismi de geçiyor, (tanıdığım birisi olarak değil semt olarak Fatih) telaşım iyice kanatlandı. Malum. Dindarlığıyla bilinen yerdir. Hoş, o eski havası kalmamıştır ya, ama olsun, hatırası bâkidir. "Artık" dedim "solcular bu işi İskenderpaşa'ya mı bağlar, İsmailağa'ya mı bağlar; bize mi bağlar, size mi bağlar; kime bağlar belli değil." Eh, ne yapalım, başa gelen çekilir.

Allah sonumuzu hayretsin. Gerçi solcuların, herhangi bir suçu, herhangi bir cemaate bağlaması için, o cemaatin, suçun işlendiği mahalde bulunmasına da gerek yoktur. (Nitekim Narin Güran cinayetinde de bunu gördük. Neredeyse Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca'nın üzerine kalacaktı iş.) Yine de insan semttekiler adına iki kere korkuyor. Mutlaka Semih Çelik mel'ununun geçmişi şöyle bir taranmıştır. Haplanmadığı dönemde eskaza cumaya gitmişse vay o caminin cemaatinin haline! Vay ki ne vay. Ha, mevzuu bu defa Hüda-Par'a kadar çıkarırlar mı, bilemem. Menfaat görürlerse çıkarabilirler. Evet. Zaten, menfaat görürlerse, Çin'deki herhangi bir caminin cemaatine kadar bağlayabilirler suçu...

Sonra katilin evinde bulunan çizimlere takıldı aklım. Çizimler ha! Acaba sanata(!) bir meyli mi varmış? Gerçi Hitler'in de 'güzel sanatlar' macerası olduğu bilinir. Hem Paul Virilio da 'Enformasyon Bombası'nda aşırılıkların meşrulaştırıcısı olarak 'kültür-sanat'ın kullanıldığını söylemiyor muydu artık? Sadizm, teşhircilik, pedofili, pornografi, eşcinsellik vs... Arkalarında küresel bir akıl vardı bunların. Ve bu akıl, doğrudan yayamadığı kötülüğü, kültür-sanat faaliyetlerinin günahsızlığı(!) üzerinden satıyordu. Mesela: Elbette uluorta sadizm yapamazdınız. Ama pekala resim sergisini düzenleyebilirdiniz. Pedofiliyi 'pedofili' olarak kamuya yutturamazdınız. Fakat pekala sinemaya taşıyabilirdiniz. Pornografiyi genele sunamazdınız. Lakin roman yapıp 'çok satarlar' içinde okutabilirdiniz. Nihayetinde sanat da kültür de yasak tanımazdı. Onlar sınırları aşmak için vardı. Böylece her kötülük yayılmanın en sinsi yolunu buldu. İnsan şeklindeki şeytanlar, İblis'e bile şeytaniyette parmak ısırttı, damak şaklattı, yapacağını unutturdu:

"Disney firmasının profesyonellerinin ortadan kalkmak üzere olan aile pazarının püritenliğini bir kenara bırakarak ABC kanalında aşırı şiddete yönelmelerini, Disneyland ve Disneyworld'de gayler için buluşma günleri düzenleyerek sekse el atışlarını dikkate alırsak, kendisi de çeşitli yanürünlere sahip olan porno pazarının hedeflerini daha iyi görebiliriz. Kültürle kaynaşıp karışan porno 'son kalan hukuki kısıtlamalardan da' kaçabilir, bunun yanında 'hizmet' sektöründeki alışverişlerin ayrımcılık yapmayan niteliğinden de yararlanabilir. (...) Kalabalık bir pazar arayışına devam eden Georges Pompidou Merkezi bir sonraki yıl 'Yedi Temel Günah' sergisini düzenlerken Cartier Vakfı da 'Âşıklar' başlıklı başka bir sergi düzenliyordu. Barcelona'da 'yaklaşık 20 fotoğrafçı, tasarımcı, mimar ve grafikerin kötü niyetli veya kaba şekilde cinsellik üzerine hezeyan dolu bir çalışma yaptıkları' Tasarım İlkbaharı etkinliği düzenlendi. Los Angeles'dan Hanover'e kadar bütün müze ve galerilerde gizleme pratiği sona ermişti. (...) Daha önce rastlanmayan bir başka şey de en fazla şiddet dolu ve edepsiz yapıt içeren müze salonunun 18 yaşından küçüklere kapalı olmasıydı. Böylece kültürel gösteriyle herhangi bir X kategorisi seyirliği arasındaki son farklardan biri ortadan kalkmış oluyordu. Organizatörlerin 'skandal çıkmasını ummalarına' karşılık serginin küratörü şu herkesçe kabul görmüş deyişi yineledi: 'Sanat hiçbir zaman ahlakdışı değildir.' Halbuki, her tür edep ve sakınma duygusunu terketmek ahlakdışı bir tavır değil, tehlikeli bir tavırdır."

Yazılanların hiç yersiz olmadığını 'yerli(!) sinemamız' üzerinden değerlendirebilmek mümkündür. Kemal Sunal'ın Şaban güldürüsünde kullandığı argoları aşırı bulan kuşak, daha karatoprağa girmeden, Cem Yılmaz'ın 'küfürbaz Erşan' komedisine erişivermiştir. Artık karakterlerin birbirlerine kaba hayvan isimleriyle hitap etmeleri hakaretten sayılmaz. Çünkü neredeyse ana-bacı sövmeyene zamanın velisi nazarıyla bakılmaktadır. Sin-Kaf'lar havada uçuşmaktadır. 'Koyma'lar gırladır. Cinselliğin çok dolaylı imâlarını dahi aşırı bulan ahlak, iyiden iyiye geriletilip, yerine en mahrem meseleleri dahi en açık şekilde dilegetirebilen bir 'sanat algısı' yerleştirilmiştir. Eşcinsellik zaten artık olmazsa olmazımızdır. Her filme mutlaka bir miktar katılır. Yine, Kurtlar Vadisi'nde Cerrahpaşalı Metin'in öldüğü sahne hakkında yaşanan tartışmalar, Prens dizisinde Saksonya Dükü Philippe'in boynu kesilirken yaşanmaz. Hatta böylesi sahneler artık hiçbir 'özendirme tartışmasına' dahi konu olmaz. Kabul edelim. Semih Çelik'in yaptığı çizimlerin ortamı 'kültür-sanat' dünyası tarafından hazırlanmaktadır. Bir operasyon yediğimizi görmemek nâdânlık sayılır. Elbette operasyonu yapanların dillerinde 'Sanat hiçbir zaman ahlakdışı değildir' mottosu tekrarlanmaktadır. Fakat bu sırada sosyo-psikolojimiz de geçmişi mumla aratacaktır.

'Sanat' deyince 'tasarım' konusu da ister istemez gündeme geliyor. Nihayetinde en çok muhatap olduğumuz sanatçılar tasarımcılar. Bazıları onların işini sanattan değil 'zanaattan' saysa da bekleyelim. Hüküm vermekte acele etmeyelim. Fakat şuna da bir dikkat çeker olalım: Sanat için mevzubahis her tehlike zanaatler için de geçerli olabilir. Nitekim, daha geçenlerde, avukat Feyza Altun'un X hesapından yaptığı kupa paylaşımı ahlakî çöküşün uçlarının ne denli kılcallara indiğini de gözler önüne seriyordu.

Gayet neşeyle müvekkilinin hediyesi olduğunu söylediği kupada şöyle yazıyordu: "Siktir Orospu, Afedersiniz." Kupada yeralan küfürden daha mühimmi, çizimin, geçmiş siyasal bir tartışmanın parçası olmasıydı. 'Yaşlı bir sol seçmen' kendisiyle aynı düşünceyi paylaşmayan bir başkasına söylemişti bu galiz ifadeyi. Söylediği kişi kendisinden daha genç bir kadındı. Sonraları bu video kesiti 'solun sağa geçmeyen kini'nin sembolü oldu. Melek Davarcı (Mosso) da yine aynı sembole gönderme yapan bir paylaşım yaptı. Kutuplaşmanın zâhirde en şikayetçisi olan solcular böylesi küfürbaz bir eylemi bayraklaştırmakta beis görmediler. (Sağ seçmen hakkında galiz ifadeler kullanan Dilara Kayseriloğlu'nun da yine CHP'nin kanatları altına alındığını hatırlayalım.) Yani, yukarıdaki kem motto, başka bir açıdan tekrarlanıyordu: "Solculuk hiçbir zaman ahlakdışılık değildir." Bir solcu olarak sağ seçmene küfür ederseniz bunun ahlakdışı hiçbir yanı yoktur. Asıl ahlakdışılık sağın sola soğuk davranmasıdır. Bu makul(!) iddia hemen Orwell'ın Hayvan Çiftliği'ni hatırlara getirir. Demek "Bütün insanlar eşittir ama solcular daha da eşittir."

İşte, tam da burada, Bediüzzaman Hazretlerinin 'seküler sanatın arkaplanı' hakkındaki tesbitleri geliyor aklıma: "Telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edepsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakikî faide vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat. Meyyit hayat veremez. Hem tiyatro gibi tenasuhvâri, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz. Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi kàrie ihtar eder. Zahiren der: 'Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.' Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyiç eder, his daha söz dinlemez." 

Türkiye'de solcuların çarpık ağzına bakarsanız ahlak adına çok idealist resimler çiziliyor. Fakat asıllarına dönerseniz midelerinden ruhunuza rezaletler istifra olunuyor. Kötülüğü yaygınlaştırabildikleri her şekilde yaygınlaştırıyorlar. Azıyorlar. Fakat kem sonuçları masaya geldiğinde civarda dindarlardan başka suçlu bulunmuyor. İşte o yüzden Semih Çelik'in herhangi bir cemaatle bağlantısının kurulmasını heran bekliyorum ben. Neden beklemeyeyim? Nihayetinde dindar olmanın bizzat kendisi de solcular için suç değil mi? Geri kalan bütün suçlar bu suçtan hissedâr olduğunuz derecede suçtur. Bu suçtan hissedâr olmayan başka hiçbir suçtan hâzâ hissedâr değildir. Yani bazıları hep daha eşittir, vesselam.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Son siyer-bükücü 2: Marslı çocuğu boşver, Hz. Halid'e gel

Popülerlikte elbette 'marslı çocuk'la yarışmaz, ama dikkatinizi çekmek istediğim birşey var Gülen'in son nağmelerinde. Kuzuların uzun sessizliğinin ardından çılgın bir enerji ile dolu çıktığı itikaf, Gülen'in stratejisi hakkında çok açık olduğu beyanlarını da içeriyor. Yani Gülen, daha ardıl yollar kullanıyorsa bile cemaatiyle iletişim kurmak için (ne bileyim; telefon, telepati, sms, email, duman yahut Dumanlı'yla haberleşme) nağmelerini de topyekun mesaj vermenin aracı olarak istimal ediyor. Yani bir nevi şah artık sahada. İkincil, üçüncül mesaj yöntemleri yok. Karşı tarafla da doğrudan muhatap oluyor bir nevi. Hasmını da karşısına alıyor.

Normalde pek bunu tercih etmezdi. Karşı tarafı muhatap almak, onun aşkınlığına, dünyadan el çekmişliğine, siyaset üstü'lüğüne, hoşgörü imajına zarar verirdi. Değinmesi gereken güncel şeyler varsa, başka birşeyi konuşurken ima ile hafifçe dokunurdu onlara. İşaret alınırdı hemen. Fakat şimdi öyle değil. Sahada ve herkul.org editörlerinin tüm makaslamalarına rağmen kaçırdıkları açıklar veriyor. Demek ki, konuşması, susmasından daha hayırlı.

Marslı çocuk olayı belki çok gündem oldu; ama o nağmelerin eleştirilmesi, analiz edilmesi en saçma noktasıydı. Yani orada ha 'marslı çocuk' demiş, ha 'karslı çocuk' demiş, ha 'satürnden gelip elimi öptüler' söylemiş, çok ehemmiyeti yoktu bence bunların.

Hatta ben bir gün önce o nağmeyi dinlemiş olmama rağmen (ah, evet, sıkı bir takipçisiyim artık) orayı 'marslı çocuk' olarak anlamadım, 'çinli çocuk' olarak anladım. Bana gündem olduğu söylendiğinde de şaşırdım, tekrar izledim. Sonradan geyiğine dahil oldum elbette (hiç dayanamam) ama tren çoktan kaçmıştı. Eh, Mozart da olsanız konserin sonuna yetiştiğinizde adınızın efsane olmasını bekleyemezsiniz. Benim yaptığım geyikler de boşuna gitti. Fakat geyiğine dahil olmuş olsam da ciddiyetle tekrar altını çizmeliyim: Marslı çocuk meselesi Gülen'in nağmelerinin eleştirilmesi, uğraşılması en saçma noktasıydı. Böyle şeyleri yakalayıp gündem yapmak ona karşı elimizi güçlendirmiyor, zayıflatıyor. Muhatabınızın hatasını bu kadar yüzeysel bir şekilde ararsanız, bir nevi hile ile çelmelerseniz, onu yere düşürdüğünüzde kimse sizi tebrik etmez, alkışlamaz, takdir etmez. Güreşin de bir asaleti var. Birinci kuralı yere sermekse, ikinci kuralı 'kurallara uygun olarak' yere sermek. Eğlenceli olabilir, ama uzun vadede kazandırmıyor, vesselam.

Orada belki en büyük gariplik, Gülen'in Uzay Yolu'ndaki Kaptan Spark mimikleriyle bir espri yapmasıydı. Espriyi yaparken o kadar ciddi duruyordu ki (bu arada esprinin de yaşına göre çok ergen kaçtığını belirtmeliyim), muhtemelen, o an karşısında olan kitleden bile "Ulan, acaba gerçekten mi geldi?" diye düşünenler olmuştur. O sözü söylerken gülmüş, hazretlerine yakışmaz ama, bir kahkaha atmış falan olsa idi şu an 'marslı çocuk'u konuşmuyor olacaktık. Marslılar da paralel suçlamaya uğramaktan korkmayacaklardı. (Daha acı olansa; Gülen gerçekten 'marslılar ziyaretime geldi' dese, buna inanacak takipçilerinin olması.)

Neyse, lafı çok uzattım, asıl meseleye geleyim: Ben asıl, Gülen'in son nağmelerinde tekrar be tekrar değindiği Hz. Halid b. Velid'in Hz. Ömer tarafından görevden alınışı meselesine dikkatinizi çekmek istiyorum. Gülen, neden iki nağme de bir dönüp bu mevzudan bahsediyor? Asıl bunun analiz edilmesi taraftarıyım. Gülen'in nağmeleri analiz edilecekse, espri malzemesi olan yanları değil, Asr-ı Saadet'ten yaptığı örneklemelerin neye matuf olduğu planında bakılmalı onlara. Çünkü o seçimlerin hiçbirisi gelişigüzel değil. Gülen, irticalen konuşuyormuş gibi görünebilir. Ama inanın, konuşmaya başlamadan önce kafasında çok iyi bir kurgu var onun. Konuşmayı önce kafasında yapıyor zaten karşısındakilere yapmadan önce. Neyi, ne zaman, ne şekilde söyleyeceğini planlıyor. 1) Gülen 2) Cem Yılmaz. Anlatacaklarını uzun bir kurgu içinde kafalarında tutabilen iki yetenek bence. Bu yüzden her ikisi de uzun bir süre çok farklı şeylere onlarca atıf yapıp, hiçbir metne bakmadan diyeceklerini bitirebiliyorlar.

Peki, madem onu analiz edeceğiz, öncelikle nağmelerden birinden alıntılayalım o örneklemeyi:

"Büyük zafer ve muvaffakiyetler Cenâb-ı Hakk’ın inayetinden bilinmez de şahıslara verilirse, o şahıslar hafizanallah güç ve kuvvet zehirlenmesine maruz kalırlar.

"Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid’i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid’in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer 'Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah’tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum' demişti.

"Hazreti Halid b. Velid ruhunun ufkuna yürüdüğünde geriye bir atı, bir kılıcı ve bir de kalkanı kaldı. Yuh olsun başka şekilde düşünenlere!.. Kendisini bir şey zanneden egoistlere, egosantristlere.. imkan elde ettiği zaman kendi için yeni imkan yolları araştıranlara.. villalar, yalılar hazırlayanlara.. yuh olsun...
"

Şimdi, öncelikle Gülen'in bütün takipçilerine verdiği bir eğitimden bahsetmeliyim. Bu eğitim kitabî değil, bir metni veya formüle edilmiş bir hali yok, ama cemaatine en iyi aşıladığı şeylerden birisi. Seçilmişlik algısı. Kendilerini özel insanlar gibi gördürerek, geleneği aradan çıkaran ve doğrudan asırları ve Asr-ı Saadet'i bağlayan bir kitle yetiştiriyor.

Sonra bu insanlar hangi kıssa, menkıbe, Asr-ı Saadet tablosu anlatılsa, orada hemen kendilerini bir yere koyuyorlar. (Hep de haklı ve masum olanın yanına koyuyorlar.) Nurculardan ayrıldığı yetmişli yıllarda bunu Ebu Zerr (r.a.) üzerinden başlatmış. Daha sonra da farklı formüllerle devam ettirmiş. Örneğin; Hz. Halid'in azli meselesini dinlerken de otomatikman Gülenistlerin tamamının kafası şuraya gidiyor: "Hz. Ömer, Hz. Halid başarılı olmasına rağmen, insanlar şirke girmesin diye onu görevden almıştı. Bugün de biz, bütün başarılar Erdoğan'dan bilinmesin diye, görevden almalıyız. Almaya çalışmakta haklıyız. İnsanlar onu desteklemekle aslında tehlikeye giriyorlar, şirke düşme tehlikesi yaşıyorlar." Hemen Gülen tarafından yüklenen bu yeni programa göre çalışmaya başlıyorlar.

Gülen, gerçi vites değiştireceklerini yeni söyledi, son nağmelerinde (son ikisinde) altını çizdiği birşey bu. Fakat ben tabloyu anlattığı andan beri bir vites değişikliği olduğunun farkındayım. Zira daha öncesinde hiç hayâ etmeden Firavun'a, Nemrud'a benzettikleri Erdoğan'ı artık Hz. Halid'e benzetmeye başladılar. Kendileri de Hz. Musa, Hz. İbrahim konumundan Hz. Ömer konumuna çekilmiş oldular.

Peki ne değişti? Değişen şu bence: Erdoğan'ın lanet edilesi kötü bir adam, bir Firavun olduğu lansesi toplumda bir karşılık bulmadı. Bulmadığı gibi toplum bunu nefretle itti. Bu konuya dair bütün çabaları boşa çıkıyor, gördüler. O vakit, bu noktaya kadar getiremeyeceklerini ikinci bir formülle ikna etmeye çalışacaklar: "Bütün başarıların Erdoğan'dan bilinmesi şirk olur. Erdoğan kendisi kötü bir insan olmayabilir. İyi bir komutan, idareci olabilir. Hz. Halid de yenilgisizdi. Ama insanların günaha düşmemesi için onu görevden uzaklaştırmalıyız. Yoksa insanlar şirke düşecekler. Her başarıyı ondan biliyorlar. Biz kendisini kötü görmüyoruz. Ama Hz. Ömer gibi yapmak zorundaydık ve denedik, denemeliyiz." Varılmaya çalışılan demagoji bu arkadaşlar.

Hatta hassaten Hayırhah Arkadaş ve Mabeyn-i Hümayun isimli nağmesinde Gülen bu vites değişikliğinin en açık sinyalini vermişti:

"Hayırhah arkadaşı, bir eğri büğrüyü, bir kırık döküğü haber verdiği zaman insan darılmamalı. (...) Karşımızdaki insanın karakterini iyi okumalı, ne ölçüde tepki verebileceğinin tespitini yapmalı ve işte buna göre alternatif üsluplar bulma yoluna gitmeliyiz. Aksi takdirde kusurları düzeltelim derken, insanları rencide edip incitirsek üslupta yapacağımız böyle bir hatayla her şeyi yıkıp yerle bir eder ve hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşılaşırız. Herkesin bir hayırhah arkadaşa olan ihtiyacını o büyük sultanlar şeyhülislamlarını dinleyerek gidermişlerdir. Kanunî gibi büyük bir sultan adımını atarken bile Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye soruyordu. Fatih, Akşemseddin’in ve Molla Hüsrev’in gözünün içine bakıyordu. Onlar gibi, hakkın hatırını âlî tutan ve 'Hünkârım, bu doğru değil!' diyecek kadar hakperest olan insanlardan birer mâbeyn-i hümâyûn oluşturmuşlardı."

Burada da görüldüğü gibi Gülen kendini ve örgütünü Akşemseddin, Ebussuud Efendi ve Molla Hüsrev yerine koyuyor (Erdoğan da yine Firavun değil; Fatih, Kanuni); hakikati söyleyerek muhataplarını sarsmış olsalar bile, hataları söylemekten dolayı bir vebal ve suizan altında olmamaları gerektiğinin altını çiziyor. Kendilerinin mabeyn-i hümayundan uzaklaştırılmamasını gerektiğini (sanıyorum burada da devlet kadrolarından cemaatin uzaklaştırılmasına bir serzeniş var) belirtmek istiyor. Bu nağmenin devamı da istişare üzerine zaten. Başında da Gülen kendisinin bir arkadaşı tarafından doğru bir nasihatle nasıl sarsıldığını anlatıyor. Ama onu anlayışla karşılamış. Şimdikiler de Gülen'i ve örgütü doğru anlamalı demek istiyor.

Her neyse... Sadede gelirsem: Gülen ve takipçilerinin önümüzdeki seçimlere kadar yeni stratejisi şu gibi: Erdoğan'ı ve etrafındakileri kötülemeden, geçmiş bir yılda olduğu gibi ateşli bir muhalefet etmeden, altlarını oymaya devam etmek. Özetle taktik bu. Erdoğan'ın şahsına vurmadan etrafını dolaşmanın bir yolunu arayacaklar galiba. Gün ola harman ola. Bakalım başarabilecekler mi? Birkaç yazıyla daha önümüzdeki haftalar siyer-bükücü'nün hünerlerini analiz etmeye devam edeceğim. Beni okumaya devam edin, yıllarım cemaat içinde geçti, en iyi ben anlarım onların dilinden. :)

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...