müslüman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müslüman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2024 Cumartesi

Kelime-i Tevhide saldıranda Türklük kalır mı?

"Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki 'Yaşar!' der, delidir!/Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir./Veriniz başbaşa zirâ sonu hüsran-ı mübin./Ne hilafet kalıyor ortada billahi ne din!"
Mehmed Akif Ersoy

İslam Araplaşmak mıdır? Evet. Hayır. Cevap vermeyelim. Bu sual tuzaklıdır. Çünkü İslam, elimizden geldiğince, Aleyhissalatuvesselam Efendimize benzemeye çalışmaktır. Ona benzemeye çalışmaksa, hatırlayalım ki, önce Araplara teklif edilmiştir. Kureyş müşrikleri, üstelik aralarında akrabalık bağı bulunduğu halde, neden ona eza etmişlerdir? Neden iman etmemekte direnmişlerdir? Çağrıldıkları Araplıksa ne güçlüğünden bahsedilebilir onlar adına? Halbuki, onlar da biliyorlardır ki, çağrıldıkları şey Araplık değildir, çağrıldıkları müslümanlıktır. Çünkü Aleyhissalatuvesselam Efendimizle, değil yalnızca Araplık, insanlık da yeniden başlar. Araplar da öyle insan olmaya çağrılır. Yani ilk Araplar cahiliye Araplığını terkeder mü'min olmak için. Arkalarından diğer kavimler de bu hidayet pınarına koşarak 'Onun gibi olmaya' çalışır.

Hafızamda kaldığı kadarıyla aktaracağım. Detaylarında galat edersem müsamaha ile bakılsın. Esad Coşan Hocaefendi merhumun bir Ramuzü'l-Ehadis dersinde dinlemiştim. O diyordu ki: "Araptan başka müslümanların iki anadili vardır. 'Yahu nasıl olur?' diyeceksiniz. Anlatayım: Kur'an'da, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin mübarek hanımları hakkında, 'Mü'minlerin anneleridir!' diye buyrulmuyor mu? İşte, demek, onlar da bizim annelerimizdir. Yani, bir Türk, Arapça öğrendiği zaman da yine annesinin dilini öğrenmiş olur. Hem neseben anasının dilini bilir (o Türkçedir) hem de ezvac-ı tahirat analarının dilini bilir (o da Arapçadır)."

Tabii, Esad Coşan Hocaefendi ayarında bir kemale ulaşması için insanın, insan-ı kâmil olması, Bediüzzaman'ın tabiriyle 'buz parçası hükmündeki enaniyetini havuzda eritmeyi göze alması' gerekiyor. Zaten beşeri mü'minane manalarla inşa etmek üzere gönderilmiş vahyin, sünnetin, şeriatın tasarrufuna açılması gerekiyor. Eskiden kalanları ehl-i sünnet mizanlarıyla tartması gerekiyor. Eğer, aksine, cahiliyesinin mirasına yapışırsa, yine elinde birşeyler kalıyor gerçi, ama ümmet havuzundan da mahrumiyet yaşamasına sebep oluyor. Öyleyse arkadaşım bu vazgeçiş daha azına razı olmak için değildir, hayır, daha ziyadesini elde edebilmek içindir.

"Bu zaman ehl-i hakikat için şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir 'şahs-ı mânevî' hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez. Hem mûcib-i taaccüp, hem medâr-ı teessüftür ki, ehl-i hak ve hakikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ihtilâfla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak ve ehl-i dalâlet, meşreplerine zıt olduğu halde, ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken doksan ehl-i hakikatı mağlûp ediyorlar..."

Pek acı bir hâdise yaşadık geçenlerde malumunuz. Bir Türk (o kendine öyle diyor) kelime-i tevhidi taşıdığı için bir başka Türkü yumrukladı. Evet. Yumrukladı. Yumruklananın aktardığına göre arbededen önce 'Araplaşmakla' itham etmişti kendisini. Neden Araplaşmış? Çünkü kelime-i tevhid bayrağı taşıyor. Allah Allah! Hakikaten Türklük adına şu yaşanan ne acı bir hâdisedir. Öyle ya, hidayet nuruyla tanıştığından beri kendisini cihada vazifeli bilmiş; bin yılını o bayrağı yukarılarda tutmak için feda etmiş; bağrından nice nice salih sultanlar, komutanlar, devletler çıkarmış bir ecdadın evladının şu hali ehl-i hamiyeti ağlattıracak bir garabettedir. Lakin bir derdi anlamak da, ona ağlamak da, yine enaniyetinden vazgeçebilmeyi deruhte eder.

Müfid Yüksel Hoca, yıllar önce verdiği bir seminerde, "Devlet-i Osmanî ne üzerinde duruyor?" sualine, ulemanın şu şekilde cevap verdiğini nakletmişti: "Dört şey üzerinde duruyor: Arabın dini, Türkün tahtı, Kürdün ilmi, Arnavudun inadı..." Demek onlar, Osmanlı gibi büyük bir muvaffakiyeti, yine havuzluğun içinde anlıyorlardı. Bu havuza her kavim enaniyet buzunu atmıştı. Ve kemalini inkişaf ettirerek havuza katmıştı. Hep beraber sarfedilen emek sayesinde İslam medeniyeti gibi yüce bir destan husûle gelmişti. Yani herkes herkesleşmişti. Yani herkes müslümanlaşmıştı. Yani herkes Aleyhissalatuvesselam Efendimiz gibi olmak yoluna baş koymuştu. İslam havuzuna enaniyet buzunu atıp eritmişti. Bu yolda Türk Araplaşmıştı. Arap Türkleşmişti. Elhamdülillah. Rahmet olsun hepsine. Mübarek emeklerine. Yüce hamiyetlerine. 

Bugünlerdeyse inkârcılık, özellikle de ateizm, ırkçılığı kendisine bir güç kaynağı kılmaya çalışıyor. Safsatalarıyla İslamlığı müslüman kavimlerde geriletmeye gayret ediyor. Bununla da 'muasır medeniyetlerin(!) seviyesine çıkacağımızı' iddia ediyor. Oysa ki halihazırdaki perişanlığımız da 'havuzu bozmamızla' ilgili değil midir? Yumurta kadar küçük hükümetlere bölünmüşlüğümüz Emevilerden, Abbasilerden, Selçuklulardan, Osmanlılardan vs. işittiğimiz azameti yerle yeksan etmemiş midir? Üstelik şu bed yıkım halen sürmektedir. Hergün yeni bir şaşkın buzunu alıp çekilmektedir. Her çekilense diyar-ı küfrün canavarlarına lokma olmaktadır. Daha acısı da vardır üstelik. Evet. Ne garip. Ahmağa hata olarak havuzdan vazgeçtiği de yetmiyor bazen. Bir de vazgeçmeyenlere saldıracak cinnet u cür'eti kusuyor. Allah şerlerinden hepimizi muhafaza eylesin arkadaşım. Gençlerimizi tuzaklarından korusun. Âmin. Âmin. Âmin.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Keşke Sırbistan mı galip gelseydi?

Aaah, ah! Ne talihsiz başımız varmış bizim. Bizim. Yani dindarların arkadaşım. Osmanlı’yı ceddi bilenlerin. Kelime-i Şehadet getirenlerin. Müslüman oğlu/kızı müslümanların. Niye böyle söyledim, a dostlar, izah edeyim: I. Cihan Harbi’nde olanları okumuşsunuzdur. Hani ilkokuldan beri ders kitaplarında anlatılır: “Biz yenilmedik. Ne münasebet? Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık.“ Hepten de yanlış değildir ha söylenen. Fakat Almanya yenildikten sonra bizim de savaşı sürdürecek gücümüzün kalmadığını itiraf etmede eksiktir. Nihayetinde o kadar devletle birden tek başımıza başedemezdik. Her neyse... Mağlubiyetin mâkul bir tarafı var yani. Birşey demiyorum. Her girdiğin kavgayı kazanacaksın diye bir dünya yok. Takım arkadaşın yenilmişse sen de yenilmiş sayılabilirsin.

Mevzuun bu tarafını kavrıyorum da, arkadaşlar, geçenlerde başımıza gelen mağlubiyeti bir türlü kavrayamıyorum. Kavrayamıyorum, niye, çünkü bu defa bizzat kendi devletimiz kazandığı halde biz yine kaybettik. Evet. Hatırladınız tabii. Malum, kadın milli voleybol takımımız, her ne kadar kadronun tamamı kendisini kadın gibi hisseden kadınlardan oluşmasa da, Sırbistan’a karşı bir zafer elde etti. Zaferden sonra epey bir süre Türkiye bayrakları sallandı. İstiklal marşı okundu. Zafer nârâları atıldı Türkçe. “Vay!” dedik, “Herhalde bu sefer biz kazanmış oluyoruz!” Parasında gözümüz yok efendim. Afiyetle yesinler. En azından azarını işitmeyelim. Fakat o da ne? Dedim ya: Başımız talihsizdir. Sosyalmedyayı açınca bir baktık. Ohooo! Osmanlı yine kaybediyor. Sarıklıyı gömen mi dersin. Çarşaflıyı ezen mi dersin. Fese tokat atan mı dersin. Kıçından gökkuşağı çıkan mı dersin.

Allah Allah! Yüzbin kere Allah Allah. Biz yine kaybetmişiz yahu. Sırplarla hiçbir ittifakımız bulunmamasına rağmen yine golü bizim kalemize atmışlar. Müslüman oğlu/kızı müslümanlar bir harpten daha mağlup çıkmışız. Vay arkadaş. I. Cihan Harbi’nden beri başımızda dönen karabulutlar bahtımızı hiç terketmiyor. Nitekim, Kurtuluş Savaşı’nda da böyle olmamış mıydı, a dostlarım! Cephede ‘Allah Allah’ diyerek, halifeyi-İslam’ı kurtardığını sanarak, şehitliği düşleyerek, çarşaflısı-sarıklısı onca mücadele ettikten sonra, netice ne olmuştu? Yunanlılar mı denize dökülmüştü? Yok yahu. Yunanlılar birkaç sene sonra takıp takıştırıp geri döndüler. Venizelos Beyler İsmet Paşa’nın hanımını da koluna takarak etrafı gezdiler. Asıl yurdun üç tarafındaki denizlere dindarlar döküldü.

Denize dökülmeyen kısmın üstüne de beton döküldü. Medreseler kapatıldı. Ezan yasaklandı. İslam harfleri kapıdışarı edildi. Asayofya puthaneye çevrildi. Camiler ahır yapıldı. Türbeler yıkıldı. Sarık-çarşaf berhava edildi. Frenk fotörüne dönüldü. Sanki savaşı kazanan başkasıymış gibi, yahut da kaybedeni bizmişiz gibi, her ne edildiyse müslüman oğlu/kızı müslümana edildi. Belki biraz da bu yüzden Kadir Mısıroğlu merhum şöyle bir laf etti: “Keşke Yunan galip gelseydi!” Herkes bunu yanlış anladı. Ben doğru anladım arkadaşım. Biz kazanınca başımıza bunlar geldiğine göre, belki de, karşı taraf kazanınca biz kazanmış sayılacaktık? Oyunun kuralı başka türlüydü de biz kendi taşımızı ütmüştük. Maçın başında kaleleri şaşırmış da olabilirdik? Yaşananların başka açıklaması var mıydı?

İşte, sosyalmedyada kopan kıyameti görünce, ben de içimden dedim: “Keşke Sırbistan galip gelseydi!” Ama içimden dedim. Ben Kadir Mısıroğlu değilim. Onun kadar yiğitlik edemem. Sonra kim sahip çıkar bana? Bu kadar suratlarına tükürülmesine rağmen zaferi(!) tebrik eden İslamcı yazarlar mı? Peh. Buradan başka hiçbir yere yazmadım elbette. Sizden başkası da okumadı. Peki niye yazdım böyle birşeyi? Zira Kurtuluş Savaşı’ndan sonra başımıza gelenlerin bir benzerinin başımıza getirildiğini gördüm. O zaman Bediüzzaman’a birkez daha hakverdim. Hani o bir yerde diyor:

“Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takip eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne adâvetidir.”

Sen misin Allah’ın razı olmadığı şekillerde muvaffakiyetler bekleyen? Sen misin bir de bunlara ‘milli gurur’ falan filan gözüyle bakan? Sen misin, hanımı gibi Lut aleyhisselamın salih arkadaşlığını boşverip, Lûtîlerden yarenlik uman? Oh olsun sana işte. Az bile tükürdüler yüzüne. İnşaallah, daha da çok tükürsünler. Çarşafını, sarığını, Abdülhamid’ini, Osmanlı’nı, dindarlığını, namazını, orucunu, duanı... Hülasa: İslamlığınla övündüğün ne varsa hepsini çalçaput edip üzerinde bir güzel tepinsinler. Tepinsinler ki eşekliğinden bir nebze kurtulasın. En azından kurtulman ümit edilsin. Zira eşek bile, körkütük eşekliğine rağmen, sırtına ağır yük vurulunca huysuzlanır, çiftelenir, yürümez, inat eder. Senin de uğradığın hakaretler sayesinde gayr-ı meşru muhabbetlerinden ayılman beklenir. Yok, ayılmadın mı, o zaman semerin sana hayırlı olsun. Senin gibi eşeğin sırtına daha çoook binerler. Hem de revadır sana. Çünkü, izzetsizliğinde öyle bir eşeklik saklanmıştır ki, semercinin parasını da sen verirsin. Kıçına kamçıyla vuranların ellerini öpersin. Böyle eşeğe eşekler bile acımaz. Kul niye acısın?

25 Ağustos 2023 Cuma

Allah konuşmak zorunda mı?

“Kâinatın envâı insanı tanıyor değil. Belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.”
Sözler’den.

Elhamdülillah. Müslümanın Allah’ı tutarsızlıktan münezzehtir. Deistlerin tanrısındaysa bir dizi tutarsızlık vardır. İlk tutarsızlığı ‘ilgi’ eşiğinden kendisini gösterir. Fakat, bir saniye, hızlı gidiyoruz. Bu mevzua dalmadan önce birşeyi itiraf etmeliyim: Bediüzzaman’ın bazı ifadelerini ilk okumalarımın üzerinden yirmi yıl kadar geçtikten sonra anlayabiliyorum. Evet. Sanki, daha önce hiç okumamışım, sadece yanlarından geçmişim gibi. “Kimbilir anlamadan yanından geçtiğim daha neler neler var?” diye kederleniyorum böyle anlarda. Eh, ne yapalım, kabımız bu kadarcık. Rabb-i Rahîmimiz azımızı çoğa saysın. Bahsi açtık. Misali de geliyor. İşte onlardan birisi: “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur.”

Ben bu cümleyi her okuduğumda ‘yapmak ile bilmek’ arasındaki zarureti kavrar fakat ‘bilmek ile konuşmak’ arasındaki lüzumu kavrayamazdım. Nihayetinde her bilen konuşmak zorunda değildi. En azından beşerî düzlemde bu zarureti kavramamı sağlayacak kıyaslamalar bulamıyordum. Susmak da insanlığın bir parçasıydı. Ve bazen insanlar bile bile susarlardı. Peki Bediüzzaman bu zarurete nasıl intikal etmişti? Aradaki boşluğa(!) dair düşünmeye başladım. O düşünmek mesaisi epey bir sürdü.

‘Yapmak ile bilmek’ arasında ise aynı güçlüğü çekmediğimi belirtmiştim. Zira bilmesiz yapmak ancak yıkmak türünden ‘vücudî görünen ademîlikler’ için mümkündü. (Yokuş aşağı yuvarlanan bir kaya ne yaptığını bilemezdi, ama birşey de yapmış olmazdı zaten, yıkardı sadece.) Sistemli herşeyin inşasıysa bilgi isterdi. Kasıt isterdi. Dikkat isterdi. Israr isterdi. Bütüncül bakış isterdi. Çay yapmasını bilmeyenler çay yapamazdı. Bina yapmasını bilmeyenler inşaata girişemezdi. İlim, irade, kudret üçlüsü her eserin arkasında zaruret olarak kendisini gösteriyordu. Kader de, daha büyük resimde, kainatı varlığa çıkaran (ve onu varlıkta tutan) bilişin/ilmin adıydı. Evet. Kadere iman edilmeden iman tamam olamazdı. Çünkü Allah’ın yarattıklarını önceden (aslında, zamandan aşkın bir şekilde, ezelden) bilmeden yarattığını söylemek olurdu bu. Dolaylı olarak da, ne yaptığını bilmeden yaratan Allah gibi, hâşâ, imkansız birşeyin tasavvuruna giderdiniz. Kainatı binbir harikalıkla yaratan Allah, ilminin izleri her eserinde okunan Allah, nasıl böyle birşeyle itham edilebilirdi? Düpedüz iftira olmaz mıydı denilen?

Buraya kadar tamam. Fakat bilen neden konuşmak zorundaydı? İşte şu eşikten sonra deistlerin ilah tasavvurundaki tutarsızlık kendisini ele vermeye başladı arkadaşım. Deistler bize diyorlardı ki: “Kainatla ‘yaratacak’ kadar ilgilenen Allah insanlarla ‘konuşacak’ kadar ilgilenmedi.” Halbuki yaratmak ilgilerin en şiddetlisiydi. Cenab-ı Hak, daha varlık sahnesinde yokken, sadece ilm-i İlahî’de mevcutken, o kadar ilgilendi ki bizle, o kadar teveccüh etti ki keremiyle, varlık sahnesine çıkardı bizi. Sadece bizi değil cümle mahlukatını. Cenab-ı Hakkın ilgisi en çok rahmetiyle görünür. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Rahmetiyle bildiğini bildirir.” Kainatta rahmet olarak okuduğumuz aslında Cenab-ı Hakkın, bize, bizi bildiğini bildirme şeklidir. Kusurlu bir ifade olsa da, kendi aramızda bunu, ‘ilgi’ olarak isimlendiriyoruz.

Zaten ilgi dediğimiz şey de genelde belirli seviyelerde ‘muhabbet’ ve ‘merhamet’ tecellileriyle kendisini gösterir. Sözgelimi: Ben yeğenimle ilgileniyorum. Nereden belli? Çünkü onunla oynuyorum. Çünkü onunla geziyorum. Çünkü ona dondurma alıyorum. Çünkü, çünkü, çünkü… Daha birçok şeyi sayabilirim. Bunlar hep belirli düzeylerde ‘yeğenimin varlığına düşkünlüğüm’ ile belli olmuştur. Evet. Ben yeğenimi severim. Ben yeğenime şefkat ederim. Eğer bu iddialarda yalancı değilsem hayatta tezahürleri olur illa ki. “Ben yeğenimi çok severim ama hiç yüzüne bakmam!” gibi bir ‘inkılab-ı hakaik’ (hakikatlerin tersyüz olması) yahut da ‘cem-i zıddeyn’ (zıtların birlikteliği) hakikatte varolamaz.

Tezat bir kusurdur. Nihayetsiz kemalde olan Allahımız kusurlardan münezzehtir. Madem ki, yoku vara çıkaracak kadar ilgilidir, o halde konuşacak kadar da ilgilidir. Esasında yaratması zaten bir tür konuşmasıdır. Konuşmasının dolaylı bir biçimidir. Yüzünüze güldürdüğü her bebek, uçarken gösterdiği her kelebek, açarken bulduğunuz her çiçek, Onun kendisini size bildirmesinin yollarıdır.

Yeğenime gösterdiğim ilginin ederi nedir? Çok cüzî şekillerde varlığına katkılar sunabilirim. Hak Teala ise bizimle yokluktan varlığa çıkaracak kadar ilgilenmiştir. Bize bütün kainatı kitap kılacak kadar ilgilenmiştir. Herşeye herşeyden kendisini bildirecek kadar ilgilenmiştir. Herşeyi yüzbin dilli bir mektub-u Samedanî kılacak kadar ilgilenmiştir. Kainattaki bu ilmî doluluk, bu iletişim zenginliği, bu daldıkça dibi görünmeyen marifet, ancak Cenab-ı Hakkın ‘konuşmaktaki arzusu’ ile açıklanabilir. Yani zaten Onun yaratmasında konuşmak/bildirmek arzusunun (Bu ifadenin de kusurlu olduğunu biliyorum. Fehminize yaklaştırmak için bir araç olarak görün lütfen. Münezzeh manalarla tefekkür edin.) tezahürleri okunmaktadır. Varlığa çıkışımız Onun eserleri üzerinden konuşmasıdır.

O halde, bizi yoktan vara çıkaracak, herşey üzerinden kendisini bildirecek kadar bizimle ilgili bir Allah; ağzımıza attığımız her lokmanın nereye/ne kadar dağılacağına kadar ilgilenen bir Allah; âlemin başından sonuna vücuda lazım yasalarını devam ettirecek dikkatte bir Allah; bu kadar detaylı bir kuşatıcılıkla iradesi üzerimizde bir Allah; nasıl olur da en çok ‘acaba’ya düştüğümüz yerlerde kalbimizi ‘konuşmasız’ bırakır? Nasıl dolaylı bir şekilde kendisini bu kadar çok anlatır da doğrudan mesajı ihmal eder? Halbuki dolaylı mesajın kavranması da çoğu zaman doğrudan mesajın varlığına bağlıdır.

Yine bir misale müracaat edelim: Diyelim ki bir mecliste konuşma yapıyorsunuz. Boynunuza da nereden geldiği bilinmez bir akrep çıktı. Seyirciler içindeki arkadaşınız durumu farketti. Size kaş-göz işaretleriyle durumu anlatmaya çalışıyor. Anlayamıyorsunuz. (Zaten işaret diliyle birşeyi anlatmak doğrudan anlatıştan her zaman daha zordur. Böylesi oyunlar oynayanlar bilirler. İşaret dili dolaylı bir dildir. İkincil bir dildir. Semboller insanların dünyasında her zaman aynı anlamlara karşılık gelmezler. Kelimelerse genelde yakın anlamları bulurlar.) Nihayetinde akrep de sizi sokuyor. O zaman arkadaşınıza sitem etmez misiniz: “Birader niye ağzını açıp söylemedin? İmâlarını anlamadım ki.”

Cenab-ı Hak da bize kainat üzerinden sonsuz akıbetimizi etkileyecek olan bilgiyi sürekli aktarıyor. Zaten yaratılış bu bilgi aktarımı ile anlamlı oluyor. (Belki, daha ileri bir hayalgücüyle, yaratılışın da ‘çok boyutlu bir bilgi aktarım şekli’ olduğunu söyleyebiliriz.) Böyle bir ilmin katman katman varolduğunu bilimdallarının herbiri bize, hatta en sekülerlerimize bile, gösteriyor. Daldıkça bilgi çıkıyor. Kazdıkça bilgi fışkırıyor. Kurcaladıkça bilgi kaynıyor. Kendisini bu denli şiddetli bir şekilde, böylesine yoğun bir ilgiyle, ama dolaylı olarak anlatan bir Alîm-i Hakîm, o dolaylı mesaj karşısında ‘acaba’ya düşmüş kullarına, yine sonsuz rahmetinin bir gereği olarak, göz açıcı doğrudan mesajlar da iletmez mi? Doğrudanı dolaylı ile birleştirerek hikmetini tamam etmez mi? Âlem kitabını, Resul kitabıyla ve vahy-i Furkanıyla ‘Ya Rabbi anlayamadım!’ bahanesi kalmayacak şekilde okunulur kılmaz mı? Bence “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” böyle de okununca daha bir anlaşılır oluyor: Madem bildiğini bu kadar yapmakla (dolaylı biçimde) gösterir, elbette, konuşmakla da (doğrudan biçimde) bizzat gösterir. Çünkü yapması zaten bilmesindendir. Bu kadar eser üzerinden konuşmak arzusunu gösteren bilmek, elbette aciz değildir ki, bizzat kelamullahıyla da konuşmasın.

“Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev'iyle konuşacaktır. Madem insan nev'iyle konuşacak; elbette insanlar içinde kàbil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Madem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev-i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidatta ve en âli ahlâkta ve nev-i beşerin humsu ona iktidâ etmiş ve nısf-ı arz onun hükm-ü mânevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip ona dua-yı rahmet ve saadet edip ona medih ve muhabbet etmiş olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş; ve resul yapacak ve yapmış; ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.”

Bir de meselenin şu boyutu var arkadaşım: Dolaylı anlatım imtihanlıdır. Yukarıda da altını çizmeye çalıştım. İşaretler aynı karşılıkları bulmayabilir. Yine Bediüzzaman’ın “Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır…” demesini hatırlayalım. Allah’ın yarattığı ‘ene’ veya ‘tabiat’ neden ‘tağut’ oluveriyor? Çünkü dolaylılığına takılınıyor. Mana-i harfî ile işaretleşmesi gereken mana-i ismî ile bütün nazarı kendisine hapsediyor.

“Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”

Esere baktığınızda müessiri görmek ikincil bir dikkate muhtaçtır. Eğer esere aşkınsız dikkat ederseniz, onda boğulursanız yani, göstermek için yaratılan şey görmenin engeli olmaya başlar. Mürşidimin ‘ene’ ve ‘tabiat’ta hissettiği tuzak budur. Cenab-ı Hak sırr-ı imtihan gereği varlığı bu şekilde halketmiştir. Ötesini görmeye çalışan öteyi bulur. Gördüğünden ibaret sayansa onda boğulur. Ancak, ötenin varlığından haberdar edilmemişlerse, nasıl öteden sorumlu tutulabilirler? İşte, Cenab-ı Hakkın peygamberleri göndermesi, bu hikmetin eda edilmesi için de gerekiyor. Mektubu vermeden önce okumayı öğretmek lazım. Yazıyı ‘okunacak’ bilmeyenin elinde mektup sırf resimden ibaret kalır. Ne diyelim? Cenab-ı Hak, bizi, huzurunda gözü başkalarına kayanlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

4 Nisan 2019 Perşembe

Yaşasın Pierre ama koşsun Karim Benzema!

Hani Bediüzzaman diyor: "Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Yani, hiçbir kıssa yoktur ki Kur'an'da, o kıssanın öğrettiği dersler 'bütün zamanlar için' geçerli olmasın. Bütün zamanlarda emsali sayılabilecek olaylar yaşanmasın. Tabir-i diğerle, "Tarih tekerrürden ibarettir!" sözüne atıfla, o kıssalar 'tekerrür eden bir/birçok hakikatten' haber veriyor olmasın.

Hem yine diyor ki mürşidim: "Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."

Tarihselcileri, Kur'an'da anlatılan kıssaların 'eskilerin masalları' olduğunu söyleyenleri, bir diğer ifadeyle günümüz modernistlerini "Çaaaaaat!" diye ortasından çatlatan bu hakikate dair birçok nümuneyi kendi Kur'an okumalarım sırasında görüyor, biliyor, bazen de hissediyorum. Hamdolsun. İşte, muhterem okurlarım, onlardan bir tanesine de Bakara sûresinde rastladım. Daha doğrusu uyandırıldım. Elhamdülillah. Allahu'l-a'lem kaydıyla anlatayım. Bakalım katılacak mısınız?

Şuradan başlayalım: Efendim, malumunuz, medyada bültenlerine çoklukla rastlıyorsunuz. Batı'yla bizim iki türlü ilişkimiz var. Birincisi: Adamlar İslam coğrafyasının her köşesinde anamızı ağlatıyorlar. Canları çekiyor Afganistan'ı bombalıyorlar. Canları çekiyor Irak'a füze sallıyorlar. Canları çekiyor Suriye'yi inletiyorlar vs. Yani "Elhamdülillah müslümanım!" diyen müslümanı vatanında yaşayamaz hale getirip canından bezdiriyorlar. Sonra? Sonrası göç.

Sonrası ilginç. Şu açıdan ilginç. Böyle türlü oyunlarla müslümanları kendi coğrafyalarında yaşayamaz hale getiren Batı, bu defa da ülkesine sığınmış 'ucuz iş gücüne' sevgiyle kucak açıyor, türlü şapşik kucaklama misalleri sergiliyor. Bir yanağımız tokatlıyorsa diğer yanağımızı da okşuyor. Denize düşmüşlüğü yılana sarılacak vaziyete gelen garip-gureba da bu defa katiline âşık olan maktul edasıyla pek coşkulu 'Batılılar' haline geliyorlar.

Bu coşkunun bir nesil sonraki başarısı ise gönüllü asimilasyon. "Aman bedenim bozulacak!" diye kendi çocuklarının zahmetini çekmek isteyen Batı, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' sistemiyle mülteci çocuklardan kurulu milli takımlar elde ediyor. Yani, yaşasın Pierre, ama koşsun Karim Benzema! Acizler çabuk yandaş olurlar. En sağlam köleler borçlulardan elde edilir.

İşte bütün bunlar hergün rastladığımız bir hakikat olarak zihnimdeyken Bakara sûresinin 85. ayeti dikkatimi çekti benim. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dünya hayatında ancak rüsvaylık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir."

Haydi yüzleşelim. Sizce de burada anlatılan durum tam da bizim yaşadığımız şey değil mi? Kötülükte 'koalisyon kuvvetleri' kuran bu zümreler hakikaten de bizi yurtlarımızdan etmiyorlar mı? Sonra aç-bilaç ocaklarına düştüğümüzde de fidyelerimizi ödeyip bizi 'kendilerine borçlu özgürler' haline getirmiyorlar mı? Ortadoğu'da kan ağlatanlar Avrupa'da-Amerika'da sevgi pıtırcıkları gibi takılmıyorlar mı? Bu halleriyle, Kitab'ın bir kısmını (kendi vatanları içinde) kabul etmiş, diğer kısmını ise (başkalarının ülkelerinde) inkâr etmiş sayılmıyorlar mı? Dünyayı, kendileri için başka, başkaları için daha başka okumuyorlar mı?

Ne bileyim. Belki de yanlış bir okuma yapıyorum. Ama ayet-i kerimede anlatılanla günümüzde yaşanılanların öyle bir benzerliği var ki. Karşı koyamıyorum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'külli düsturun ucu'nu da buradan yakalamışım gibi geliyor bana. Allahu'l-a'lem. En doğrusunu elbette Allah bilir. Bu yazı da hafızanızda Kur'anî bir hissedişin paylaşımı olarak bulunsun.

3 Mart 2018 Cumartesi

İslam'ı güncellemek isteyen yerelliğini kaybeder

Şu mesele Ebubekir Sifil Hoca'nın derslerinde sıklıkla dikkat çektiği birşeydir: Mü'min ve müslüman kavramları, ayrı metinlerde kullanıldıklarında aynı şeyi ifade ederlerken, aynı metinde kullanıldıklarında ise ayrı şeyleri ifade ederler. Mürşidim bu sadedde (yani ayrı şeyleri ifade etmeleri sadedinde) der: "İslâmiyet iltizamdır; iman iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir." Ve tarifinin devamında şöyle bir örnekle sözlerini açıklar:

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar oluyorlar."

Bense, burada yapılan izahları, 'parça-bütün' sembolizmi içinde bencileyin şöyle anlar ve anlatırım: Parçanın, içinde yeraldığı bütünün anlamını, 'en genel biçimde' onaylaması imanıdır. Çünkü ancak bu kabullenişle o bütünün bir parçası olabilir. Ondan sayılabilir. Ona dahil olabilir. İsmini alabilir. Kapsamına girebilir. Ancak aynı parçanın, bütünün diğer parçalarının da anlamını tasdik etmesi veyahut da bütünlüğün icap ettirdiği tüm gerekleri yerine getirilmesine taraftar olması, imanından ayrı olarak, onlardaki teslimiyetiyle ölçülür.

Yani mü'minlik genel manada 'itikadî' bir onaylayışı içerirken; müslümanlık detaylara da nüfuz eden 'amelî' bir tasdik edişi ortaya koyar. Meşhur Cibril (a.s.) hadisinde Efendimiz aleyhissalatuvesselamın "İman nedir?" sorusuna "Allah'a, Allah'ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır!" şeklinde cevap vermesi, fakat "İslam nedir?" sorusuna "İslâm; Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt'i hac etmendir!" cevabını buyurması da bize benzer bir sırrı fısıldar: İslam amele yakındır. İman itikada yakındır.

Elbette bu durum, Ebubekir Sifil Hoca'nın isabetle ifade ettiği gibi, nüans içerdikleri hissettirilir şekilde kullanıldıkları durumlara dairdir. Yoksa, ayrı ayrı kullanımlarında mü'min müslümanlığı, müslümanlık da mü'minliği karşılar. Birisiyle diğeri de kastedilir.

Peki, durmayalım, İslam ve imanın farkını anlamada biz de kendimize bir misal bulalım. Belki şunu kullanabiliriz: Üzerinde yapıldığı firmanın ismi ve seri numarası olan bir motor parçası düşünelim. Tam da kullanılması gereken yerde takılı olsun. Bu motor parçasının şu hali der ki: "Ben iman ettim ki şu firmanın motor üretiminde kullandığı bir parçayım." Fakat aynı parçanın gereğince görevini yerine getirmediğini düşünelim. Hatta motorun yapmak istediği bazı şeylere de engel olduğunu tasavvur edelim. İşte, o zaman bu motor parçası 'iman'ı olduğu şeyde 'İslam'ı olmadığını gösterir bize. Çünkü motorluğun gereklerine taraftarlık göstermez. Hatta o hareketlerin bazılarına itiraz da eder.

Bu da, Kur'an'da 'amenu ve amilu's-salihat' şeklinde geçtiği üzere, salih amelin neden imanın en yakın arkadaşı olarak anıldığına dair bir hikmeti gösterir bize. İmanın insanda tamam olması için İslam'a ihtiyacı vardır. Hem mürşidim de aynı metnin ahirinde der: "İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz."

Asıl konumuza gelelim. Son zamanlarda yaşadığımız 'yerli ve milli' tartışmaları içinde Bediüzzaman'ın yukarıdaki tariflerinin önemli birşeyi daha söylediği kanaati hasıl oldu bende. O da şudur: Birşeydeki yerellik ondaki İslamiyet ile mümkündür. Ne demek bu? Soruya cevap vermeden önce Barla Lahikası'na uzanıp bir parça daha alıntı yapmak istiyorum:

"Müslim-i gayr-ı mü'min ve mü'min-i gayr-ı müslimin mânâsı şudur ki: Bidayet-i Hürriyette, İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki, İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhassa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi ve kıymettar desâtîr-i âliyeyi cami olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-i Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak taraftarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek, 'müslim-i gayr-ı mü'min' ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise frenk usulünün ve medeniyet namı altında bid'atkârâne ve şeriat-şikenâne cereyanlara taraftar olduğu halde, Allah'a, âhirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavânînini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor."

Burada görüldüğü gibi: Bediüzzaman, ahiret nokta-i nazarında her iki grubun da ehl-i necat olmadığını düşündüğü halde, birinci grubun tavrını 'İslam siyasetine' veya 'siyasal İslam'a bakan yönleriyle daha olumlu buluyor. Yani, tamam, şu yukarıdaki iki duruş da ahiret saadetini kazandırabilecek duruşlar değiller. Allah'ın bizden asıl istediği duruşlar değiller. İdealimiz değiller. Bunun altını çiziyor. Fakat birincilerin duruşu, dolaylı da olsa, ümmetin saadetine hizmet edebilir bir duruş. Güçlendirebilir bir duruş. İşte, benim 'yerli ve milli' tartışmalarıyla bu metin arasındaki kurduğum ilgi de, arkadaşlar, şuradan besleniyor.

O bütünün parçası olarak dünyaya gelmemiş olabilirsiniz, hatta genel anlamda o bütünün anlamına iman etmiyor da olabilirsiniz, fakat bütünün işleyişinin detaylarını onaylıyor, destekliyor ve tarafgirlik gösteriyorsanız bu size bir 'yerellik' kazandırıyor. Hatta diyebiliriz ki: Hangi bütünlüğün iltizamlarına taraftarlık gösteriyorsanız onun parçasısınız. Türkiye'de doğup ABD'nin menfaatlerine taraftarlık gösteriyorsanız aslında oranın parçasısınız. Oranın yerelisiniz.

Yeri geldi. Ebubekir Sifil Hoca'nın, asırlar boyu İslam beldelerinde yaşayan gayrimüslimler hakkında kullandığı, 'kültürel olarak müslüman' ifadesini burada anmak istiyorum. Çünkü yukarıda arzettiğim şeye güzel bir delil oluşturuyor. Çok duymuşsunuzdur ya yine de anayım: Adam hristiyan. Oruç tutmuyor, namaz kılmıyor, kurban kesmiyor ama Ramazan'da çocuğunu sokakta birşey yerken görürse gazaplanıyor.

İslam'ın toplumsal tezahürlerine yapılmış bir saldırıyı kendisine yapılmış gibi karşılıyor. Çünkü detaylarda İslam'ın uygulamalarına bir taraftarlığı var. İslam'ın toplum hayatındaki yansımalarından hissesiz değil. Payına düşen terbiyesini almış. İşte bu gibiler, Ebubekir Sifil Hoca'nın güzel tarifiyle, 'kültürel olarak müslüman' oluyorlar.

Ancak bir başka zümre daha var. Adı müslüman. Kendisine sorsan ondan daha mü'mini yok. Fakat ezanı duysa rahatsız oluyor. Başörtüsü görse kıllanıyor. 'Namaz' desen kaçacak yer arıyor. Dinî birçok emrin, hem de açıkça, aleyhinde bulunuyor. Belki de değişmesi gerektiğini söylüyor. İşte, bu durum, o insanın yerelliğini çoktan kaybettiğini gösteriyor. Çünkü bütününe iman ettiğini söylediği şeyin detaylarına/uygulamalarına itirazları var. Sahada muteriz. Üzerinde fabrikasının ismi olsa da motorun işleyişinden rahatsız.

Böylece benim kafamda, tekfirden uzak bir şekilde, yerellik tanımı şöyle şekilleniyor: Parçası olduğun bütünün detaylardaki tasarruflarına taraftarsan yerelsin. Güzelce çalışmasının devamını istiyorsan yerelsin. İltizamlarını haklı buluyorsan yerelsin. Hatta bütünün parçası olmasan bile, çalışmasından mutlu olduğun bir bütünlük varsa, onun yerelisin. Osmanlı ordusunda Yunan'a karşı çarpışan bir Rum askeri gibisin.

Öteki türlü, ismen/cismen mü'min de olsan, imanın gerektirdiği emir/nehiy taraftarlığı sinende yer tutmadığı için, bütününün hilafına işlemeye başlarsın. Farkında ol veya olma. Bütüne taş koyarsın. İyiliğini isterken kötülüğünü getirirsin. Nitekim, herbirimiz, yakın tarihte şahit olduğumuz olayları zihnimizden bir geçirebilsek, şunlara çok örnekleri oradan bulabiliriz. Hatta teorim o ki: Bediüzzaman, Eski Said döneminde geçen şu tartışmayı tahattur edip naklederken de benzer tecrübelere yaslanıyordu. Kimbilir? Allahu'l-alem.

19 Ağustos 2016 Cuma

Siyer neden önemli?

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı kalbimizin yumuşaklığıdır. (Buna tüm zerrelerimle yemin ederim.) Onunla muhatap, onunla haşır neşir, onunla meşgul oldukça yumuşar kalbimiz. Neden? Çünkü dinin insan tarafını silsile-i nübüvvetin hâtemi olarak o temsil eder. İslam bir insana ne yapar? İman bir insanı nasıl duygulandırır? Şeriat bir insanın kalbine, yüzüne ve davranışlarına nasıl yansır? Bunların tamamı aleyhissalatuvesselamın gönülçelen varlığıyla dünyamıza dahil olmuştur.

Kur'an-ı Hakîm mürşiddir, evet. Fakat Kur'an bir kitaptır. Bir kitabın yüzü olmaz, kalbi olmaz, gözyaşı olmaz, yorgunluğu olmaz, hüznü olmaz. Bir kitap evladını kaybetmez, hasta olmaz, harpte yaralanmaz, sırtında taş taşımaz, amcasını Uhud'da şehit vermez, kızını evlendirmez, sahabesiyle şakalaşmaz. Bize olan ona da olmaz. Bu nedenle 'onda olan bize dahil olmaz.' Bütün bu açılardan baktığımızda Kur'an'ın işaret ettiği 'insan gibi insanın' ne olduğunu biz ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığının şahitliğiyle anlayabiliriz. Çünkü o, Kur'an'da vurgulandığı üzere, 'içimizden biri'dir. Bize olan ona da olmuştur. Veya ona olan bize de olacaktır.

Onun 'içimizden biri' oluşu Kur'an'ın hayatımıza nüzulü veya bir ahlak olarak hayata dahil oluşu sürecini de hızlandırır. Neden böyle olur? Çünkü ahlak sözden fazla tesir eder. Yanlış anlaşılmasın: Ahlak 'sözsüzlük' değildir. Ahlak, söz ve sözden fazlasıdır. Sözün pratiğidir. Ahlak, sözün hayatla sınanıp yine de ayakta kalmasıdır. Sözün yaşamla sağlamasıdır. Dilden çıkana kalbin de inandığını ancak ahlakla anlarız biz. Dil-i mübarekinden bize ulaşana imanının tam olduğunu hayat-ı mübarekinden okuruz:

"Hem öyle bir itmi'nân ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü ve istiğnâsı ve dünyanın fâni müzeyyenâtına adem-i tenezzülüdür."

Şeriatın 'fıtrat dengesinde' yaşanması sünnet-i seniyyenin veya siyerin fonksiyonunu inkârla imkansız hale gelir. Çünkü âlem-i insaniyetin denge taşı yerinden çekildiğinde diğer taşların hiçbirisi norm olanı vermez. Herkes ifrata yatkın olan yanıyla ifrata, tefrite yatkın olan yanıyla tefrite koşarak yaşamaya başlar dini. Hatta Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltan veya ona duyulması gereken hürmeti yitirmeye başlayan her ekol yavaş yavaş varlığa karşı saygısını ve sevgisini de yitirir. Çünkü onun dindeki fonksiyonunu azaltmak veya ona lazım gelen hürmeti makaslamak dinin içinden canı almaktır. Mü'minleri cansızlaştırmaktır. Canı olmayan ne canlıya ne cansıza merhamet eder. Merhamet önce bir öteki farkındalığıdır. Cansız ötekini farketmez ki, merhamet etsin?

Şeriatın içinde Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekenler dinin içinden merhameti de çekerler. Bugün şiddete en meyyal grupların Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dindeki fonksiyonunu azaltmış ekoller içinden çıkması tesadüf değildir. Bu nedenle bizim bugün konuşmamız gereken ümmet tarafından sakal-ı şerife gösterilen hürmet değil, Mescid-i Nebevî yanında bombalı eylem yapacak kadar o mübareğe karşı yitirilen saygıdır. Sakal-ı şerife hürmet gösterenden kimseye zarar gelmez. Çünkü o Allah Resulü aleyhissalatuvesselam üzerinden insana, canlıya ve varlığa saygı göstermesini öğrenmiştir. Asıl korkulması gereken: Dinin içinden nübüvveti cımbızlamakla kendine ve dine nasıl bir kötülük ettiğini farketmeyenlerin durumudur. Bunlar Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı çekip almakla aslında takipçilerinden canlarını alıyorlar. Kendilerini ve onları bu yolla duygusuz, saygısız, insafsız, merhametsiz robotlar haline getirdiklerini farkedemiyorlar.

Bu noktada belki bazılarınızın aklına Kur'an'daki peygamber kıssaları gelebilir. Onların, sünnet-i seniyye olmadan da, dinin insanî yanını anlatmaya güçleri yetmez midir? Kolaylıkla diyebilirim ki: Yetmezdir. Zira onlarda, bir bütün şeklinde, doğumundan ölümüne bir insan görmeyiz. Hayatının her detayı bu kadar kayıt altında ve ortada bir siyer bulmayız. O kıssalar ancak Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın varlığını bilmekle tesir edici olabilirler. Çünkü öyle insanların gerçekten yaşadığını bize ilk söyleyen siyer-i nebevîdir. Onun hayatının kapısından girer ve onun dersiyle kıssaların mümkünlüğüne iman ederiz. Mürşidim bir metninde bu noktaya isabetle dikkat çeker:

"İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin? Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir—veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."

Bugün de, sözde Kur'an adına, sünnet-i seniyyenin ve siyer-i nebevîyenin dindeki fonksiyonunu azaltmaya yeltenen bazı kendini bilmez ahmakların geldiği nokta, 'tarihselcilik' iddiasıyla Kur'an'daki kıssaları 'mitoloji' diye tasvir etmektir. Yani demek istemektedirler ki: O olaylar aslında yaşanmamıştır. Cenab-ı Hak veya Allah Resulü aleyhissalatuvesselam o kıssaları 'meşhur hikayeler' oldukları için insanlara anlatmışlardır. İşte onları böyle ahmaklığın nihayet mertebesine götüren aslında Allah Resulü aleyhissalatuvesselama karşı yitirdikleri hürmettir. Bu hürmeti yitirmelerinin ardından da onun dindeki 'olmazsa olmaz' fonksiyonunu azaltmaya ve hatta inkâra kalkışmışlardır.

Bunun bir adım ardındaki tehlike ise 'dinden canın çekilmesi'dir. Şeriattan insan fıtratının ve melekî yanların ayıklanmasıdır. Mü'minlerin kalplerinin birbirlerine ve başkalarına karşı alabildiğine sertleşmesidir. Siyer üzerinden elde ettiğimiz ahlakın ve o ahlakın bütün güzel öğelerinin bizden uzaklaşmasıdır. Halbuki Allah Resulü aleyhissalatuvesselama hürmetini yitiren aslında asl-ı insana olan hürmetini yitirir. Canlıya, cansıza, topyekûn varlığa muhabbetini yitirir. Belki biraz da bu yüzden o mübareğin ism-i mübareği anıldığında dahi salavat getiririz biz. Çünkü biliriz: Ona saygımızı yitirirsek, bizi, kendi kalpsizliğimizden kimse kurtaramaz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...