Bakara sûresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bakara sûresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ekim 2020 Çarşamba

Ayasofya açıldı da ne oldu?

Arkadaşım, binler elhamdülillah önce, sonra sorarım: "Ayasofya'nın aslına dönmesi bize ne kazandırdı?" Şimdilerde, biraz da alaycılıkla, çokları dillendirir oldu bu suali. Bense Bakara sûresinin 248. ayetinden mülhem bir cevap veriyorum buna. İstersen arzedeyim: Hani orada İsrailoğulları 'yenilgi içinde geçen bir dönemin ardından' müjdelenirler. Müjdelendikleri nedir peki? İçinde Musa ve Harun aleyhümüsselamın bakıyyesi bulunan sandığa eriştirilmeleridir. Tefsirlerde söylendiğine göre bu sandık, yeni değil, zaten daha önceleri sahip oldukları birşeydir. Fakat mağlubiyetlerinden sonra ellerinden alınmıştır. Tekrar kavuştuklarında ise İsrailoğullarını sekinete ulaştıracaktır. 

İşte, "Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söylersem arkadaşım, Kur'an-ı Hakîm'de bu hâdisenin nakledilmesindeki pekçok sırlardan birisini kendimce şöyle fehmederim: Milletler şanlı devirlerine dair eşyalardan/mekanlardan bir 'sekinet' alırlar. Onlarla göğüslerine bir genişlik gelir. Bir özgüven artımı yaşarlar. Ayaklarını zemine daha sağlam basarlar. Bunu bana söylettirenlerden birisi de mürşidimin 20. Söz'deki o meşhur cümlesidir: “Kur'ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.”

Yani mezkûr hâdisenin bize aktarılmasındaki hikmetlerden birisi de budur. Bu 'düstur-u küllî' ve 'kanun-u umumî'yi farketmemizdir. Hatta şear-i İslamiyeye dair ne varsa hepsinin ihyası mertebe mertebe bu sırra dahildir. Hem de öyledir: Ayasofya'nın vazife-i asliyesine dönmesi de bunlardandır. Osmanlı'nın inşa ettiği mirasa kendisini bağlı hisseden Türk, Kürt, Arab, Laz, Çerkes, Arnavut, Boşnak vs. her kim varsa hepsi, tıpkı İsrailoğullarının kayıp sandıklarına tekrar kavuşmaları gibi, şu müjdeli hâdiseden bir sekinet alırlar. Bir cesarete kavuşurlar. İlla ki kişi kendisini hâlâ bu cehdin parçası saysın. Varlığını burada konumlandırmayanların gözündeyse aslına dönüş kazanım değil kayıptır.

Evet. Bediüzzaman'ın "(...) âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:" dedikten sonra zikrettiği "Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de, Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir..." cümlesi de böyle bir nasihati barındırır diye düşünüyorum. Ki okuyanlar bilirler. Mürşidim bu cümlenin ardına da şu ifadeyi ekler: "O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zâlimane kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim." 

İsrailoğulları, kayıp izzetlerine tekrar kavuşturulduktan sonra, Talut'un komutasında Calut'un muazzam ordusunu devirmişlerdi. Yitirdikleri şanlı günlere tekrar kavuşturulmuşlardı. Biz de, elhamdülillah, kayıp sandıklarımızdan birisine bu sene ulaştırıldık. Sevindirildik. Cenab-ı Hakkın fazl u kereminden umudumuz o ki: Sırrı şimdi de tecelli etsin. Bizde hükmünü tekrarlasın. Birkaç asırlık bocalamamızın ardından yeniden yükselmeye muvaffak olalım. Ondan umut kesilmez. Ona hiçbirşey ağır gelmez. Onun hazinesi vermekle eksilmez. Diliyoruz. Özlüyoruz. Bekliyoruz. Âmin. Âmin. Âmin.

4 Nisan 2019 Perşembe

Yaşasın Pierre ama koşsun Karim Benzema!

Hani Bediüzzaman diyor: "Kur'an-ı Hakîm'de bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler küllî düsturların uçlarıdır." Yani, hiçbir kıssa yoktur ki Kur'an'da, o kıssanın öğrettiği dersler 'bütün zamanlar için' geçerli olmasın. Bütün zamanlarda emsali sayılabilecek olaylar yaşanmasın. Tabir-i diğerle, "Tarih tekerrürden ibarettir!" sözüne atıfla, o kıssalar 'tekerrür eden bir/birçok hakikatten' haber veriyor olmasın.

Hem yine diyor ki mürşidim: "Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."

Tarihselcileri, Kur'an'da anlatılan kıssaların 'eskilerin masalları' olduğunu söyleyenleri, bir diğer ifadeyle günümüz modernistlerini "Çaaaaaat!" diye ortasından çatlatan bu hakikate dair birçok nümuneyi kendi Kur'an okumalarım sırasında görüyor, biliyor, bazen de hissediyorum. Hamdolsun. İşte, muhterem okurlarım, onlardan bir tanesine de Bakara sûresinde rastladım. Daha doğrusu uyandırıldım. Elhamdülillah. Allahu'l-a'lem kaydıyla anlatayım. Bakalım katılacak mısınız?

Şuradan başlayalım: Efendim, malumunuz, medyada bültenlerine çoklukla rastlıyorsunuz. Batı'yla bizim iki türlü ilişkimiz var. Birincisi: Adamlar İslam coğrafyasının her köşesinde anamızı ağlatıyorlar. Canları çekiyor Afganistan'ı bombalıyorlar. Canları çekiyor Irak'a füze sallıyorlar. Canları çekiyor Suriye'yi inletiyorlar vs. Yani "Elhamdülillah müslümanım!" diyen müslümanı vatanında yaşayamaz hale getirip canından bezdiriyorlar. Sonra? Sonrası göç.

Sonrası ilginç. Şu açıdan ilginç. Böyle türlü oyunlarla müslümanları kendi coğrafyalarında yaşayamaz hale getiren Batı, bu defa da ülkesine sığınmış 'ucuz iş gücüne' sevgiyle kucak açıyor, türlü şapşik kucaklama misalleri sergiliyor. Bir yanağımız tokatlıyorsa diğer yanağımızı da okşuyor. Denize düşmüşlüğü yılana sarılacak vaziyete gelen garip-gureba da bu defa katiline âşık olan maktul edasıyla pek coşkulu 'Batılılar' haline geliyorlar.

Bu coşkunun bir nesil sonraki başarısı ise gönüllü asimilasyon. "Aman bedenim bozulacak!" diye kendi çocuklarının zahmetini çekmek isteyen Batı, yine Bediüzzaman'ın ifadesiyle, 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' sistemiyle mülteci çocuklardan kurulu milli takımlar elde ediyor. Yani, yaşasın Pierre, ama koşsun Karim Benzema! Acizler çabuk yandaş olurlar. En sağlam köleler borçlulardan elde edilir.

İşte bütün bunlar hergün rastladığımız bir hakikat olarak zihnimdeyken Bakara sûresinin 85. ayeti dikkatimi çekti benim. Kısa bir mealiyle buyruluyor ki orada: "Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası, dünya hayatında ancak rüsvaylık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir."

Haydi yüzleşelim. Sizce de burada anlatılan durum tam da bizim yaşadığımız şey değil mi? Kötülükte 'koalisyon kuvvetleri' kuran bu zümreler hakikaten de bizi yurtlarımızdan etmiyorlar mı? Sonra aç-bilaç ocaklarına düştüğümüzde de fidyelerimizi ödeyip bizi 'kendilerine borçlu özgürler' haline getirmiyorlar mı? Ortadoğu'da kan ağlatanlar Avrupa'da-Amerika'da sevgi pıtırcıkları gibi takılmıyorlar mı? Bu halleriyle, Kitab'ın bir kısmını (kendi vatanları içinde) kabul etmiş, diğer kısmını ise (başkalarının ülkelerinde) inkâr etmiş sayılmıyorlar mı? Dünyayı, kendileri için başka, başkaları için daha başka okumuyorlar mı?

Ne bileyim. Belki de yanlış bir okuma yapıyorum. Ama ayet-i kerimede anlatılanla günümüzde yaşanılanların öyle bir benzerliği var ki. Karşı koyamıyorum. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir 'külli düsturun ucu'nu da buradan yakalamışım gibi geliyor bana. Allahu'l-a'lem. En doğrusunu elbette Allah bilir. Bu yazı da hafızanızda Kur'anî bir hissedişin paylaşımı olarak bulunsun.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...