Asr-ı Saadet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Asr-ı Saadet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Eylül 2015 Salı

Kimdir bizim 'yerli'miz?

"İnsan neye sadakat gösterir?" Bencileyin bu sorunun cevabı şudur: "İnsan ancak 'emin olduğu şeye' sadakat gösterir." Bu anlamda sadakat, sınanmamışın değil, 'sınansa da doğru çıkacağından emin olunanın' arkasındaki duruşumuzu ifade eder. Kur'an'da buyrulan, "Eğer sâdıklardan iseniz delil getirin!" emri, sadakatin 'körükörüne itaat'ten ayrıldığı noktayı da fısıldar bize: Sadakat 'hakka' ve 'delil ile' gösterilen bir hürmettir. Emniyettir. Körükörüne itaatteyse hürmet gösterilenin ardında avlanılmak istenen başka şeyler/menfaatler vardır. Menfaat getireceği düşüncesi, hazdan başka delile ihtiyaç duymayan bir inanışla, (daha çok kapılmadır bu) irademizi işgal edebilir. Fakat, bir nefes, burada da sık karıştırılan bir mevzuu kurcalamaya ihtiyaç var:

Sâdığın ikna etmesi gereken karşı taraf değildir. Karşı tarafın iknası ikincil önemdedir. Zaten, karşı tarafın iknası/tasdiki üzerine bina edilmiş bir haklılık, hakiki haklılık da değildir. Hak tebliğde bulunur. Delillerini sunar. Fakat hakkın haksız tarafından tasdik edilmeye ihtiyacı olmaz. "Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir." O kendi ayaklarıyla ayaktadır. Duruşu bağımsızdır. Teveccühün sarmaşığı değildir. Bediüzzaman'ın, "Hakikî lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazilet odur ki, gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun..." ifadesinde altını çizdiği gibi: Kemalini, lezzetini, muhabbetini, faziletini kendi üzerinden tanımlayabilen şeydir 'hakiki' olan. Sahte? Sahte ise aynadaki yansımadır. 'Var kalabilmek' için dahi dışardan desteğe muhtaçtır.

Yazılarımda sık alıntıladığım bir Asr-ı Saadet sahnesi var. Yine sırası geldi. Alıntılayayım. Hz. Aişe (r.anha) annemiz anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalatuvesselamın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalatuvesselam: 'Bir aşiretin kardeşi ne kötü!' buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı. Yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince: 'Ey Allah'ın Resulü! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun. İyi davrandın!' dedim. Şu cevabı verdi: 'Ey Aişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teala'nın yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.'"[1]

Bu sahnenin kalbimi en çok avuçlayan yanı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım, 'kemalini kendi üzerinden tanımlama' meselesine vurgu yapan halidir: 'Beni ne zaman kaba buldun?' Evet, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ahlakı 'kişiye göre' değildir. O, bizzat Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklandığından ötürü, 'huluku'l-azim/pek büyük bir ahlak üzere'dir.

Peki Kur'an'ın ahlakıyla ahlaklanmak ne demek? Bence biraz şu demek: Ahlakına bir tanım, davranışına bir gereklilik, duruşuna bir delil gösterecekse, bunu Kur'an ve sünnet üzerinden yapar. Haklılığına başka dayanaklar aramaz. Konjonktüre göre değil. Muhatabının kaşesi üzerinden değil. 'İnsanlar öyle desinler!' diye hiç değil. İster Ebu Cehil konuşsun onla, isterse Hz. Ebu Bekir-i Sıddik, o yine Muhammedü'l-Emin'dir. Allah'ın emri üzere dosdoğrudur.

Dikkat ettiyseniz, sadakati konuştuğumuz şu zeminde, artık izzeti konuşmak kaçınılmaz oluyor. Çünkü sadakat, yani durduğun yerden emin olma, ister istemez izzetin varlığıyla mümkün ve de varlığından haber veriyor. Zaten 'duruşunu kendi üzerinden tanımlama' olarak altını çizdiğimiz şey de izzetle yakından ilgili birşey. Yani izzette bir 'kendine yeterlik' manası da mündemiç. Birisi hakkında "Çok izzetli bir adam. Kimseye 'eyvallah' etmez. İşini kendisi görür!" dediğimizde kastettiğimiz mana da buna yakındır.

'Gayrın tasavvuruna muhtaç olmama' meselesi, hem Allah'ın azametini konuştuğumuz zeminde, bu azametin nasıl bir büyüklüğe tekabül ettiğini, hem de izzetin mü'minde 'nasıl bir duruşun ismi' olduğunu anlamamızı sağlar. Çünkü Allah'ın izzeti aslında onun Samediyetiyle ilgilidir. Herşey ona muhtaçken o hiçbirşeye muhtaç değildir. Fakat mahlukatın izzeti Allah'tan başkasından yardım dilememeyle kaimdir.

Mü'minin izzeti, en temelde, meşruiyetini alanı sadece Kur'an ve sünnet olduğundan dolayı, ötekilerin tanımlamalarına/yargılarına göre şekil almaya muhtaç olmamasında saklıdır. Mü'minin, daha iman ederken, kapısından girdiği dünya budur. (Hadis-i şerifin, onu 'kendisinden emin olunan' olarak tarif etmesi, güzel ahlakındaki istikrara da işaret eder. Fısk ise bunun tam tersidir.) Artık ehl-i küfrün onun hakkında ne düşündüğü umurunda olmaz. O, kendini, özgü değerler dünyası içinde biçimlendirir/konumlandırır.

Biz izzeti daha çok 'Allah'tan başkasına el açmamak' şeklinde anlasak da, aslında Allah'tan başkasının doğru bulmasına, takdirine, onaylamasına, iltifatına da el açmamak bu manaya dahildir. Bu noktada Bediüzzaman'ın 23. Söz'de kullandığı demirciler çarşısı ve antika örneği ne kadar anlamlıdır:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir. İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san'atıdır."

İşte, izzet sahibi dediğimiz kişi, değerini artık demirciler çarşısında aramayı bırakandır. Eğer bir mü'min, kalbindeki imana rağmen, hâlâ ehl-i küfrün takdirini ve teşvikini bekliyorsa, onun da izzet ayarlarında bir oynama olduğu kesindir. Bu noktada, izzetin, 'kendini İslamî değerler üzerinden tanımla' ile ilgisi daha belirgin hale geliyor. Bu, onun anlam dünyasını görecelilikten kurtarıyor. Kâfirûn sûresinde de altı çizilen birşey bu. Artık çizgilerimiz netleşiyor. "Sizin dininiz size, benimkisi bana!" gücüne erişiyorsunuz.

Bu hakikaten büyük bir güçtür. İman, insanı sair mahlukata kul olmaktan kurtardığı gibi, imanın getirdiği izzet de insanı sair mahlukatın 'görelerinden' kurtarır. Tepkileri içinde mütehayyir kalmaktan azât eder. Ayet-i kerimenin ifadesiyle 'sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibi' olmamayı sağlar.

Sözgelimi: Modernizmin günümüzdeki hâkim konumu ve bunun getirisi olan "Ancak benim gösterdiklerim doğru!" baskısına karşı, bu izzet-i İslamiye ile karşı koyabilirsiniz. Çünkü onun takdirini aramazsınız. Modernizm 'değerini demirciler çarşısında arayanları' etkileyen bir kültürel hegemonyadır. Günahkârın iltifatı da ancak teveccüh-i nâsın müptelasını etkiler. Yani müşteri olan etkilenir.

Bu noktada, ahirzaman insanlarına hitap eden mektuplarının başını hep 'aziz' ve 'sıddık' hitaplarıyla doldurmuş Bediüzzaman'ın, bu iki kelime arasındaki (yani 'izzet' ve 'sadakat' arasındaki) irtibata dikkatimizi çektiğini söylemek herhalde yanlış olmaz. Onun "Aziz sıddık kardeşlerim!" dediği her metinde aslında bize öğütlenen, hem zaten Risale metinlerinin de bize aşıladığı, 'kendi değerini İslamî olan üzerinden tarif etme' nasihatidir.

İzzeti olmayanın sadakati olmaz. Kendi gibi olmaya kanaat etmeyenin de izzeti olmaz. Değerini ötekinin iltifatına göre tarif edenin, ona göre şekil, fikir ve zikir değiştirmesi kaçınılmazdır. Sadakat ise, duruş değiştirme değil, duruşunda sebat etmedir. İzzetli kişinin şanıdır sadakat. Hakikat konusunda 'kendisine yeter' bir değerler dünyasında olduğuna emniyet etmeyen elbette onda sebat edemez. İkirciliklerden, çelişkilerden, 'acaba'lardan kurtulamaz.

Nitekim, Ebu Cehil gibi bir mel'unun ve Kureyş hâkim söyleminin, miracın inkârına dair oluşturmaya çalıştığı manipülasyona da, sâdıkların şahı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) böyle direnmiştir: "Bunu o mu söyledi?" Evet. Tek sorduğu budur. Olumlu yanıt alınca da cevabı rahat ve kesindir: "O söylemişse doğrudur." Hadis ilminin üzerinde yükseldiği temel de budur.

Yanlış anlaşılmasın. Bu kesinlikle körükörüne bir itaat değildir. Delillidir. Delili ise Aleyhissalatuvesselamın yanında geçirdiği hayatın şahit olduğu 'tavizsiz doğruluğu'dur. Fakat bu duruşun aynı zamanda izzetle de bir ilgisi vardır. Nasıl? Belki biraz şöyle: Hz. Ebu Bekir (r.a.), miracın 'inanılabilirliği'ni Kureyş'in hâkim söylemi üzerinden değerlendirmez. Umursamaz. O, İslam'ın kalbine yerleştirdiği Allah inancı üzerinden bakar miraca ve der: Benim inandığım Allah'ın kudreti böyle birşey yapmaya yeter. Çünkü o sonsuz kudret sahibidir. O yapabilirken ve Nebisi de yaptığını söylerken aksi nasıl mümkün olabilir?

Arkadaşım, burası cidden önemli, eğer Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) modern fiziğe inancı, tıpkı bazılarında olduğu gibi, Kur'an'ın tarif ettiği Allah'tan fazla olsaydı, elbette o fiziğin (bugünlük) inandığı sınırlı imkanlar yüzünden tereddüde düşebilirdi. Düşmedi. Sen de birgün hakikate onun gibi iman etmeyi becerebilirsen, ki duamız hep bu olsun, dünya karşına geçse ürkmeyebilirsin. Çünkü doğrularını kendi sisteminle ifade edersin. Bir dilenci gibi ötekilerin de sırtını sıvazlaması peşinde koşmazsın. Yine dikkat et, bizden ne kadar yoldan çıkan varsa, hep bu sırtı kaşınanlardan çıkıyor.



[1] Buhari, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73, (2591); Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 4, (2, 903, 904); Ebu Davud, Edeb 6, (4791, 4792, 4793); Tirmizi, Birr 59, (1997)

7 Şubat 2015 Cumartesi

Ben neden Nihat Hatipoğlu’cu değil de Ebubekir Sifil’ci oldum

“Nitekim içinizden size ayetlerimizi okuyan, kötülüklerden arındıran, Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.” (Bakara sûresi, 151)

Nakilciliği kötülemek bir ‘ahirzaman hastalığı’ olarak müslümanlara sirayet etti. O hastalıkla malûl görünmek istemem. İslamî ilimlerin başı nakildir. Kur’an nakildir. Hadis nakildir. Diğer ilimler hep bunlardan doğar. Ancak usûl görüşüne sahip olmak, sahiplerinde şahit olduğum kadarıyla, naklî bilgiye ayrı bir zenginlik katıyor. İstikametli tefekkür buradan çıkıyor.

Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin beni en çok cezbeden yönlerinden birisi de sırf nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak, yukarıda arzetmeye çalıştığım vechile, daha güzel. Peki Mucizat-ı Ahmediye (müellifin de ahirinde dediği gibi) telifatında pek kullanmadığı ‘kale-kîle’ usûlüne göre gitmesine rağmen ‘sırf bir nakil eseri olmamayı’ nasıl başarıyor? Allahu’l-a’lem, zannımca, buna aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle muvaffak oluyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı öğreten bir eser Mucizat-ı Ahmediye.

Yalnız bu kadar mı? Değil. Kur’anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hâdiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman eserinde. Hem mucizelere dair itirazları cevaplamaktan da çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist emsallerinin) saldırılarına karşı Hanîn-i Ciz’ gibi nice mevzuun müdafaasını yapıyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle sırf bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de ‘nasıl bakılması gerektiğini’ ders veren bir tedris.

Bu açıdan diyebilirim ki: Nihat Hatipoğlu Hoca gibi isimlerde eksik bulduğum şey naklettikleri mübarek hâdiseler değil. Hâşâ. Asr-ı Saadet sahneleri veya peygamber kıssaları her mü’minin ağzının tadıdır, balıdır, şekeridir. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü razı olsun dilerim. Fakat bence, yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Sırf bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç dakikalık hüznü-heyecanı yeterli görüyorlar marifet için ve insanlara da yeterli gösteriyorlar. Halbuki ahirzaman fitnesine karşı bu çaba yetmiyor. Biz gençler şahidiyiz.

Nakilleri anlamada lazım olacak ‘bakış açısı eğitimi’ni göremiyoruz bu sohbetlerde pek. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka nazara değmesi lazım. İstikametin ‘abc’sini öğretmesi lazım. Mizanının hep yanımızda kalması lazım. Evet. Öyle olmalı. Sohbet hakkında verebildiğimiz tek malumat “Ama ne ağlattı hoca yahu!” tarzında kalmamalı. Görüşünü de yetiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında kulağında dolaşmalı. Tefekkürüne tesir etmeli. Mevzuya dair şüphelere cevap vermeli. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki Ebubekir Sifil Hoca’nın yaptığı okumalarda bir nümunesi sergileniyor. İtiraf ederim: Beni onlara meftun eden en çok bu yanlarıdır. Taş taş üstüne koyarak nazarımı yetiştirmesidir.

Mürşidim, 20. Söz’ünde özellikle kıssa-yı Kur’aniyenin bu yönüne, yani ‘umumî kanunların uçları’ oluşuna (her zaman ve zemindeki mü’minlerin hayatlarına ışık tutabilecek ‘düstur-u küllîler’ saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Onlara bakarken bu nazarla bakmamızı, aksi takdirde ‘sıradan bir vaka-yı tarihiye sanmakla’ Kur’an’ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Yani bir nevi ‘tarihselcilik belasına’ şifa sunuyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem’alar Bediüzzaman’ın 20. Söz’deki bu dersinin pratiğidir. Evet. Hiçbir hadiseye kuru bir “Vay be!” dedirtmek için baktırmıyor mürşidim. Hissemizi kollayarak tefekkür ediyor. Sadece bizi o zamana götürmekle kalmıyor. O zamanı da alıp bize getiriyor. Mesela:

“İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahv1ına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.”

Nihayet demem o ki arkadaşım: Her mü’minde bir Hanzala radyallahu anh tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının geri kalanına taşınmadığını sorgulamalı. “Neyin var Hanzala?” denildiğinde “Hanzala münafık oldu!” diyecek kadar ileri gitmesek bile “Ne yanlış gidiyor?” diye sorabilmeliyiz kendimize. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Tarihselciliğin balonu söner. İnşaallah. Öyle. Dünyanın görüp göreceği en büyük muallim Aleyhissalatuvesselamın hayatını dinliyoruz. Aldığımız duygulanmak kadar az olmamalı. Hele ahirzamanın dehşetli fitneleriyle karşı karşıyayken.

Talebenin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Öğrettiğinden-yaşadığından-cevapladığından anlaşılır. Aleyhissalatuvesselamın hayatı tükettiğiniz kağıt mendil sayısıyla ölçülebilen birşey olmamalı asla. Hissiyatın yanına ilim katık edilmeli. Geliştirmeli. Kitab’ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz. Yalnızca duygulandırdığı için değil. Hikmetine de talip olmazsak ahirzaman bizi yutar. Ne diyelim: Cenab-ı Hak cümlemizi usûlsüzlüğün vusûlsüzlüğünden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Mümin müminin aynasıdır, ama aynısı değildir

Hepimiz milli eğitimin çarklarından sayısal zekanın tek geçer akçe olduğunu sanarak geçtik. Sarfettiğimiz emekler; bizi, rakamları daha hızlı toplayan, ezberi iyi ve fakat tarih, toplum, siyaset, coğrafya ve din algısını tamamen resmî ideolojiye göre kodlanmış bir vatandaş haline getirmeye yönelikti. Bu kodlama farklı düşünmeye ve hatta “Deftere neden kırmızı kalemle not tutulmasın?” diye sormaya dahi müsaade etmiyordu. Hasbelkader şansını deneyen varsa zayıf almakla haddini öğrenirdi. Tıpkı saç traşımız gibi, uygun adım yürüyüşümüz gibi, hazırolda duruşumuz gibi... Herşey tek şekilde olmalıydı. Toplumun dengesi ancak böyle sağlanırdı.

Sonra baktık ki, kazın ayağı hiç de öyle değilmiş. Arkasıralarda uyuyan birisi, farklı bir uyanış ile kariyerine hiç beklenmedik bir noktadan başlayıp bizi geçebilirmiş. Bediüzzaman gibi hiçbir okulda uzun süre kalamayan bir öğrenci, deha olabilirmiş. Sayısal zekanın dışında, ruhsal, sanatsal, sosyal, görsel başka zekalar da varmış. Ve bu zekaların insanın kemaliyle alakası sayısal zekadan bile fazlaymış.

Eğitim hayatım boyunca okul başarımı tembel arkadaşlarıma kıyasla bir kibir vesilesi olarak taşıdığımı hatırlıyorum. Çünkü o zamanlar, başarının başka türlü olabileceğine inanmazdım. Sayısal zekan iyiyse, derslerden güzel notlar alıyorsan harikaydın! Bunları başaramıyorsan, ne yaparsan yap, beş para kıymetli sayılmazdın. Aileler yine de “onu” örnek gösterirlerdi sana. “O” derlerdi, “derslerinde hep yüksek alıyor. Sen yapamıyorsun.”

Bugünlerde Metin Karabaşoğlu ağabeyin Hakikatin Dengesi isimli kitabını okurken aklımda bunlar var. Hadis Okumaları serisinin ikinci eseri olan bu kitap aslında/belki şu cümlede saklıyor kendisini: “(...) inançsızın imtihanı hakikatsizlik ise, mü’minin imtihanı hakikatin dengesidir.”

Evet, kitap bütünüyle mü’minin asıl sınavını vermekte olduğu bu denge halini ders veriyor. Allah Resulü aleyhissalatü vesselamın Asr-ı Saadet’te korumayı başardığı çok renkliliği bugün de yaşatmayı öğütlüyor. Bazıları gibi ideal İslam toplumunu ‘tektip ordu millet’ tezi üzerinden anlatmıyor. Çok renkliliği savunuyor.

Gariptir, bu kitabı okumam esma üzerine bir tefekkür anıma denk geldi. Bir haftaya yakındır şirkten kurtulmanın kelime-i tevhidle, fakat tam anlamıyla kökünü kazımanın (çok sayıda kelime sayılabilecek) esmanın kabulü ile olabileceği üzerinde durmaktaydım. Yukarıda anlattığım milli eğitim hatasından/gururumdan hareketle kulluğa değinmek istiyor, Allah’ın kelime-i tevhidin ötesinde bütün güzel isimlerin de sahibi olmasıyla ona tek arştan değil, farklı zekalar gibi bin arştan yaklaşmanın mümkün olduğunu idrak ediyordum. Bunun da şirkin küçüğü olan kibrimizi kırmak adına çok manidar olduğunu düşünüyordum.

Şöyle demeliyim belki: Kibir kalpten kopmadan şirkin kapıları kapanmaz. Eğer Allah, Taha Sûresinde; “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler Onundur” demeseydi bize ne olurdu?

Bana öyle geliyor ki, insan, “O Allah ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilah yoktur” kelam-ı kutsîsini bilseydi yalnız, o vakit kibri, Allah’a ulaşmanın yollarını teke düşürmeye çalışarak o yolda büyüklük arayabilirdi. “Yalnız ben varım” diyebilirdi. Fakat Allah, en güzel isimleri de (hepsini birden) koruması altına alarak kendisine ulaşılacak yolların sayısını arttırıyor. Tekelcilere izin vermiyor... Bu tür bir esma bilgisinin marifet mesleklerinin tek renk renksizliğinde kalmasına engel olduğunu düşünmekteyim. Hatta Allah’a bir isminden tutunup yaklaşan birisinin kibre kapılmasına engel olduğunu da düşünüyorum.

Evet, eğer Allah’a mahlukatın sayısınca giden yollar olmasaydı; bazımız bazımızın yolu üzerine oturup “Benden izinsiz geçemezsin” diyebilirdik. Ama yolun sayısı o kadar çok ki, O’na (c.c.) her varan, “Yol yalnız benimkidir” deyip gurura kapılamıyor. Kimin, hangi ismin gölgesinde, ne kadar yaklaştığı belli değil. Bu yüzden kimse kendi mesafesinin yakınlığıyla veya yolundaki başarıyla ötekine hükmedemiyor, etmemeli. Allah, kibrin de kapısını kapatıyor böylece esma ile.

İşte bu yüzden şirkin kapısının kapanması için Taha Sûresindeki o ayetin iki kısmının da gerektiğini düşünüyorum. Böylece biliyoruz, isimler Allah’ın. Hem koruması altında, yani mülkü. Tabii o isimlerin gölgesinde duranlar da öyle. Hatta sırf böyle bir esma algısını kafamda tam anlamıyla oturttuğu için Hakikatin Dengesi’ne teşekkür ediyorum. “Mü’min mü’minin aynasıdır” hadisinde böylesi bir sır da var. Mü’min mü’minin aynasıdır, fakat aynısı değildir. Birbirlerine bakıp renk alırlar, ama bütün renklerini yitirip tektip olmazlar. Hakikatin Dengesi, insan temel hak ve özgüklüklerini daha çok tartıştığımız böyle bir dönemde okunması gereken bir kitap.

Ancak bu kitabı okuduktan sonra zikredilen ayetin tefsiri olan Yirmidördüncü Söz’ü de tekrar bir okumadan geçirmek gerek... İnanıyorum, aralarında çok paralellikler bulacaksınız. “(...) kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyetinin tabakalarında başka başka nam ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri” olan o Sultan’a (c.c.) sırf bundan ötürü bir kez daha kurban olacaksınız.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...