masumiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
masumiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2017 Perşembe

Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (3)

Bir önceki yazıda da dikkat çekmeye çalıştığım gibi: Efendimiz aleyhissalatuvesselamın gündelik hayatında, insanlarla ilişkilerinde, hatta dinî ahkamı tebliğde dahi 'vahiyden bağımsız' hareket ettiğini/edebildiğini düşünmek bir modern zaman hastalığıdır. Bu ümmete yeni arız olmuştur. Hadislerin ve o hadisler üzerine inşa edilmiş ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadının fısk yollarını kapamasından rahatsız olan, fikren veled-i zina, modernistlerin uydurmasıdır. Bununla şunu murad ederler: Eğer Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sünnet-i seniyyesi ile Cenab-ı Hakkın hıfz u himayesi arasını açabilirlerse (bunu hakikatte açamazlar ama sizin gönül dünyanızda başarabilirler) o zaman sünnet-i seniyye ile gelen ahkam 'tartışmalı' hale gelir.

Bu peygamberi postacı haline getirmenin ilk adımıdır. Zira bir 'peygamber' ile 'postacı' arasındaki fark buradan başlar: Postacının mesajın iletilmesi dışında bir mesuliyeti yoktur. İşini yaptıktan sonra işine bakar. Mesajdan bağımsız olarak yaşamaya devam eder. Taşıdığı ölüm haberi bile olsa bıraktıktan sonra gülümser. Evine dönüp neşeyle televizyonunu izler. İlettiklerini üzerinde taşımak zorunda değildir. Onlarla duygusal etkileşime girmek zorunda değildir. Yaşamak zorunda değildir. Bununla mesul değildir. Fakat peygamber mesuldür. Peygamber, sadece ilettiği mesajla değil, hayatıyla da insanlara rehber olarak gönderilmiştir. Kendisi vesilesiyle insanlığa vahyolunan hakikatlerin gündelik yaşamda nasıl karşılık bulacağı örnekliğiyle ortaya konulur. Onun hayatı vahyin ilk ve en önemli tefsiridir.

Peygamberliğin olmazsa olmazı olan 'ismet' tam da bu noktada devreye girer. İsmet olmadıktan sonra tebliğde vuku bulabilecek hatalara karşı bizi emniyette kılacak olan nedir? Hiçbirşey! Hiçbirşey gösterilemez artık. Peygamberin kendisine vahyedileni tefsirinde, ister yaşayarak ister anlatarak olsun, hata yapmadığından nasıl emin olabiliriz? Nasıl onunla gelene emniyet edebiliriz? İsmetini, yani günahtan korunmuşluğunu, kabul etmedikten sonra artık dinin tamamı şüphe altındadır. Hatta Kur'an'ın kendisi dahi şüphe altındadır. Çünkü (hâşâ) güvenilmez birisi tarafından insanlığa iletilmiş olur. Bir peygamber vahyi iletirken hata yapmaz ama postacı yapabilir. Şu işin ortası yoktur. Mürşidim bu sadedde der ki:

"Muhammed aleyhissalâtüvesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah'a iftira ettiği ve Allah'ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur."

Peygamberin postacılığını savunmakla aslında Cenab-ı Hakka da şöyle denmiş olur: "Allahım, sen, bizi doğru yola çağırmak üzere vahiy gönderdin. Ama bunu yaparken gönderdiğin kişinin hata yapmamasına dikkat etmedin. Onu kollamadın. Dersi nasıl anlattığına bakmadın. Biz onun hayatında yanlışlar da gördük. Doğrusu artık emin olamıyoruz. Acaba senin mesajını iletirken de hata yapmış olabilir mi? Korumadığına göre olabilir. O halde artık o mesaja da güvenemeyiz. Güveneceğimiz tek şey kendi aklımız. Fakat bu akıl da öyle birşey ki, zamanla ve kişiden kişiye değişir, üstelik kimse bir diğerinin aklına karşı tam olarak güven duymaz. O halde Allahım, sen bizi çaresiz bıraktın, biz istediğimiz gibi inanabiliriz. Doğru yol falan da yok. Çünkü kesinliğine güvenilebilir birşey göndermedin. Suçlu sensin!"

Ben, işte biraz da bu nedenle, Caner Taslaman'ın 'kişisel sünnet' dediği şeyi hiddetle önemsiyorum. Önemli bir tehlike olarak görüyorum. Zira altını kazdığınız zaman 'Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın insan olduğu zamanlar' ve 'peygamber olduğu zamanlar' gibi bir ayrım çıkıyor. Bu ayrımın gittiği yer de en nihayet 'insan olduğu zamanlar'da günahsız olmadığı. Hatalar yaptığı. Yanlışlara düştüğü. Yanıldığı. Fakat bu ayrım öyle de kalmıyor. Bir kere Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatını böyle iki parçaya böldünüz mü bu parçalardan birisi diğerini ısıra ısıra tüketiyor. Sizi bağlamasını istemediğiniz her emri, her uygulaması, her tavsiyesi yavaş yavaş 'insan olduğu zamanlar'a itekleniyor. Fıska bir bahane oluyor.

Üstelik bu ikili alan mü'mini şöyle bir tereddütte de bırakıyor: Şimdi bu emri verdi, ama acaba 'insan' olarak mı verdi, 'peygamber' olarak mı verdi? Hangi taraftayken verdi? Ben bunu nereden bilebilirim? O halde dinde kesin bir şekilde emniyet edilecek birşey yok. İslam diye bize anlatılan şey aşağı yukarı bir panteizmdir. Hatta azıcık daha ilerisi: Nihilizmdir. Sünnet-i seniyyeye kırılan güvenin altından en nihayet bu çıkar. "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür!" diyen İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri (r.a.) çok kıymetli bir hakikatin altını çizmişti on yıllar önce. O sözün hakikatini yıllar sonra gördük. Sünnet-i seniyye ile uğraşa uğraşa canveren Yaşar Nuri Öztürk, ömr-ü ahirinde, boşuna "Deistim!" diye haykırmadı. O yol elbette buraya çıkacaktı. Şimdi yürüyenlerinki de, ıslah olmazlarsa, oraya çıkacak.

20 Ekim 2016 Perşembe

Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir

"Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz." (Enfâl sûresi, 25) "Böylece kıyamet günü günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir." (Nahl sûresi, 25) "Gerçek şu ki; onlar, mutlaka kendi ağırlıkları ve o ağırlıklarla birlikte daha birçok ağırlık yükleneceklerdir." (Ankebût sûresi, 13)

Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Kendimi bu başlıkta hüküm verebilecek ehliyette görmemekle birlikte sorularıma da mani olamıyorum. Sormak kıdem gerektirmez merak gerektirir. Şuradan başlayalım: Bediüzzaman'ın bir masumiyet analizi var. Metinlerinde tekrar be tekrar karşımıza çıkar. Çok da önemlidir. Onlardan bir tanesini alıntılayayım:

"Bir hanede veya bir gemide birtek mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur'âniye o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi yakmasını ve o gemiyi batırmasını men ettiği halde, dokuz mâsumu birtek câni yüzünden mahvetmek suretinde o haneyi yakmak ve o gemiyi batırmak, en azîm bir zulüm, bir hıyanet, bir gadir olduğundan, dahilî âsâyişi ihlâl suretinde, yüzde on cani yüzünden doksan masumu tehlike ve zararlara sokmak, adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur'âniye ile şiddetle men edildiği için, biz bütün kuvvetimizle, o ders-i Kur'ânî itibarıyla, âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz."

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki: Ben bu tesbite tüm zerrelerimle hak veriyor ve doğru buluyorum. Hakikaten de Kur'an'da buyrulduğu gibi "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" ve 'Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm edil'(e)mez. Ancak birbiriyle bağlantılı olan bu iki bahisten birisinin diğerini 'takyid' ettiğini düşünüyorum.

Evet, bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, cereyanın, aşiretin bütün fertleri mahkûm, düşman ve mesul tevehhüm edilemez. Ancak burada vurgulandığı üzere 'suçun ferdiyeti' mühimdir. (Çünkü yukarıda alıntıladığım ayet-i kerime meallerinde olduğu gibi 'günahkârın kendisinden başkasının günahlarını yüklendiği' durumlar da vardır.) Eğer suçla ilgili olan unsurlar bu taife, cereyan veya aşirette sıklıkla ve hatta kesretle bulunsa, buradan hareketle o taifenin, cereyanın veya aşiretin geneline dair bazı tedbirler alınabilir ve İslam tarihi boyunca da böyle şeyler yapılmıştır.

Özellikle 'kitlesel taraftarlık' içeren suçlarda, örneğin Benî Nadir'in sürgününde, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın sadece bilfiil suça karışanları değil, bu suça taraftarlık gösterenleri ve belki sessiz kalanları da Medine'den sürdüğü malumdur. Yani bu sürgün, sadece fiilen suça girmişlerin değil, taraftarlık gösterenlerin de sürüldüğü bir tehcirdir. Yine 'karantina' gibi tıbbî uygulamalarda da, biz, sadece hastaları karantina bölgesinde tutmaya, olmayanları dışarıya salmaya çabalamıyoruz. Salgının rüzgârı dinene kadar, hadiste de buyrulduğu gibi, içeride olanlar dışarıya çıkmıyor, dışarıda olanlar da içeriye girmiyor. Hasta olmadığını düşünenler dahi, bunun tastamam teşhisi zor olduğu için, sözleri doğru olsa bile, evvelemirde salınmıyorlar. Ancak kesin bilgiye ulaşılınca dışarıya salınıyorlar. Hastaymış gibi bir dizi teste tâbi tutuluyorlar. Ve bu onlar adına bir mağduriyet sayılmıyor. Birinin hatasıyla başkası suçlanmış olmuyor. Hikmetin gereği bu oluyor.

Biraz da kurgusal konuşalım: İçinde masum bulunan hiçbir gemiyi batıramayacak olsanız saldırı gemilerine karşı sizi kim koruyabilir? (O gemide savaşla hiç alakası olmayan insanların bulunması her zaman muhtemeldir.) Veyahut bir düşman kalesini muhasara ettiğinizde, attığınız mermilerden illa ki kalenin masum sakinlerinden de mağduriyet yaşayanlar olur. Böyle bir mağduriyet yaşanacağı için kalenin fethinden vazgeçer misiniz? Elbette İslam hukuku savaşta bile mağduriyetlerin en aza indirileceği şekli tercih eder. Hiçbir masumun incinmeyeceği bir fetih veya savunma mümkünse o yapılır. Ancak İslam tarihinin tamamına bakıldığında böyle mağduriyetlerin hiç yaşanmadığı kaç savaş gösterilebilir? Üstelik geminin durumunun Bediüzzaman'ın temsilinde tayin edilmediğini de biliyoruz. Bu gemi bize saldırıyor durumda mıdır? Yoksa kendi halinde seyrediyor durumda mıdır? Kendi halinde seyrediyorsa ve bize zarar dokundurma ihtimali yoksa elbette masumun hatırı için vurulmaması doğrudur. Ancak ya gemi masumla dolu bir şehri topa tutacaksa? Yine de "İçinde masum var!" deyip kendi haline bırakılabilir mi?

Ben fakih değilim. Bu konulardaki fıkhî hükümleri de bilmiyorum. İnşaallah, işin erbabı olanlar sorularımın yanıtlarını da verirler. Hatalarımı da düzeltirler. Zamanın/uygulamanın müfessirliği içinde, kaydı olmayan mutlaklıkların (ne cazibedar görünürse görünsünler) hayata yansıtılamadığını düşünüyorum. Bugün karşıkarşıya olduğumuz FETÖ fitnesinde yapılan masumiyet analizleri ve etrafında süren tartışmalar da, dikkat çekmeye çalıştığım şekilde, illetin sâriliği/bulaşıcılığı ve uygulanacak tedbirlerin/testlerin standartları ekseninde düğümlenmektedir. Burada oluşan makul şüpheden bir 'suçlama' değilse de bir 'tedbirin' yapılıp yapılamayacağı tartışılmaktadır.

Şu soru yüzleşilmesi gereken ilk sorudur: FETÖ bir sâri illet midir? Bütün müntesiplerinin karantinaya alınmasını gerektirecek bir bulaşıcılığa sahip midir? Bağlılarında da bu rahatsızlığın tezahürleri sıklıkla görünmekte midir? Hasta olmadıklarını söyleyenlerin hasta olmadıklarına ne kadar inanılabilir? Test ve tedbir süreci gerekir mi? Bu meselenin birinci yanı. İkinci yanı: Bu gemi, eğer batırılmazsa, kendi halinde yolculuğuna devam mı edecektir, yoksa masum şehirlerine (15 Temmuz'da olduğu gibi) top atışı mı yapacaktır? Bediüzzaman'ın ferdî suçlar adına yaptığı analiz bulaşıcı olmayan hastalıklar için elbette doğrudur. Kimse bunun hakikatini inkâr edemez. Peki ya hastalık bulaşıcıysa?

En başa geri dönelim: Bu, cevabın değil, soruların yazısıdır. Suçlamanın değil tedbirin yazısıdır. O gözle okunmasını isterim. Sorularıma da dört mezhep kıblesinde ve selef-i salihînden dayanaklarla cevap verilmesini arzu ederim. Fıkıh metinlerinde mutlaka böyle başlıklar için söylenmiş şeyler olmalıdır. Hele test sürecinin kıstasları da mutlaka İslam geleneğinde izleri sürebilecek şeylerdir. Onlara bakmadan kesin hüküm vermek ve bu hükümde takyidsiz/tavizsiz olmak yanlıştır. Zira mutlak adalet, bizzat insanın kusurluluğundan/sınırlarından dolayı, küre-i arz üzerinde asla varolmamıştır. Maksimumu istemek optimuma razı olanlarda güzeldir.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...