"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah Gâfur'dur, Rahîm'dir." (Furkan sûresi, 70)
Hayatta bana bahşedilen her 'e-bilme'nin aslında 'e-bilemediğimi' farketmek için verildiğini söylemiştim. Söylemiştim ama izah etmemiştim. Şimdi biraz ona dair konuşmak istiyorum. Bu süreç kanaatimce şöyle işliyor: 'Birşeyleri yapabiliyor olduğunu' sanmadığın sürece 'aslında hiçbirşey yapamadığını' anlayamıyorsun. Elma şekerinin önce eline verilip sonra çekilmesi lazım. Elinin veya dilinin veya gönlünün vehmî de olsa bir varlık tanıması lazım. Sen varlığı yoksunluğundan tanıyorsun. Ne demek bu? Belki biraz şu demek:
Bilmek için sanmalara ihtiyacımız var. Öyle olmadığını sanarsak 'öyle olduğunu' öğrenebiliyoruz. Öyle olduğunu sanarsak 'öyle olmadığını' farkediyoruz. Başka şekillerde sanmadığımız şeylerin asıl hallerini öğrenmek de zor oluyor. Bunu salt 'iman etme' olarak anlamayın. İhtimal vermek bile sanrıya girer. Hayal bile bir parça sanrıdır. Herşeyin zıttıyla bilindiği şu alemde sanrısal varlık hakikat için basacak yer olur. Fakat bu öyle tehlikeli bir ayak yeridir ki, Kur'an'daki ifadesiyle, emaneti yüklenmekte gökler ve dağlar bile çekingendirler.
Mürşidimin 'ene'yi ele alışı da böyledir. 30. Söz'ü okuyanlar bilir. Onun 'hendesedeki farazî hatlar gibi' vücutsuz bir kıyas aracı olduğuna dikkat çeker. Tıpkı paraleller ve meridyenler gibi. Dünya üzerinde öyle çizgiler yoktur. Gözle arasanız bulamazsınız. Ama haritada varsayılmazlarsa konum tesbiti de zordur.
Konum bütünün kendisi değil parçasıdır. Kuşatılamayan bir bütünle konum tesbiti yapılamaz. Bütünü farazî şekilde parçalara ayırmak sınırlı olanın onun üzerindeki tasarrufunu kolaylaştırır. Neden? Çünkü bütüne hâkim olamayan 'sınırlı' parçalara bir şekilde hâkim olabilir. (Veya olabileceğini sanır.) Sözgelimi: Kaybolan bir tekneyi bütün denizlerde aramaya güç yetiremeyecek kurtarma ekipleri için bu farazî bölümlemeler 'aramaya güç yetirebilecekleri' bir parçaya ulaşmalarını sağlar. Kayıbın konumu kuşatılabilecek bir parçaya indirgenebilirse aramaya teşebbüs edilebilir. Yoksa acze düşülür.
Eğer ene olmazsa biz de bunu yaşarız. Allah'ı anlamakta acze düşeriz. Kuşatabileceğimiz parçalara ulaşamadıkça isimlerini anlayamayız. (İsimler de aslında marifetullah yolunda bahşedilmiş parçalardır.) İşte Cenab-ı Hak bize bu parçaları da bahşetmiştir. Kuşatabildiğimiz parçalara halk dilinde 'benim' deriz.
İsimlendiririz. İsimlendirmek bir açıdan parçalamaktır. İnsan birşeyleri 'kendisinin' sanır ve sonra 'kendisinin olmadığını' bu 'kendisinin sanmasıyla' anlar. Kendi tarlasından mahsulü bir emekle aldığını gören çiftçi, yeryüzü tarlasında biten milyonlarca bitki için bir 'tarla sahibi' arayınca ve de hidayet-i ilahiye ile bulunca, o sonsuz kudret sahibinden kendi tarlasını sakınamayacağını da anlar. Sonsuz bir Allah'ı kendi sözde sahipliğiyle sınırlaması mümkün değildir.
İş başkadır. İş büyüktür. İş ancak tevhidin kaldırabileceği bir yüktür. Ve böylece yola başlarken vehmettiği sahipliğini terkeder. Tevekkül eder. Yolun sonunda terkettiği yolun başında sahip çıktığıdır halbuki. Demek Allah'ın ihsanıyla bu olmuştur. Yanlışı doğruya dönüşmüştür. Öyleyse diyebiliriz ki artık:
Sanrıların/sanmaların yaratılmasında da bir hikmet var. Öyle olduğunu sanmadan 'aslında öyle olmadığını' öğrenmek mümkün olmuyor. Çünkü yanlışa düşmeden doğruyu bölebilmek mümkün olmuyor. Hem mürşidim yine bir yerde diyor: Hayır küllidir. Şer cüz'idir. Belki de, biz, bölünce elimize geçen şerlerden korkarak 'her hayır elinde olan' bütünün Rabbimize sığınmaktayız/sığınabiliriz. Bu da bir çeşit 'kötülüklerin iyiliğe çevrilmesi' değil midir?
hata etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hata etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Kasım 2017 Cumartesi
16 Haziran 2017 Cuma
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (4)
"Yaşamak için dünyayı mahvetmeye devam etmenizi neredeyse zorunlu kılan bir uygarlık sistemine tutsak olmuşsunuz." Daniel Quinn, İsmail'den.
Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.
Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.”
Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"
Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?
Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.
Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.
Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.
Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)
İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.
Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.
Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.
Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."
Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.
Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.
Hemen yazının başında ifade edeyim: Bunu Caner Taslaman'ın kendisinden işitmedim. Ama Taslamandîler şişede durdukları gibi durmuyorlar. Ondan bağımsız olarak da argüman üretmeye devam ediyorlar. İşte, birkaç yazıdır konuşuyor olduğumuz, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'insan' ve 'peygamber' olduğu zamanların ayrımı meselesinde de bu zavallı üretim devam ediyor. Her zaman olduğu gibi, siyerin veya hadislerin geneli görmezden gelinerek, aradan 'işe yarar' görülen birşeyler cımbızlanıyor ve zorlu tevillere maruz bırakılıyor. Hani, dilleri olsa, diyecekler: "Bize ettiğin nedir a insafsız!" Ama dilleri yok metinlerin. O vakit onların dilleri biz olalım. Baktıkları şeylere 'daha farklı' veya 'daha doğru' nasıl bakılacak modernistlere arzetmeye çalışalım.
Bu hâdise de, tıpkı ikinci yazıda aktardığım hâdise gibi, meşhurdur. En azından bu tip iddialarla karşılaşanlar arasında meşhurdur. Sık kullanılan bir argümandır. Yazının gelişme bölümüne geçmeden alıntılayalım: “Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara 'Siz bunu yapmamış olsanız da (hurma) olur!' buyurdu. (O sene) hurmalar koruk çıkardılar (iyi bir verim alınamadı). Hz. Peygamber (aleyhissalatuvesselam), (neden sonra) onlara (tekrar) uğradı ve 'Hurmalarınız ne durumdadır?' diye sordu. Onlar da 'Şöyle şöyle buyurmuştunuz, (biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu)' dediler. (Bunun üzerine Resûlûllah): 'Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz' dedi.”
Müslim'in Fedail kısmında geçen bu hadis-i şerif bize evvelemirde ne söylüyor? Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hurmalar hakkındaki bir tesbitinin sahabesinin beklediği türden bir sonucu vermediğini... Bekledikleri sonuç ne peki? Muhtemelen hurmalarının bollaşması. Veya en azından bir önceki sene gibi olması. Nihayetinde Aleyhissalatuvesselamın tesbitinden dünyevî bir sonuç bekledikleri belli. Ki ahirdeki durum onları şaşırtıyor. (Yoksa neden şaşırsınlar?) Efendimiz aleyhissalatuvesselam da onların bu şaşkınlığını şu sözüyle cevaplıyor: "Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz!"
Şimdi öncelikle meseleyi biraz irdeleyelim: Efendimiz aleyhissalatuvesselam mezkûr tesbiti bir emir olarak mı söylüyor? Benim yaptığım araştırmalar sonucunda öğrendiğime göre; hayır, Efendimiz aleyhissalatuvesselam 'Bundan sonra böyle yapın!' veya 'İlla böyle yapın!' diyerek onlara bunu söylemiyor. (Öyle olsaydı zaten bu emri şeriatın bir parçası olurdu. Ve biz biliyoruz ki: Allah Resulü, dinin bir parçasını 'Sonuç iyi olmadı!' diye geri bırakmaz veya değiştirmez. Çünkü bu din vahiy üzerine kurulmuştur. Sonuçlar üzerine kurgulanmamıştır.) Onlara, güzel âdeti olduğu üzere, fıtrî olanda hayır olduğunu ifade eder bir ders veriyor. Peki bu dersin amacı ne?
Aşılama, sizi de az-çok bildiğiniz gibi, ağacın kendiliğinden yaşadığı birşey değildir. İnsan elinin karışmasıyla yaşanır. Birçok aşılama şekli vardır ki, bunlar, aslında bitkinin doğal meyve verme sürecine yapılmış dış müdahalelerdir. Süreci hızlandırmayı, risklerden korumayı veya sonucu arttırmayı hedeflerler.
Başka ağaçlara aşılanmış meyve ağaçları olur. Bu onların daha güçlü olmasını sağlar. (Aşılandıkları ağaç güçlü bir ağaçtır.) Belki kendi kökleri üzerinde yükselse hastalanacak olan ağacın diğer ağacın kökü sayesinde hastalıktan korunması sağlanır. (Veya büyümesi hızlanır. Veya daha çok meyve verir. Veyahut daha başka bir fayda.) Ancak bunun bir de bedeli vardır.
Aşılanmış ağaçtan yediğiniz meyve orijinal meyvenin tadını vermez. Isırdığınız anda, o meyvenin aşılanmış ağaçtan mı, yoksa fıtrî haliyle yetişmiş ağaçtan mı geldiğini anlarsınız. Tadı bunu söyler. Kıvamı bunu söyler. Kokusu bunu söyler. Sindirimi bunu söyler. Her açıdan, orijinal haliyle kalmış, fıtratı bozulmamış, insan müdahalesi yaşanmamış ağacın meyvesi daha güzeldir. Bu dediğimi böylesi tecrübeleri olanlar zaten bilirler.
Bu iş ağaçta böyledir de başka şeylerde farklı mıdır? Hayır. Balda da böyledir. Reçelde de böyledir. Çiçekte de böyledir. Tahılda da böyledir. Böyledir de böyledir. Mürşidimin ifadesiyle 'bulaşık beşer eli' karıştıkça işin tadı kaçar. Düzen bozulur. Ahenk söner. Çünkü Allah herşeyi zaten 'en güzel şekilde' yaratmıştır. Fıtratına bırakıldığında her çocuk müslümandır. Fakat insan murat ettiği başka faydalar üzerinden bazen bu çocuğun ahlakına karışır. Daha fazlası için daha doğalı feda eder. Onu yahudi, hristiyan veya mecusi yapar. (Yazar burada 'Her çocuk fıtrat üzere doğar...' hadisine atıf yapıyor.)
İnsan sadece insana yapmaz bunu. Ürettiği ve tükettiği herşeye yapar. Karıştığı herşeyi karıştırır. Ki bugün GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile yapılan tarımın sonuçları da bize aynı hakikati söyler... Son zamanlarda bu konu hakkında yazılan-çizilen epey şey olduğu için daha fazlasını karalamıyorum. Özetle: Kuyruğumuz çıkmadan, kanser olmadan, insandan başka birşeye dönüşmeden sonlandırdığımız her gün için Allah'a şükretsek yeridir.
Doğal olanda sağlık olduğunu artık hepimiz kabul ediyoruz. Sunî olanın saltanatı son on yılda epey yıkıldı. Bir zamanlar süttozunun sütten daha sağlıklı olduğu, meyve konsantrelerinin meyveden daha fazla besin değeri taşıdığı, vitamin haplarının sebzelerden daha iyi iş gördüğü yönünde modern medeniyetin yükselttiği bir algı vardı. Başımızı duvara çarpa çarpa bunun böyle olmadığını öğrendik. En doğru olanın doğal olduğunu, yani Allah'ın yarattığı gibi kalan olduğunu, üzerinde yapılan 'en iyi niyetli' oynamaların bile kötü sonuçlar verdiğini yaşanan bir dizi kollektif sağlık sorunuyla bizzat tecrübe ettik. Geldiğimiz nokta, en azından, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın fıtrî olana düşkünlüğünü anlamakta bize bir bakış açısı sunmalı.
Burada kalmayalım. Miraç hadisesini hatırlayalım. Orada kendisine süt ve şarap sunulduğunda Efendimiz aleyhissalatuvesselam hangisini seçmişti? Peki, onun yaptığı seçim üzerine, Cebrail aleyhisselam ne söylemişti? Biz ilgili hadislerden biliyoruz ki: Aleyhissalatuvesselam sütü seçmişti. Cebrail aleyhisselam da "Fıtratı seçtin!" diyerek onu tebrik etmişti. (Çünkü şarap üzüm suyuna müdahele edilerek yapılır. Süt ise sağıldığı andan itibaren zaten süttür. Ayrıca müdahele istemez.) Buradan alınız ve Efendimiz aleyhissalatuvesselamın hayatının geneline bakınız. Onun her zaman fıtrî olana düşkün olduğunu görürsünüz. Bu onun "Hayır Allah'ın seçtiğindedir!" sırrına yaşamıyla yaptığı bir tefsirdir. Fıtrî olanın bozulmadan devam etmesini ister, tavsiye eder, savunur.
Bunu, modern medeniyetten, 'dünyayı mahvetmek pahasına da olsa daha fazla üretim sahibi olmak' dersini alanlar anlayamaz belki. (Onların alacağı ders kendi başlarına koparacakları bir kıyameti/çevresel felaketi bekler.) Ama bir mü'minin daha kolay anlaması gerekir. Yahut da şöyle: "Tevhide iman etmiş bir müslümanın, bu imandan gelen bakış açısıyla, Efendisi aleyhissalatuvesselamın 'fıtrî olana meylini' anlaması gerekir."
Eğri de otursak doğru konuşalım: Bugün biz de organik tarımla (aslında fıtratına uygun) yetişmiş bir domatesle GDO'lu domatesi yanyana koyunca sonuçtan tatmin olmuyoruz. (Özellikle eken/satan/alan hiç memnun olmuyor.) Karpuza özenmiş şu domatesimsi şey, çürük-çarık, körpe-küçük diğerinden daha ihtişamlı görünüyor. (Fiyatı ise daha ucuz!) Fakat bugün ulaştığımız düzlemde akıl ve bilim hangisinin daha faydalı olduğunu söylüyor? Peki siz daha çok hangisini alıyorsunuz? Peki tarımcılar en çok hangisini ekiyor? İşte, siz de, bu açıdan dünya işini Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan iyi biliyorsunuz(!). Çünkü dünya işi kısavadeli iştir. O güzeller güzeli, dünyaya dahi, salt dünyayı düşünerek bakmaz. Salt ürün, salt sonuç, salt tüketim gözüyle bakmaz.
Ve, ey modernist, sen de şunu dinle: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'daha çok' yerine 'daha fıtrî' olanı seçmesi onu hatalı yapmaz. Buradan şu meş'um sonucu çıkaramazsın. Bu hadiseye bakarak onun ismetine halel getirmek haddin olamaz. Ancak onun işaret ettiği büyük hakikati kuşatamadığından kendi aklının ve anlayışının darlığını ortaya koymuş olursun. Sen de bu bahisten şu dersi işiteceksin. İşiteceksin ki kem iddiandan tevbe edesin.
14 Haziran 2017 Çarşamba
Caner Taslaman nerede hata yapıyor? (2)
Bu konuyu, Caner Taslaman'ın kendisiyle değil, ama 'Taslamandîlerin' bazı üyeleriyle konuşma fırsatı buldum. 'Kişisel sünnet' dedikleri şeyin bir dayanağı da Bedir harbi öncesinde ordunun yeri hakkında yaşanan meşhur olay. Hatırlayamayanlar için, detaylarına girmeden, küçükçe aktaracağım: Bir sahabi, Allah Resulü aleyhissalatuvesselama "ordunun yerinin Allah'ın emri mi, yoksa kendi seçimimi olduğunu" soruyor. Efendimiz aleyhissalatuvesselam da bunun 'kendi seçimi' olduğunu söylüyor. Sahabi efendimiz bunun üzerine 'oranın değil de kuyulara yakın bir yerin tutulmasının' daha doğru olacağını ifade ediyor. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da onu tasdik ederek ordunun yerini değiştiriyor.
Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."
İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.
Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"
Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!
Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.
Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"
Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.
Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.
Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!
"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?
Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?
Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
Hâdise özetle bu. Şimdi Taslamandîlerin (Caner Taslaman hakkında birşeyler karaladığımda hep beraber saldırmalarından dolayı onlara bu ismi veriyorum) bu olaydan çıkardıkları muhteşem hakikate(!) gelelim. Onlar diyorlar: "Bu olay da gösteriyor ki; Peygamberimiz, hayatının her anında vahiyle hareket etmezdi. Kararlarını kendisi verirdi. İsabet de hata da ederdi. Hepsi için vahiy aramazdı. Eğer bu kararları, tıpkı bizim gibi, kendisi veriyorsa onları dinden saymamalı. Baksanıza! Yanlışlığı konusunda uyarıldığında düzeltiyor çünkü. O halde biz de oturup Efendimizin neleri kendi seçimi neleri vahiyle yaptığını belirlemeliyiz. Vahiyle geldiğinden emin olduğumuz kısımları uygulayıp ötekileri 'illa yapılması gerekenler' gibi görmemeliyiz. Yanlışsa da düzeltmeliyiz."
İddia özetle bu. Nübüvvete bakışta ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadına kıyasla acayip farklar içeren bu yeni inanışta, sizin de dikkatinizi çekmiştir, daha önce bu ümmetin şüphe etmeyi aklından bile geçirmediği pekçok şey 'tartışılabilir' hale geliyor. Mesela: "Aleyhissalatuvesselamın 'ismet'i var mıydı gerçekten? Yani hakikaten günahsız/hatasız mıydı? Hem her eylediği ile ümmete örnek olur muydu? Her eylediği Allah'ın gözetiminde miydi? Sahabe onu böyle görür müydü?" Eğer yukarıdaki hâdiseyi Taslamandîler gibi okursanız bu soruların yanıtını 'evet' olarak vermeniz zor. Hatta, ister-istemez 'hayır' diyeceksiniz, zira yaşanmış böylesi bir olay var. Efendimiz aleyhissalatuvesselam hata yapmış(!) ve hatasını da sahabisi düzeltmiş. O da onu tasdik ederek, yani ordunun yerini değiştirerek, hatasını doğrulamış.
Vay arkadaş! Dehşet birşey bu. Meseleyi böyle okuduğunuz anda sünnet-i seniyye ile gelen bilginin üzerinde 'soru işaretleri' uçuşmaya başlıyor. Dinin ayağını bastığı zemin kayboluyor. İlk bakışta hemen farkedilmeyen bir dinamitleme var burada. Nasıl? Belki şöyle: Eğer ismet konusu yara alırsa, yani Efendimiz aleyhissalatuvesselamın eylediklerinin vahyin emri ve koruması altında olduğu inancı zedelenirse, sünneti itimad edilebilir kılacak olan nedir? Elcevap: Hiçbirşey... Öyle ya! O da her insan gibi hatalıysa ondan rivayet edilen şeylerin (sözlerin/eylemlerin/eylemsizliklerin) bağlayıcılığı nasıl ve neden olur? İşte, burada, Kur'aniyyun taifesinin zaten yıllardan beri geveleyegeldikleri sihirli değneğe iş düşüyor: "Sünneti Kur'an'a arz etmek!"
Ne değnek ama! Akılları değnek kadar olmayanların eline verilmiş bir değnek! Sanki, Cenab-ı Hakkın hatırına (hâşâ) Peygamberini, ümmetini dini hakkında mütehayyir/şaşkın bırakacak, neye uyup neye uymayacakları konusunda şüpheye düşürecek hatalardan korumak gelmemiş gibi, Peygamber de "Ben sonrası tufan!" tavrıyla hareket etmiş gibi, bugün biz dini Peygamberin hatalarından koruyacağız! Modern zaman Samirîliğine bak hele!
Oy, oy, oy... Dini, o dini getiren güzeller güzeli Peygamberin, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiği' söyleyen Peygamberin hatalarından koruyoruz! Ne cür'et! Ne galat! Ne herze! Ne hadbilmezlik... Kişinin ahiretini/akıbetini cayır cayır yakacak ne kem sözler! Ama söyleniyor artık bunlar. Söyleniyor, çünkü yukarıda arzettiğimiz gibi, ellerine geçmiş bir tane hâdise var. Hadis inkârcılığında level atlamış adamlar, normalde Kütüb-i Sitte dense alerjiden kaşım kaşım kaşınan kaşarlar, aksine, bu örnekte ise siyere inanmakta ısrarcılar. Bu defa işlerine yarıyor çünkü. O böyle anlaşılmakla dümenleri çevriliyor.
Hiç sual edilmiyor ki: Sahabe, eğer bizim gibi düşünüyor olsa, öyle bir-iki değil, yaptığı her amelde Allah Resulü aleyhissalatuvesselama aynı soruyu sormaz mıydı? "Ya Resulallah, öğleyi dört kıldırıyorsun ama, bu senin kararın mı, vahiyle mi geldi?" Veya sağ ayağıyla mescide girdiğini görünce sorarlardı: "Ya Resulallah, sağ ayağınla mescide giriyor ve bunu tavsiye ediyorsun, amma bunu kendin mi seçtin, yoksa sana bu bilgi vahiyle mi geldi?"
Sahabinin, yukarıdaki hâdise hariç, böyle bir sorgulaması yok. (Onun nasıl anlaşılması gerektiğini ise ileride konuşacağız.) Böyle bir endişesi yok. Böyle bir acabası yok. Bu sorgulama, bu endişe, bu acaba bugünün müslümanlarına (onların arızalı bir kısmına) arız olmuş bir arıza. Yoksa Efendimiz aleyhissalatuvesselamın tuvalet âdâbı bile sahabesi tarafından taklit ediliyor. Her eylediği, daha o böyle eylemeyi emretmeden, sahabe için merğup oluyor.
Peki, bir tek hâdiseden, bu ümmetin sünnet-i seniyyeye imanını dinamitleyen şu bakış açısı nasıl çıkıyor? Efendim, işin özü şöyle, insan kast-ı nazarla bakmaya görsün, aradığını illa buluyor. Zaten vurgu böyle bir sihirdir. Azı çoğa galip eder. Bunlar da hakkı değil 'kendi herzelerini doğrulayacak (doğrulayacak şekilde bükülebilecek) hâdiseyi' arayarak baktıkları için siyere, elbette, arzularına göre yorumlayacakları şeyleri buluyorlar. Yoksa, pekâlâ, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kendi reyini terkedip istişare kararını kabul ettiği Uhud'da yaşananlar üzerinden de tam tersi bir sonuç çıkarabilirlerdi. Öyle ya! Orada da Aleyhissalatuvesselam 'savunma savaşı yapılması fikrini' sahabisinin ağırlıklı görüşü farklı tecelli ettiği için terkediyor. Sonuç? Sonuç 'Keşke savunma savaşı yapılsaydı!' dedirtecek türden.
Yani, her nasıl oluyorsa, ikincisi 'istişarenin önemini anlatmak hikmetiyle' okunabiliyor da, birincisi aynı perspektiften okunamıyor. Uhud'da, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, hakkında rüyası da olan (ki sadık rüya vahyin bir parçasıdır) savunma savaşı görüşünü sahabisine ders vermek için terkediyor da, Bedir'deki mezkûr hâdisede bunu aynı hikmetle yapamıyor oluyor!
"Efendimiz hatalı bir yer seçimi yapmışmış. Sahabisi bu hatayı düzeltmişmiş..." Peh! Bedir'de, ordu, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın dediği yerde kalsa, savaşın kaybedileceğinin garantisi mi var? O seçimin Peygamberî ferasetten yoksun olduğunun delili mi var? Bunların hiçbiri yok. Sadece bir sahabinin (Allah ondan razı olsun) itirazı ve Efendimizin onun itirazına verdiği değer var. Bu müdahalenin kaybedilecekken kazandırdığına veya olacakları çok etkilediğine dair hiçbir veri yok elimizde. Ne biliyoruz, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın bu tasdikinin de, Uhud'daki gibi ümmete bir ders niteliği taşımadığını? İstişare ahlakını öğretmediğini?
Anlamak mümkün değil gerçekten: Şeriatın ahkamıyla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan bir meselede, bir sahabi, Aleyhissalatuvesselamın seçimine itiraz ediyor diye; nasıl oluyor da, onun hiçbir itirazla karşılaşmamış, konumu ve önemi asla sorgulanmamış, sahabinin büyük bir ehemmiyetle ve iştiyakla uygun hareket ettiği şeriata dair uygulamaları 'sorgulanabilir' oluyor? Bu büyük bir hadbilmezlik değil mi? Eğer bu dediğiniz sahabinin her meselede süregiden bir anlayışı olsaydı, yani onlar da sizin anladığınız gibi meseleyi anlasalardı, bize böyle bir tane hâdise değil, binlerce hâdisenin nakledilmesi gerekmez miydi? Dine dair her meselede, sahabe, Efendimiz aleyhissalatuvesselama aynı şekilde sormaz mıydı? Buna dair birşey duyan var mı Allah aşkına?
Elbette böyle birşey yoktu. Olamazdı. Çünkü sahabe şu ayetleri bizden daha güzel idrak ediyordu: "Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir..." Allah bize de bu ayetlerden hakkıyla istifade edebilmeyi nasip eylesin. Âmin.
12 Eylül 2015 Cumartesi
Bediüzzaman hatasız mıydı? (2)
Bu serinin birinci yazısında[1] bir karmaşaya dikkat çekmiştim. Yüzleri Nur talebelerine dönük olarak; "Bediüzzaman'ın hiç mi hatası yoktu be kardeşim?" diye soranlar aslında o cümleyle zâhir-i cümlenin işaret ettiği manayı değil, başka bir manayı murad ediyorlar. Çünkü görünüşte cümlenin ifade ettiği şeye hiçbir Nur talebesi dönüp; "Haşa, o hata yapmaz. İsmet sahibidir!" şeklinde karşılık vermez/veremez. Verirse, zaten Nur dairesinde kalamaz. Nur talebeliği Bediüzzaman'ın 'masum imamlığına' iman etmekle değil, onun da (sık sık altını çizdiği gibi) hataya açık olduğuna iman etmekle mümkün olan birşeydir.
Fakat dediğim gibi; yukarıdaki sorunun sahipleri, o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu, diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: "Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?" İşte Nur talebeleri olarak biz buna "Hâşâ!" diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur'an ve sünnet içinde ve de ehl-i sünnet geleneğinde bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, 'asıl itibar edilecek olan' olarak gelmeyebilir. Siz, diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.
Bugünlerde okuduğum İstikamet Yazıları 1 kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca'nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyor. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:
Devamında ise bunun 'masumluk' anlamına gelmediğini; sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) 'udul'le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:
Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben, Bediüzzaman'ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun Nur talebelerinin mürşidlerini savunurken hissettikleri ve inandıkları şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani Nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman'ı 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak' görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.
Şimdi soruyorum: Bir insanı 'mürşid' bilmek zaten onun duruşunu 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla' mümkün değil midir? Biz, mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman'ın sapkınlıklarını isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman'a her atar yapana "Sen de haklısın..." demek değil, mürşidimizi savunmaktır. Sadakat bunu gerektirir. 'Talebenin sadakati' bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife'yi (r.a.) savunurken, herhalde 'masum imamlığını' savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin.
[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/07/bediuzzaman-hatasz-myd.html
Fakat dediğim gibi; yukarıdaki sorunun sahipleri, o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu, diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: "Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?" İşte Nur talebeleri olarak biz buna "Hâşâ!" diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur'an ve sünnet içinde ve de ehl-i sünnet geleneğinde bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, 'asıl itibar edilecek olan' olarak gelmeyebilir. Siz, diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.
Bugünlerde okuduğum İstikamet Yazıları 1 kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca'nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyor. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:
"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını 'udul' kabul eder. Bunun anlamı (Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi) onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler."
Devamında ise bunun 'masumluk' anlamına gelmediğini; sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) 'udul'le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:
"Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. 'Sohbet' şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından (nadiren de olsa) içki içmiş, zina etmiş... kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, 'sohbet-i canan'a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır."
Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben, Bediüzzaman'ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun Nur talebelerinin mürşidlerini savunurken hissettikleri ve inandıkları şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani Nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman'ı 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak' görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.
Şimdi soruyorum: Bir insanı 'mürşid' bilmek zaten onun duruşunu 'güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla' mümkün değil midir? Biz, mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman'ın sapkınlıklarını isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman'a her atar yapana "Sen de haklısın..." demek değil, mürşidimizi savunmaktır. Sadakat bunu gerektirir. 'Talebenin sadakati' bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife'yi (r.a.) savunurken, herhalde 'masum imamlığını' savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin.
[1] http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/07/bediuzzaman-hatasz-myd.html
7 Temmuz 2015 Salı
Bediüzzaman hatasız mıydı?
Daha evvel de bu konu hakkında yazdığımı anımsıyorum. Fakat dönüp dönüp tekrar önüme çıktığı için bir yazı daha yazsam israf olmaz zannederim. Doğrudan mevzuya gireyim: Bediüzzaman hatasız mıdır? Elcevap: Hayır. Bu, kendisinin eserlerinde bizzat yaptığı tashihatla ve yine 'ismet sahibi olmadığının özellikle altını çizdiği' beyanlarıyla sabittir. Hepsini buraya alamayacağım. Hacmi çoktur. Fakat, mürşidimin hayatını dahi Eski Said ve Yeni Said diye ikiye ayırdığı hatırlanırsa, özeleştiri mahiyetindeki ifadelerinin ne denli çok olduğu tahmin edilir. İki örnek verip geçeceğim:
1) Kastamonu Lahikası'nda Münazarat'ta yaptığı iki tesbite yönelik düzeltmesi. 2) Şualar'ın sonunda ebced/cifr hesaplarına dair yaptığı hataları (hesap hatalarını) ilave metinlerle düzeltmesi. (Ki yaptığı hataları ve düzeltmeleri aynı eserde beraberce okuyabiliyorsunuz. Böyle de hatalarıyla barışık bir Üstada sahibiz.) Buna benzer başka düzeltmeleri de var. Fakat dediğim gibi: Yazıyı uzatmamak için alıntılamıyorum. Bunun dışında, yine, sözlerinin okurları tarafından sınanmasını salık verdiği birçok beyanı var. Mihenge vurulmayı talep ettiği yerler var. Bunlar her Nur talebesinin malumu şeyler.
"Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü... Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki: Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir."
Peki, bu temcid pilavı gibi soru cümlesi neden dönüp dönüp bizim karşımıza çıkıyor: "Bediüzzaman hatasız mı?" Bunun sebebi bence şu: Bu cümleyle kastedilen yukarıda bahsettiğim şey değil. Kastedilen ismetsizlik olsa zaten Nur talebelerinin buna bir itirazları yok ve olamaz da. Onların da bağlı bulundukları ehl-i sünnet itikadı peygamberlerden başkasına böyle bir yüklemeyi kaldırmaz. Aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini her ehl-i sünnet mü'min gibi nur talebeleri de gayet iyi biliyorlar. İtikatlarının ehl-i sünnet itikadından hiçbir farkı yok. Sadece bu meselede değil her meselede durum böyle. Nur talebeleri, bu bilginin dostlarımızı şaşırtmadığını biliyorum, ehl-i sünnet itikadına sahiptir.
Bu 'Bediüzzaman hatasızdı-değildi' muhabbetinin yaslandığı şey, Bediüzzaman'ın bir işte, bir fiilde, bir amelde, her insanın yapabileceği şekilde, bir hataya düştüğü/düşebileceği manası değil. Öyle olsa zaten sorun yok. Pek güzel anlaşabiliriz. Çünkü hemfikiriz. Ama hayır! Bu sorunun altında yatan mana aslında şu: Bediüzzaman ısrarla bir yanlışı takip eder miydi? Veyahut biraz daha sertçe yüzleşelim: Bediüzzaman ehl-i sünnet itikadına uymayan bir sapkınlığı ömrü boyunca savunmuş muydu? Soruyu bu şekilde, aslında onunla kastedilen şey halinde karşımıza alınca, nur talebelerinin böylesi muhabbetler esnasında neden gerginleştikleri de daha net anlaşılıyor. Çünkü itham edildikleri şeyin her kulun maruz kaldığı/kalabileceği bir hataya düşme, sürçme değil; bir 'hatada ısrar etme' hatta 'hatayı ekole dönüştürme' yani bir nevi sapkınlık suçlaması olduğunu ferasetleriyle hissediyorlar.
Şimdi, soruyla böyle yüzleşilince, cevabımız ikileşiyor. Başa dönelim: Bediüzzaman ismet sahibi miydi? Cevabımız: Hayır. Hâşâ. Bediüzzaman hata yapmış mıdır? Cevabımız: Evet. Gayet tabii. Peki, Bediüzzaman, itikadî/amelî bir yanlışı onu takip eder şekilde, savunur şekilde, inanır şekilde veya doğru bilir bir şekilde yaşamış/anlatmış mıdır? İşte, çevresindeki bütün sisleri dağıtarak, kavgamızın düğüm noktasına geldik:
Hayır! Yüzbin kere hayır! Onun takipçileri/talebeleri olarak buna inanmıyoruz. Hayatı ve eserleri içinde gördüğümüz istikamet bizi ondan emin kılıyor. Devri ulemasının ona hürmeti bizi ondan emin kılıyor. Talebeleri içindeki ehl-i ilim ağabeylerin ona muhabbeti bizi ondan emin kılıyor. Hem o bizim istikametinden emin olduğumuz mürşidimizdir. Ve talebeliğin en temel hassalarından birisi, kendisinin de neredeyse her mektubunun başında altını çizdiği gibi, sadakattir. Mürşidine sadakat göstermektir. Bunu körükörüne bir itaat olarak algılamayın lütfen. Zira Kur'an bize şöyle emrediyor: "Sâdıklardan iseniz delil getirin!"
Ve biz de mürşidimiz bildiğimiz Bediüzzaman'a sadakatimizi 'delil getirerek' ve 'onun getirdiği deliller üzerine çalışarak' koruyoruz. Yani bu noktada hiçkimsenin Nur talebelerine şöyle deme hakkı yok: "Mürşidinizin fikrine delil bulmaya, savunmaya, açıklamaya çalışıyorsunuz. Demek ki onun ismet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz!" Kusura bakılmasın ama, bu telden bağlama çalmaya devam edersek, neredeyse her mürşidin takipçileri bahsettiğiniz dalalete düşmüş sayılır. Hatta İmam-ı Azam (r.a.) karşı yapılan eleştirilere karşı onun savunmasını yapan İmam Yusuf (r.a.) bile. Hatta ona cevabî bir metin kaleme alan İmam-ı Şafii (r.a.) bile.
Şunu söylemek istiyorum: Hangi ekolün müntesibi yoktur ki mürşidinin çizgisini savunmasın ve onun talebelerinden hakkı olarak davasına delil getirmeye gayret etmesin? Ehl-i sünnet içi (hatta dışındakilerin bile) her ekol sahibinin en tabii hakkını nur talebelerinin elinden almak mıdır objektif olmak? Hakkı olan savunmayı yapmak mıdır Bediüzzaman'ı günahsız/ismet sahibi saymak? Rüştü Asyalı'nın Keloğlan'da sorduğu gibi sormak gerekiyor o zaman: "Adaletin bu mu cazgır?"
Yazıyı uzatacak ama, meseleyi hemen ebced/cifir meselesine de bağlamak istiyorum. Çünkü girdiğim bütün tartışmalarda kuyrukları neredeyse birbirine bağlı iki meseledir bunlar. "Bediüzzaman hatasız mıydı?" sualinin arkasını biraz kovalarsanız ilk varacağı yer ebced/cifr meselesidir. Bu bahsin bir diğer enteresan yanı: Bazı ehl-i sünnet müdafilerinin (Allah onlardan razı olsun) ve bazı modernist/ehl-i bid'a fikir erbabının (Allah onları ıslah etsin) beraberce eleştirdikleri bir yanının olmasıdır. Yani ne onlar severler bu meselede nurcuları, ne ötekiler.
Bir kere zaten ebced/cifr gibi bir yanı keşfe bakan meselelerin ümmetin tamamını bağlayıcı bir yanının olmadığını akılda tutmak gerek. Yani bir âlimin keşfine, ancak o âlime itimadınız va sadakatiniz varsa, tâbi olabilirsiniz. Risale-i Nur'u doğru dürüst okumamış, Bediüzzaman'a intisabı yok, belki yalnız muhabbeti var; böyle bir insanın kafasına vurur gibi bu konulardan bahsetmek yanlıştır. İnanmasını dayatmak daha da yanlıştır. Bediüzzaman dahi bu konuyla ilgili eserlerini önceleri mahrem tutmuş, sonraları talebelerine (en haslarından başlayarak) okutmuştur. Hem hepsinin ardından "Allahu'l-alem!" demiştir. Bu hiyerarşiyi görmez gibi, bilmez gibi, daha dün daireye girmiş-girmemiş birisiyle ebced/cifir kavgasına girilmez. Dayatılmaz. Çünkü ilgili yerlerde Bediüzzaman'ın defalarca ve defalarca altını çizdiği birşeydir: Bu onun kanaatidir. Kanaate itiraz edilmez. (Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece.) Keşfin böyle bir yanı vardır. Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da ebced/cifr konulu bir yazısında (Hikemiyât isimli eserinde) şöyle der:
"Bununla birlikte Allah'ın veli kullarının, geçmiş ve geleceğin gaybı hakkında keşfî bilgi edinmesinin her zaman mümkün ve vaki olduğuna inancımız da tamdır. Ancak Ehl-i Sünnet âlimleri, böyle bilginin bile diğer insanları bağlayıcı kesin bir delil olmadığını ve onu elde edenin de, diğer dinî delillerle çatışmaması şartıyla onunla amel edebileceğini söylemişken; cifr gibi kesinliği hakkında elimizde herhangi bir dinî delil bulunmayan bir uğraş sonucu elde edilen bilgilerin dinî herhangi bir değer taşımadığını akıldan çıkarmamak gerekir."
Ben bu duruşu istikametli buluyorum. Zira birşeyin yokluğuna hükmetmenin, Kur'an müslümanlarının bu sıralar sıklıkla yaptığı gibi, "Kur'an'da yok!" denilerek yapılamayacağına kaniiyim. (Kur'an'da ve sünnete açıkça "Bu yoktur!" deniliyorsa o başka. Ancak ebced/cifr meselesinde böyle bir nehiy yok diye biliyorum.) Fakat bu ilim sonucu elde edilen bilginin de ümmete boyun eğdirici/bağlayıcı bir yapısının olmadığını en az Ebubekir Sifil Hoca kadar savunuyorum.
En nihayet, bu, nur talebelerinin bir iç meselesidir. Bediüzzaman'a muhabbet ve intisab miktarınca kanaat getirilecek birşeydir. Onun dediği gibi "Allahu'l-alem!" diyerek alınacak bir bilgidir. Bediüzzaman, bu hesapları açıkladığı eserleri boyunca, bu sırrın altını çizmiştir. Kendisine katılmayanlardan beklediği ise saygıdır, edeptir, hürmettir. Bu hesabı daha önce kullanan İslam büyüklerine, mesela İbn-i Arabî (k.s.) veya Necmeddin-i Kübra'ya (k.s.), gösterilen saygıyı bekler sadece. Hatta benzer itirazları dillendiren bir seyyid âlime (Allah ona rahmet eylesin) verdiği cevap titreticidir:
"Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak."
İşte, arkadaşlar, herhalde derdimi anladınız. Belki canımızı yakan şeyi de bu yazıyla daha net teşhis ettiniz. Duruşumuz budur: Bediüzzaman'ın hataları her insan gibi olabilir, ama o bir ehl-i sünnet âlimi olarak, asla ve asla itikadî bir sapmanın takipçisi olmamıştır. Olmamıştır. Olmamıştır. İçtihadı farklı olabilir. Bu içtihad galip bir içtihad olmayabilir. Ehl-i sünnet içi şıklardan kimilerinin beğenmediği bir şıkkı seçmiş olabilir. Ulema içinde böyle ihtilaflar çoklukla vardır zaten. Bediüzzaman ilk de değildir. Fakat ben hücrelerime kadar iman ediyorum ki: Onun arkasında durduğu herşeyin ehl-i sünnet çizgisinde bir açıklaması vardır. Nur talebelerine şimdi düşen, geçmişle bağlarını kavileştirip, Üstadlarının bizzat muhatap olup cevap veremediği bu gibi meselelerde mukni deliller neşretmektir. Sâdıklardan olmanın isbatı budur. Lahikalar bizden 'aziz ve sıddık' yani "İzzetle ve sadakatle davasını savunur!" talebeler olmamızı bekliyor. Allah olmayı nasip eylesin. Âmin.
1) Kastamonu Lahikası'nda Münazarat'ta yaptığı iki tesbite yönelik düzeltmesi. 2) Şualar'ın sonunda ebced/cifr hesaplarına dair yaptığı hataları (hesap hatalarını) ilave metinlerle düzeltmesi. (Ki yaptığı hataları ve düzeltmeleri aynı eserde beraberce okuyabiliyorsunuz. Böyle de hatalarıyla barışık bir Üstada sahibiz.) Buna benzer başka düzeltmeleri de var. Fakat dediğim gibi: Yazıyı uzatmamak için alıntılamıyorum. Bunun dışında, yine, sözlerinin okurları tarafından sınanmasını salık verdiği birçok beyanı var. Mihenge vurulmayı talep ettiği yerler var. Bunlar her Nur talebesinin malumu şeyler.
"Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü... Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki: Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir."
Peki, bu temcid pilavı gibi soru cümlesi neden dönüp dönüp bizim karşımıza çıkıyor: "Bediüzzaman hatasız mı?" Bunun sebebi bence şu: Bu cümleyle kastedilen yukarıda bahsettiğim şey değil. Kastedilen ismetsizlik olsa zaten Nur talebelerinin buna bir itirazları yok ve olamaz da. Onların da bağlı bulundukları ehl-i sünnet itikadı peygamberlerden başkasına böyle bir yüklemeyi kaldırmaz. Aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini her ehl-i sünnet mü'min gibi nur talebeleri de gayet iyi biliyorlar. İtikatlarının ehl-i sünnet itikadından hiçbir farkı yok. Sadece bu meselede değil her meselede durum böyle. Nur talebeleri, bu bilginin dostlarımızı şaşırtmadığını biliyorum, ehl-i sünnet itikadına sahiptir.
Bu 'Bediüzzaman hatasızdı-değildi' muhabbetinin yaslandığı şey, Bediüzzaman'ın bir işte, bir fiilde, bir amelde, her insanın yapabileceği şekilde, bir hataya düştüğü/düşebileceği manası değil. Öyle olsa zaten sorun yok. Pek güzel anlaşabiliriz. Çünkü hemfikiriz. Ama hayır! Bu sorunun altında yatan mana aslında şu: Bediüzzaman ısrarla bir yanlışı takip eder miydi? Veyahut biraz daha sertçe yüzleşelim: Bediüzzaman ehl-i sünnet itikadına uymayan bir sapkınlığı ömrü boyunca savunmuş muydu? Soruyu bu şekilde, aslında onunla kastedilen şey halinde karşımıza alınca, nur talebelerinin böylesi muhabbetler esnasında neden gerginleştikleri de daha net anlaşılıyor. Çünkü itham edildikleri şeyin her kulun maruz kaldığı/kalabileceği bir hataya düşme, sürçme değil; bir 'hatada ısrar etme' hatta 'hatayı ekole dönüştürme' yani bir nevi sapkınlık suçlaması olduğunu ferasetleriyle hissediyorlar.
Şimdi, soruyla böyle yüzleşilince, cevabımız ikileşiyor. Başa dönelim: Bediüzzaman ismet sahibi miydi? Cevabımız: Hayır. Hâşâ. Bediüzzaman hata yapmış mıdır? Cevabımız: Evet. Gayet tabii. Peki, Bediüzzaman, itikadî/amelî bir yanlışı onu takip eder şekilde, savunur şekilde, inanır şekilde veya doğru bilir bir şekilde yaşamış/anlatmış mıdır? İşte, çevresindeki bütün sisleri dağıtarak, kavgamızın düğüm noktasına geldik:
Hayır! Yüzbin kere hayır! Onun takipçileri/talebeleri olarak buna inanmıyoruz. Hayatı ve eserleri içinde gördüğümüz istikamet bizi ondan emin kılıyor. Devri ulemasının ona hürmeti bizi ondan emin kılıyor. Talebeleri içindeki ehl-i ilim ağabeylerin ona muhabbeti bizi ondan emin kılıyor. Hem o bizim istikametinden emin olduğumuz mürşidimizdir. Ve talebeliğin en temel hassalarından birisi, kendisinin de neredeyse her mektubunun başında altını çizdiği gibi, sadakattir. Mürşidine sadakat göstermektir. Bunu körükörüne bir itaat olarak algılamayın lütfen. Zira Kur'an bize şöyle emrediyor: "Sâdıklardan iseniz delil getirin!"
Ve biz de mürşidimiz bildiğimiz Bediüzzaman'a sadakatimizi 'delil getirerek' ve 'onun getirdiği deliller üzerine çalışarak' koruyoruz. Yani bu noktada hiçkimsenin Nur talebelerine şöyle deme hakkı yok: "Mürşidinizin fikrine delil bulmaya, savunmaya, açıklamaya çalışıyorsunuz. Demek ki onun ismet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz!" Kusura bakılmasın ama, bu telden bağlama çalmaya devam edersek, neredeyse her mürşidin takipçileri bahsettiğiniz dalalete düşmüş sayılır. Hatta İmam-ı Azam (r.a.) karşı yapılan eleştirilere karşı onun savunmasını yapan İmam Yusuf (r.a.) bile. Hatta ona cevabî bir metin kaleme alan İmam-ı Şafii (r.a.) bile.
Şunu söylemek istiyorum: Hangi ekolün müntesibi yoktur ki mürşidinin çizgisini savunmasın ve onun talebelerinden hakkı olarak davasına delil getirmeye gayret etmesin? Ehl-i sünnet içi (hatta dışındakilerin bile) her ekol sahibinin en tabii hakkını nur talebelerinin elinden almak mıdır objektif olmak? Hakkı olan savunmayı yapmak mıdır Bediüzzaman'ı günahsız/ismet sahibi saymak? Rüştü Asyalı'nın Keloğlan'da sorduğu gibi sormak gerekiyor o zaman: "Adaletin bu mu cazgır?"
Yazıyı uzatacak ama, meseleyi hemen ebced/cifir meselesine de bağlamak istiyorum. Çünkü girdiğim bütün tartışmalarda kuyrukları neredeyse birbirine bağlı iki meseledir bunlar. "Bediüzzaman hatasız mıydı?" sualinin arkasını biraz kovalarsanız ilk varacağı yer ebced/cifr meselesidir. Bu bahsin bir diğer enteresan yanı: Bazı ehl-i sünnet müdafilerinin (Allah onlardan razı olsun) ve bazı modernist/ehl-i bid'a fikir erbabının (Allah onları ıslah etsin) beraberce eleştirdikleri bir yanının olmasıdır. Yani ne onlar severler bu meselede nurcuları, ne ötekiler.
Bir kere zaten ebced/cifr gibi bir yanı keşfe bakan meselelerin ümmetin tamamını bağlayıcı bir yanının olmadığını akılda tutmak gerek. Yani bir âlimin keşfine, ancak o âlime itimadınız va sadakatiniz varsa, tâbi olabilirsiniz. Risale-i Nur'u doğru dürüst okumamış, Bediüzzaman'a intisabı yok, belki yalnız muhabbeti var; böyle bir insanın kafasına vurur gibi bu konulardan bahsetmek yanlıştır. İnanmasını dayatmak daha da yanlıştır. Bediüzzaman dahi bu konuyla ilgili eserlerini önceleri mahrem tutmuş, sonraları talebelerine (en haslarından başlayarak) okutmuştur. Hem hepsinin ardından "Allahu'l-alem!" demiştir. Bu hiyerarşiyi görmez gibi, bilmez gibi, daha dün daireye girmiş-girmemiş birisiyle ebced/cifir kavgasına girilmez. Dayatılmaz. Çünkü ilgili yerlerde Bediüzzaman'ın defalarca ve defalarca altını çizdiği birşeydir: Bu onun kanaatidir. Kanaate itiraz edilmez. (Kur'an ve sünnetle çelişmediği sürece.) Keşfin böyle bir yanı vardır. Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da ebced/cifr konulu bir yazısında (Hikemiyât isimli eserinde) şöyle der:
"Bununla birlikte Allah'ın veli kullarının, geçmiş ve geleceğin gaybı hakkında keşfî bilgi edinmesinin her zaman mümkün ve vaki olduğuna inancımız da tamdır. Ancak Ehl-i Sünnet âlimleri, böyle bilginin bile diğer insanları bağlayıcı kesin bir delil olmadığını ve onu elde edenin de, diğer dinî delillerle çatışmaması şartıyla onunla amel edebileceğini söylemişken; cifr gibi kesinliği hakkında elimizde herhangi bir dinî delil bulunmayan bir uğraş sonucu elde edilen bilgilerin dinî herhangi bir değer taşımadığını akıldan çıkarmamak gerekir."
Ben bu duruşu istikametli buluyorum. Zira birşeyin yokluğuna hükmetmenin, Kur'an müslümanlarının bu sıralar sıklıkla yaptığı gibi, "Kur'an'da yok!" denilerek yapılamayacağına kaniiyim. (Kur'an'da ve sünnete açıkça "Bu yoktur!" deniliyorsa o başka. Ancak ebced/cifr meselesinde böyle bir nehiy yok diye biliyorum.) Fakat bu ilim sonucu elde edilen bilginin de ümmete boyun eğdirici/bağlayıcı bir yapısının olmadığını en az Ebubekir Sifil Hoca kadar savunuyorum.
En nihayet, bu, nur talebelerinin bir iç meselesidir. Bediüzzaman'a muhabbet ve intisab miktarınca kanaat getirilecek birşeydir. Onun dediği gibi "Allahu'l-alem!" diyerek alınacak bir bilgidir. Bediüzzaman, bu hesapları açıkladığı eserleri boyunca, bu sırrın altını çizmiştir. Kendisine katılmayanlardan beklediği ise saygıdır, edeptir, hürmettir. Bu hesabı daha önce kullanan İslam büyüklerine, mesela İbn-i Arabî (k.s.) veya Necmeddin-i Kübra'ya (k.s.), gösterilen saygıyı bekler sadece. Hatta benzer itirazları dillendiren bir seyyid âlime (Allah ona rahmet eylesin) verdiği cevap titreticidir:
"Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak."
İşte, arkadaşlar, herhalde derdimi anladınız. Belki canımızı yakan şeyi de bu yazıyla daha net teşhis ettiniz. Duruşumuz budur: Bediüzzaman'ın hataları her insan gibi olabilir, ama o bir ehl-i sünnet âlimi olarak, asla ve asla itikadî bir sapmanın takipçisi olmamıştır. Olmamıştır. Olmamıştır. İçtihadı farklı olabilir. Bu içtihad galip bir içtihad olmayabilir. Ehl-i sünnet içi şıklardan kimilerinin beğenmediği bir şıkkı seçmiş olabilir. Ulema içinde böyle ihtilaflar çoklukla vardır zaten. Bediüzzaman ilk de değildir. Fakat ben hücrelerime kadar iman ediyorum ki: Onun arkasında durduğu herşeyin ehl-i sünnet çizgisinde bir açıklaması vardır. Nur talebelerine şimdi düşen, geçmişle bağlarını kavileştirip, Üstadlarının bizzat muhatap olup cevap veremediği bu gibi meselelerde mukni deliller neşretmektir. Sâdıklardan olmanın isbatı budur. Lahikalar bizden 'aziz ve sıddık' yani "İzzetle ve sadakatle davasını savunur!" talebeler olmamızı bekliyor. Allah olmayı nasip eylesin. Âmin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...