Abdulaziz Bayındır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdulaziz Bayındır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2017 Salı

Kur'an Risale-i Nur'dan haber veriyor mu?


"Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur'ân'a münasip bir tarzda ve iktizâ-yı makam münasebetinde, şu tarzların birisiyle ifade ediliyor." 20. Söz'den.

Bu fıkrayı ya birinden duydum ya bir yerden okudum. Net hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla aktarayım: Bir gün Avrupalı bir aristokrat Namık Kemal'in de bulunduğu bir mecliste (bir yardım toplantısı sanırım) "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" ayetini hatırlatarak sorar: "Kur'an'da herşeyin bahsinin geçtiğini iddia ediyorsunuz. Bu nasıl mümkün olur? Mesela: Kur'an'ınız benden veya şu kel kafamdan da bahsediyor mu?" Bu söylerken müstehziyane bir şekilde eliyle de pürüzsüz kafasını sıvazlar. Namık Kemal ise gayet sakin bir şekilde "Evet!" der. "Sizin bahsiniz Kur'an'da var." Ve ardından Bakara sûresinin 264. ayetini okur:

"Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getirivermiştir. Bunlar kazandıklarından hiçbirşeye sahip olamazlar. Allah kâfirleri doğru yola iletmez."

Bunu çağrıştırır bir anı da bende var. Hızlı ve Öfkeli serisinin 7.'sini izlerken kendi kendime şöyle demiştim: "Vay arkadaş! Adamların ne güzel hayatları var. Hem rahat rahat çalışıyorlar, hem dünyanın parasını kazanıyorlar, hem de güzel güzel dünyayı geziyorlar." Aynı gün takip etmekte olduğum mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayıp sarsıldım: "İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!" Tokat yemiş gibi oldum. Ben bu sarsılmayı neden yaşadım? Çünkü Kur'an o an benimle konuşuyor gibi geldi. Zamansal mesafe aradan kalktı. Ayet-i kerimeyi birebir üzerime alındım.

Bu demek değildi ki, mezkûr ayet, asırlar sonra gelecek Ahmet Ay diye bir günahkâr için nazil olmuştu. Hayır. Ayetin gelişinin asıl/ana sebebi ben değildim. Benim Hızlı ve Öfkeli 7'yi izleyip düşündüklerim değildi. Ama evet, bir açıdan ayet-i kerime benim için de nazil olmuştu, çünkü bahsedilen bendim. Ders alması gereken bendim. Uyarılan bendim. Peki nasıl bendim?

İşte tam da bu noktada mürşidimin 20. Söz'de bahsettiği birşeyi anımsamak gerekiyor. Alıntılayıp anımsayalım: "Kur'ân-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." 1. Lem'a'da Hz. Yunus (a.s.), 2. Lem'a'da ise Hz. Eyyub (a.s.) kıssası üzerinden örneklemesi de yapılan bu hakikat bize evvelemirde şunu söylüyor: Kur'an'da anılan hiçbirşey sadece kendisi için anılmaz. 20. Söz'ün başındaki soruya atıf yaparsak: Orada anlatılan kıssalardan, kişilerden, olaylardan, mesajlardan hiçbirisi sadece bir hadisat-ı cüz'iye veya vaka-i âdiyeden ibaret değildir. Bütün zamanlarla konuşur, bütün zamanlara ders verir, bütün zamanlara hitap eder bir yanı vardır.

"Her bir âyetin mânâ mertebeleri vardır; zâhirî (açık), bâtınî (açık ve görünür mânâsının içindeki, ehlinin anlayabileceği mânâ), haddi (kapsamı) ve muttala'ı (anlam çerçevesi) vardır. Bu dört mânâ tabakasından herbirinin de fürûatı (detayları), işaretleri, dalları ve ayrıntıları vardır..." (bk. Ebu Yâ'lâ, el-Müsned 9:287; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat 1:236.) hadis-i şerifinden Bediüzzaman'ın aldığı ders de böyledir. "Madem Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin herbir tabakası, herbir âyât-ı Kur'âniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur'âniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette, ayrı ayrı ve müteaddit mânâları zımnen ve işareten bulunacaktır."

Peki bu konuşma nasıl olur? Bu konuşma, bizzat anılanlar için, bizzat olur. (Kur'an'da sarahaten bahsi geçen veya esbab-ı nüzul olarak nakledilen şeyleri/kişileri bu sadetten sayabiliriz.) Bizzat anılmayanlar içinse kanunen veya işaraten olur. Ne demek 'kanunen veya işareten?' Yani; Kur'an'ın, ayetlerinde ders verdiği hakikatlerin bütün zamanları kuşatan 'düstur-u küllî' veya 'kanun-u umumî' taraflarına dahil olduğumuzu hissettiğimiz an biz de o manaların gölgesinde gölgeleniriz. Ki zaten Kur'an'ı anlama ve yaşama yolculuğumuz da tastamam bunu ifade eder. Karun'un kıssasını okuduğunda kendisine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden zengin bu yüzden hisseder.

Eyyub'un (a.s.) kıssasını okuduğunda derdi içinde koruması gereken kulluk şuurunu bulan hasta bu yüzden bulur. Süleyman'ın (a.s.) kıssasını okuduğunda 'nasıl bir yönetici olması gerektiği' dersini alan yönetici bu sayede alır... Yani hepsi kendisini 'bahsedilen' olarak görür. Üzerine alınır. O kanunun bir ferdi ve düsturun bir ucu olarak hayatını yorumlar. Kur'an'la böyle bir ilişkiye girilmedikten sonra zaten arza nüzul edenin kalbe nüzulu yaşanmaz. Ondan ders alınmaz. Tebliğin ahlaka dönüşmesi Kur'an'da hitap edilenin biz olduğumuzu, ama kanunun bir parçası olarak biz olduğumuzu, farketmekle başlar. İşte, tam da bu noktada, "Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!" hakikati bize göz kırpar.

Kur'an'da her cimriden tek tek bahis var mıdır? Vardır. Çünkü cimrilikten bahis vardır. Kur'an'da her kibirliden bahis var mıdır? Vardır. Çünkü mütekebbirlikten bahis vardır. Kur'an'da tüm müslümanlardan, kafirlerden veya münafıklardan bahis var mıdır? Vardır. Çünkü onların ait ve bağlı oldukları kanuniyetlerden, manalardan, hakikatlerden bahis vardır. Bu yüzden her mü'min Kur'an'ı okuduğu zaman sanki ayetler kendisiyle konuşuyormuş gibi hisseder. Çünkü hakikaten o ayetlerin ezelden gelen dersleriyle bir ilgisi vardır. Mürşidime göre; sarahaten Hz. Yunus'tan (a.s.) bahseden her ayet, işareten de aynı haleti hisseden herkese hitap eder:

"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."

Bu noktada artık diyebilirim ki: Bediüzzaman'ın, Kur'an'da veya başka metinlerde Risale-i Nur'a işaretler bulunduğunu söylediği yerler de böyle anlaşılmalıdır. Çünkü Bediüzzaman bu yerlerin hiçbirinde ayetin sarih manasını sahiplenmez. Esir almaz. "Bu ayet Risale-i Nur için indi!" demez. Aksine; kastettiğinin bu olmadığını tekrar be tekrar belirtir. Onun dediği ise, yukarıda arzetmeye çalıştığım, bir mübarek alınganlıktır. Kur'an'ın bahsettiği kanuniyetlerden bazılarına dahil olmaktır. Kendi ifadelerinden okuyalım:

"Risale-i Nur'un makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki 'Yaş ve kuru hiçbirşey yoktur ki, hepsi, O'nun apaçık kitabında kaydedilmiş olmasın!' sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acip sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdat eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin teferruatı nev'indeki tabakattan mânâ-yı işârî tabakasından ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhûlüne ve medâr-ı imtiyazına birer kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen gördüm.

Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ve ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nur ile takviye etmek niyetiyle o kat'î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede biz demiyoruz ki, âyâtın mânâ-yı sarîhi budur. Tâ hocalar fîhi nazarun desin. Hem dememişiz ki, mânâ-yı işârînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da mânâ-yı işârî ve remzîdir. Ve o mânâ-yı işârî de bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medâr-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur'ân'ın âyetine veya sarahatine, değil incitmek, belki i'caz ve belâğatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işârât-ı Kur'âniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkâr edemeyen bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
"

Şimdi Bediüzzaman'ın bu mübarek alınganlığına itiraz eden, sözde Kur'an müslümanı, özde ehl-i bid'a olanlara sormak istiyoruz: Sizce Kur'an bizimle konuşmuyor mu? Bizi kastetmiyor mu? Bize işaret etmiyor mu? Bizi ilgilendirmiyor mu? Bizden bahsetmiyor mu? Bize deva olmuyor mu? Bize dokunmuyor mu? Bizi düzeltmiyor mu? Bize ders vermiyor mu? Bizi anlatmıyor mu? Bizi istikamete çağırmıyor mu? Bize yol göstermiyor mu? Bizi uyarmıyor mu? Bizi çağırmıyor mu? Bu soruların cevabını Bediüzzaman gibi 'olumlu' vermiyorsanız sizin nereniz Kur'an ve hatta nereniz/nasıl müslüman? Kur'an'ı bütün zamanlarla konuşur kabul etmedikten sonra, size, Kur'an müslümanı değil de 'ahirzaman şarlatanı' denmesi seza değil mi? Şarlatansınız ki, tevhid ile herşeyi yaratanın, kelamında yarattığı herşeyle ilgili olmasını, yani herşeye hitap etmesini inkâr ediyorsunuz.

27 Kasım 2014 Perşembe

Son hakikat bükücü...

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı hakikati hiçbir zaman 'vahiy gibi/kadar' kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, elbette, varlığın tamamını (tüm detaylarıyla) kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Fakat akıl sınırlarından dolayı bu kuşatıcılıktan yoksundur. O 'parçalardan hareketle' ve bu parçalar vesilesiyle 'bütüne dair sezebildiğince' kelam edebilir.

Nazarı bu kadardır. Gelişimi de tedricidir. Zamanla seviyesi yükselir. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında istikametli aklın tavrı, en azından o an için, hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah'a sığınmaktır. Kendi sanışından Hak olan Allah'ın bütün varlığı kuşatan ilmine kaçmaktır bu aslında. Bu sığınmanın birçok çeşidi vardır. Tefekküre sığınılır. Tevekküle sığınılır. Takvaya sığınılır. Temkine sığınılır. Tezkire sığınılır. Bunlar bir nevi 'euzü'nün altbaşlıklarıdır. Mürşidim Hikmetü'l-İstiaze isimli eserinde bazılarına dokunur:

"O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (...) zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (...) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve 'euzübillah' demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir..." vs. İşte, kanaatimce, buradaki kullanımların herbirisi bu sığınışlardan bir çeşidini ifade eder.

Birşeyin 'hakkında' konuşmak 'ona dair' ve 'merkezinde' konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise 'aslında neyin hakkında konuşulduğundan' haber verir bize. O şeyin 'merkezinde' ve 'aslında' ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da kainatın hakkında konuştuğu, hatta, tüm varlığın hakkında varolduğudur. İşaret ettiğidir. Anlattığıdır. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıkarıldığında eşyada konuşulan tek şey Allah'tır. Yani, mü'minlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: "Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur."

Hikmetü'l-İstiaze'ye geri dönelim. Akıllarını 'hak' kılanlara bakacağız şimdi: "Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah'a vermiyorlar. Güya onunla Allah'ı takdis ediyorlar! 'Beşer kendi ef'âlinin hâlıkıdır' diye dalâlete gidiyorlar."

İnsan tehlikeli bir bükücüdür. Vahiy karşısındaki ikincil konumunu unutmuş akıl, kendisinin parçalar hakkında yaptığı yorumları merkeze alarak, vahyi bükmeye başlar. Allah'ın şirke karşı yaptığı tahşidatı görmezden gelerek şerrin yaratılmasını (âdeta kendisi ikinci bir ilahmış gibi) beşerin eline verir. Çünkü 'kısa aklında/nazarında' halk-ı şer şerdir. 'Bazen kötü gelenin' yaratılması da kötülüktür. Elini yakan ateşin faydalarına körleşmiştir onun aklı. Acısında yitmiştir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki tekrar dönüp hatasını düzeltebilsin.

Halbuki istikamet dairesindeki akıl, haydi 'halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu' derk edememiş olsun, en azından bilir ki: Kur'an'ın bütünlüğündeki vurgu şirke yer bırakmaz. O nedenle Allah'tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Akıl yürütmelerin adımlayamayacağı bir yasak alan vardır burada. İşte o zaman tefekkürüyle Rabb-i Rahimine sığınır ve Ondan bu hakikati 'anlaşılır' kılmasını diler. Bu duruş da bir istiazedir. Hakkı aramak bâtıldan bir istiazedir.

Bu nedenle ben Bediüzzaman'ın temkinine bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu avam için tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi 'ulum-u hafiye' tabir ettiği şeyleri 'şarlatanların istimal edebileceklerini' söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Ve yine mesela: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; "Cû' ism-i azamdır" ifadesi kendisine sorulduğunda; "'Cû' ism-i azamdır' demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır..." dedikten sonra beyanını böylece bırakmaz. Hemen peşisıra ekler: "Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû' ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, 'Cû' ism-i azamdır, yani 'Bir ism-i azama bir vesiledir' denilebilir." Yani bir Allah dostunun kendisine nakledilen sözünü, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddetmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum en özünde arkadaşım: Bediüzzaman'da 'hakikati kuşatamamış olma ihtimaline' açık bir kapı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur. Fakat ne hazindir. Bugün ona dudak büken kimi isimler, sırf şirk olmasın diye(!) hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri 'spesifik' başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: 'Rüya ile amel edilmez'i izah ederken sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları kendi akıllarının sanrıları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. "Bence doğrusu budur!" demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, sanırsınız ki: Din-i Muhammedî geçtiğimiz pazartesi gelmiştir. Salıya kadar da doğru şekilde yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmıştır.

Akılları herşeyin merkezindedir. Akıllarına sığmayan din uydurulmuş dindir. Uymayan hadis uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim çakma âlimdir. Bakış açısını manzaranın bütünü sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman'ın 'hakikati inhisar altına almayan' duruşu ne anlamlı bir duruştur. Arkadaşım, ben diyorum ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in istikametinden sapanların hamakatlerini hakikat sanmaları en çok içlerinde bir yerde yaşadıkları kaymadan dolayıdır. Onlar, akıllarına vahiy gibi, vahye de akılları gibi iman ederler. Bu akide bozukluğundan dolayı da kimseleri beğenmezler.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...